Tek başına oturuyordu İhtiyar. Dalgındı, içeri
girdiğimi görmedi. “İyi akşamlar,” dedim. Yavaşça başını bana
doğru çevirdi, belirsizce gülümsedi. Sonra ‘Otur’ diye eliyle işaret etti. Önündeki
birayı gösterdi. “Yorgunum, bir bira içip eve gideceğim,” dedi.
Buzdolaplarının
uğultusu sessizliği bastırıyordu. Üçümüzden başka kimse yoktu içerde. Pazar
akşamları sokak birden sakinleşirdi. Ancak geç saatlere doğru birkaç müşteri
gelirdi.
Hem aşçı
yardımcılığı, hem de garsonluk yapan genç, tezgâhın arkasında burnuyla
oynuyordu. Kendisine baktığımı fark edince yılıştı. Elini kirli önlüğüne sildi. “Hoş
geldin abi, bira çekeyim mi?” Önümdeki kutu birayı görmezlikten gelir, her
akşam aynı şeyi sorardı. Yüzüne ters ters baktığımda, “Özür dilerim abi,
patronun emri,” derdi.
Özenle geriye taradığı saçları hafifçe ıslaktı,
yeni kalkmış olmalıydı İhtiyar. Sanırım önündeki de ilk birasıydı. “İş buldun
mu?” diye mırıldandı. Dün de sorusuna yanıt vermemiş, susmuştum.
Bacaklarından rahatsız olduğu için, elli yaşlarında
emekliye ayrılmıştı. Tek odalı bir evde yalnız yaşıyordu. Kimi zaman iş
bulamadığıma kızar, “Ben olsam bir günde iş bulurum,” derdi. Bir kere sarhoş
olunca, birkaç yıl çalışmadığını, sokaklarda yattığını ağzından kaçırmış, bir daha
da bu konuya değinmemişti.
Cebinden sigara paketini çıkardı. Siyah çerçeve
içindeki, ‘ÖLDÜREBİLİR’ yazısını hışımla yırttı.
Yaklaşık beş ay önce, “Eğer içkiyi bırakmazsan,
uzun yaşamazsın,” demişti doktoru. Ama ölüm onu yalnızca iki gün
korkutabilmişti. Üçüncü akşam yine içmeye başlamıştı. Bir sigara
yaktı, bir de bana uzattı. Birasından büyük bir yudum içti. “Lütfen, bir bira
daha çek,” diye aşçı yardımcısına seslendi. Parmakları arasında titreyen
sigarayı kültablasına bıraktı. Yorgun bakışlarını sessiz, sakin sokağa dikti.
Kafasının içinden neler geçirdiğini merak eder, ama söylemeyeceğini bildiğimden
sormazdım. Genç yaşlarında yüzünü bir kez gördüğü, babası olduğunu sonradan
öğrendiği adamı düşünmediğini bilirdim.
Boşu alıp, dolu bardağı koydu
garson. İhtiyar mırıldanır gibi teşekkür etti. Bakışları hâlâ dışardaydı. Sokak
lambasının yanındaki kestanenin ince dallarını kımıldatıyordu rüzgâr. Bir araba
hızla geçti dar yoldan. Bir adam karşı kaldırımdan bize bakarak uzaklaştı.
İhtiyar birasını eline alıp, “Şerefe,” diyerek havaya kaldırdı. Usul usul
biranın yarısını içti. Ağzını mendille sildi. Yorgun bir sesle, “Biramı
içip hemen gideceğim,” dedi.
İhtiyar bir akşam
arkadaşlarıyla kasabanın birahanesine gider, o zaman on yedi yaşlarındadır.
Bardan geçerken sarhoşun biri kolundan tutup, “Annen nasıl, iyi mi?” diye
sorar. Şöyle bir bakar İhtiyar, dövebileceğini gözüne kestirince, kolunu
kurtarıp adamın yakasına yapışır. “Sen kimsin, annemi nereden tanıyorsun?” Adam
korkar, seslenmez ve bir daha da karşısına çıkmaz. Sonra o adamın babası
olduğunu annesinden öğrenir.
İki kadın girdi içeri, otuz
yaşlarındaydılar. Sarmısak soslu, ekmek arası döner istediler. Paket olacakmış.
İhtiyar donuk bakışlarını onlara çevirdi. Bir süre süzdü. “Ne güzel şeyler,”
dedi kendi kendine. Birasını bir dikişte bitirdi, bir sigara yaktı. Yine kendi
halinde düşünmeye koyuldu.
Kimi zaman bana, “Sen oğlumdan üç yaş büyüksün,”
derdi. Oğlu otuz iki yaşındaymış. “Oğlum,” derken ne gözleri buğulanır, ne de
üzülürdü.
İhtiyar askerliğini bitirince kasabaya geri döner.
Kendi yaşlarında bir kadınla tanışır. Bir zaman birlikte yaşarlar. Çocukları
olur. Ama İhtiyar bir gün arkasına bile bakmadan kasabayı terk eder. O zaman
oğlu altı aylıkmış. O günden sonra da bir daha çocuğunu görmez. Bazen çok
içince, “Kadın yosmaydı, belki de çocuk benden değildi,” diye konuşurdu.
