Ellerini Arayan 

                  


Onu tepelerin içine kazıdım, öcümü de kayaların içindeki tozlara… (*)



Açıklama:

Birazdan uzun, çok uzun yıllar öncesi (tarih saptanamamıştır) yaklaşık sekiz yüz km² yüzölçümlü büyük bir ülkede yaşanan olaylardan bir kesit okuyacaksınız. Söz konusu ülkenin hangi yıllarda var olduğu “Yasak Kayıtlar Yasası” nedeniyle kesin olarak bilinmemektedir. 36 - 42 kuzey enlem ve 26 - 45 doğu boylamları arasında yer aldığı sanılan, çok zengin bitki örtüsüyle kaplı (doğal bitki türü sayısı 8988, egzotik türlerle beraber 9222 tür olduğu sanılmaktaydı) bereketli toprakların, başka topluluklarca uzun ve dolambaçlı yöntemlerle ele geçirildiği dilden dile aktarılmıştır. Zamanla yeraltı kaynaklarının zenginliği keşfedilmiş, bu nedenle de doğal bitki örtüsü, tarım toprakları, insanları saldırı ve kıyımlara uğramış,  türlü casusluk etkinlikleriyle, işbirlikçi yönetimlerce halkı yok edilmiştir. Sağ kalan olup olmadığı varsa da bireylerinin şu anda hangi topluluk içinde yer aldığı bilinmemektedir.


Önsöz:

Ellerimin kime benzediğini merak etmekle başladı her şey. Kalıtımsal özelliklerle ilgili bir konuya dikkatinizi bir kez çevirirseniz eğer içinizdeki sesi susturmak olanaksızdır. Ellerim,  ne yakın ne uzak çevremdeki hiç kimseye benzemiyordu. Başlangıçta tamamen bireysel bir eğilimdi ama sonra…

Araştırmalarım sırasında günlük tutmam gerekirdi. Oysa böyle bir kaydım yok. Hem güvenlik nedeniyle hem de yazma konusunda becerim olmadığını biliyorum. Beni yakınlarımın ikna ettiklerini söyleyebilirim. Bu konuda en çok direnen kişi de Serap Gökalp’tır. Kendisiyle Edgar Allan Poe hayranlığımız nedeniyle tanıştık. Size aktaracağım olaylar sırasında (evet o kadar eski) bir araştırmaya gönüllü deneklik yaptığını söyledi. İnanması olanaksız görünüyor biliyorum.  Bu nedenle yaşının büyük büyükannemle aynı olduğunu ama çıkan kargaşalarda onun kayıtlarını ve izini yitirdiklerinden kendini saklayabildiğini, günümüze dek ulaştığını anlattı. Belki bir akıl hastası. Tüm arzusunun yitik ülke için tanık bulmak olduğunu söyledi durdu. Dediklerine bakılırsa kendisi de o ülkenin insanlarından ve büyük büyükannemden kalan kayıtları doğruluyor. Bilgileri hemen yazıya dökerek kamunun sağduyusuna güvenmemi önerdi. Doğaldır başlangıçta cesaret edemedim ama artık  kamuya açıklanmasında ben de yarar görüyorum. Beri yandan ayrıntıların unutulması, düş gücünün boşlukları doldurulmasıyla ortaya çıkacak metnin inandırıcılığı da gölgelenebilir, bunu belirtmeliyim. 

Serap Gökalp, Yasak Kayıtlar Yasası nedeniyle korkularımı anlayışla karşılayarak ona teslim ettiğim bilgileri kurgu olarak bir öykü şeklinde “World Massenger” ortamında yayınlatacağını söyledi. Kendi imzasıyla yayınlanacaktı, ben saklı kalacaktım. Kaynak hayli eski bir uygulayım olmasına karşın gerçektir ve asılları elimdedir. Çalışmanın gördüğü ilginin beni yüreklendirdiğini söylemeliyim. Özellikle Dünya Kardeşliği Birliğinin desteklerini burada anmalıyım. Öyküden yola çıkarak o yitik ülkeye ilişkin bir araştırma başlatıldı ve çok sayıda insana ulaşıldı. Bu noktadan sonra kenarda kalmamın anlamı yoktu. Yapıtı ikinci kere kendi adımla yayımlamayı uygun gördüm. Ve işte şimdi ortak çalışmamız olan az sonra okuyacağınız metin çıktı ortaya. Devamında yaptığım araştırmalara ilişkin ayrıntıları bulacaksınız. Uzun olması nedeniyle birkaç bölüm halinde sunulacaktır.

 

Gabriel  Turcotte
Mainland/ 2188
Büyük büyükanneme borçlulukla.