Garsonun getirdiği biraya şöyle bir baktı. “Bu
birayı içip eve gideceğim, yorgunum,” dedi. Önümdeki kutu birayı eline alıp
salladı. Boştu. Bira getirmesi için garsona seslendi. Bu ara kapı
açıldı. Ramazzotti küçük sevimli köpeği Suzi’yle içeri girdi. Köpeğine yine
İtalyanca bir şeyler söylüyordu.
Ramazzotti altmış beş
yaşlarındaydı, bu sokağa birkaç ay önce taşınmıştı. Bu saatlerde köpeğini
gezdirmeye çıkarırdı. Takma adını çok içtiği ramazzotti’den almış, burada da ona
aynı adla seslenirlerdi.
Paltosunu yere serdi, Suzi
hemen kıvrılıp üzerine uzandı. Neşeli bir sesle, “Merhaba İhtiyar, nasılsın,”
dedi Ramazzotti. İhtiyar seslenmedi, ters ters baktı. Takma adı
olmasına rağmen kendinden yaşlı birinin de ‘İhtiyar’ demesine kızardı. Onu
birkaç kez uyarmıştı, ama o hep bildiğini okurdu.
Yine
neşeli bir sesle, “İhtiyar, birer içki içer miyiz?” Hemen, “Üç ramazzotti,”
diye bağırdı.
Ramazzotti
içkisini bitirince, Suzi’yi okşayarak uyandırdı. Paltosunu giydi, köpeğini
kucağına alıp gitti.
Üzgün,
içten bir sesle, “Ne tatlı şey Suzi. Bu sevimli hayvan olmasa, Ramazzotti bu
kadar neşeli olamazdı herhalde,” dedi İhtiyar.
Kızlı
oğlanlı bir grup gürültüyle içeri girdi. Tembel tembel bir köşede oturan garson
isteksizce ayağa kalktı. On altı, on yedi yaşlarındaydı gençler. İki döner, iki
lahmacun, üç de kola alıp çıktılar.
“Geç oldu, ben kalkayım,” dedim.
“Lütfen,
biraz daha otur. Birer bira daha içelim.”
Garsona hemen iki bira
söyledi.
“Bu akşam çok düşünüyor, az konuşuyorsun.”
“Bir düş gördüm, onu düşünüyorum.”
Şaşırmadım. İhtiyar düş
görmeyi çok severdi. Kimi zaman düş görebilmek için, yataktan kalkmadığını
söylerdi. Kendi yorumunu da katarak uzun uzun anlatırdı gördüğü düşü. Ama
düşleri hep birbirine benzerdi. Ya gökyüzünde bir kuş, ya denizde bir balık, ya
da yüksek bir dağın yamacında bir kaya parçası olurdu.
“Gökyüzünden hızla yere düşüyordum. Ölüm benim için
kaçınılmazdı artık. Gövdemin parçalanacağını düşündüğüm an, içimdeki sesi
duydum. Farz et ki, bir kuşsun, kanat çırpsana, diyordu. Kollarımı kanat gibi
kullanmaya başladım. Uçuyordum. Bir süre bulutların arasında dolaştım, sonra
iyice alçaldım. Ormanlık bir alandı, görebildiğim kadarıyla aşağıda insanlar
çalışıyordu. Süzüldüm ve yavaşça yere indim. Yaşlı, sakallı bir adamın yanına
vardım.
“Ben de sizinle çalışabilir miyim?” diye sordum. Adam tatlı
tatlı gülümsedi, eliyle omzuma usulca vurarak, “Olmaz,” dedi.
“Neden?”
“Çünkü sen daha yaşıyorsun, dediğinde uyandım. Bir daha da uyuyamadım.”
Buruk bir mutluluk yayıldı İhtiyar’ın yüzüne, ama
bu fazla sürmedi. Dudaklarından uçup gitti. Yorgun, yeşil gözlerindeki belirsiz
ışık da söndü. Kurumaya yüz tutmuş çınar yaprakları gibi oldu yanakları. Sigara
parmakları arasında titriyordu.
Yaklaşık üç hafta önce de
anlatmıştı buna benzer bir düşünü. Gözlerimin içine bakıp yorum yapmamı, en
azından bir şeyler söylememi beklemişti. “Anlamlı, güzel bir düş,” demiş,
susmuştum.
“Ben kalkıyorum, ” dedim.
“Ama biranı bitirmedin.”
“Kalsın, canım istemiyor.”
“Bir bira daha içip, ben de gideceğim.”
Beni evine bir kez davet
etmişti İhtiyar. Büyük bir balkonu vardı. Asansörlü bir apartmanın beşinci
katında oturuyordu. Güzel bir yaz akşamıydı. “Biramızı balkonda içelim,”
demiştim. Balkonda oturmasını sevmediğini söylemişti.
Kendi hesabımı ödeyip dışarı
çıktım. Sokak ıssızdı, rüzgâr şiddetini artırmış, kaldırım kenarında sıra sıra
dizilmiş fındık ağaçlarının dallarını kıracak gibi sallıyordu.
*Notos Öykü Sayı: 8