 



KAYIT


Alacakaranlıkta bir güvercin, hiç alışılmadık bir hızla cama çarptığında; aşırı ürkmüş olmalı, havadaki kimyasallardan yanmış tüyleriyle, kendini insanların eline atacak denli onu ne korkutmuş olabilir, diye düşünüyorum. Hazırlanmam gerekiyordu.
Pencereye yaklaşıp açmadan çevreye göz atmaya çalışınca uçan başka bir şey, göz açıp kapayana dek saldırıp, güvercinin kafasını kopardı. Düşmesine olanak vermeden havada yakaladı, geldiği hızla uzaklaştı.
Uçan balıklardan biri, artık sahilde yiyecek bulamayıp kilometrelerce içeri giriyorlar, diye iç geçirdim. Çantamı nereye bırakmış olabilirim?
Daha insanlara saldırdıklarına ilişkin bir saptama yok ama böyle giderse… Bunları söylerken kızımın parmaklarından çaresizlik okunuyor. İnadına; şimdilik ÖGK’lar yapıyor ya bu işi, diyorum.
Anne bunu yapma, zıtlaşma ve onları yerici konuşmalar yapma. Duyacaklarmışçasına sesini alçaltıyor.
Yenidünya düzeni, diyorum dişlerimin arasından. Bankerler ve işadamlarının düzeni. Altın çağ böyle mi oluyor?
Erken hazırlandın, anne… Bir de böyle çıkmamalısın,  tam da akşam ezanı vakti.
Ezan… Tanrı'nın böyle istediğini sanmıyorum, biliyor musun? O çok yalın kurallar koymuştur. Karmakarışıklaştırıp içinden çıkılmaz hale getiren insanlar.  Ses ağları beni çekmiyor. Eski moda kıyafetimi elimle çekiştirip şapkamı giyiyorum.
Anne lütfen, diye yine alçak sesle yalvarıyor.
Devrimciler! Bizim zamanımızda devrim ileriyi işaret ederdi! Ah, ah, nasıl oldu bunlar, biz nasıl yaşıyoruz? (Zarahustra! ) diye fısıldıyor Bay Z. omzumdan, ayakkabılarımı giyerken.
Yemek hazırlamıştım.
Gelince yerim.
Sen geldiğinde gaz kapatılmış olacak, ısıtamayacağız.
Yine bazı anımsatmalar yapsam sana! Sonra geri adım atıyorum; soğuk yerim, ne önemi var?
Ama anne aynı şey değil. Sesinde umut var.
Nasıl değil? LDD direnmese olacakları bir düşünsene! Ticaret yapamıyoruz, zorunlu ruh eğitiminden sonra okuyamıyoruz, araştırmacı olmamız, mühendislik alanları bize yasak, turistik gezi yasak, kültürel gezi yasak, iş gezisi mi o da ne? Taşıt kullanma yasağı da çıkaracaklar deniliyor. Kadınların çalışmasına izin verilmeyecek farkında değil misin? Yalnızca çalışmak mı? Ve siz mumya görüntülü şu halinizle bile yanınızda erkek olmadan kapıdan dışarıya çıkamayacaksınız! Olacak olan bu! Elbette dernek çalışmalı. Elbette her gece bir takım kadınlar ve erkekler çalışmak için karanlıklarda yürüyüp sabah evlerine dönmeli. Maske takmamıza gerek yokmuş biliyor musun? Tüm bunlar basın kanalıyla oluşturulmuş sanrılar. Sırf…
Duydun demek… Ama yine de kızımın maskesiz dışarı çıkmayacağından eminim, korkuyor.
Sence de insanlık dışı değil mi?
Elbette, diyor pes etmiş bir sesle.
Ama asıl acı olan bebeklere yapılan güvenlik aşısı. Verilen kimyasal, dokulardan bir daha arındırılmıyor böylece herkes izlenebilir oluyor. Eğer ağzınızı açmazsanız, eğer böyle giderse…  Artık tıp fakültelerine kadınları almayacaklar, kadın doktor olmayınca… Bunu da hesap ediyorsun değil mi? Çocuk istemediklerine artık seviniyorum.
Onu yapamazlar, kadınları yok mu edecekler? Bırak şimdi, bari taşıtla git. Yaya gidersen mutlaka karşılaşırsın onlarla. Bu giysiler de hiç koruyucu değil anne.
Koruyucu. Yeni giysiler onları mı, kimyasalları mı engelliyor? Hem taşıtın kullanımı için yeteri kadar yakıtımız yok, bilmiyorum sanma. Su stoklarımız ne durumda?
Kaygılanma.
Demek yakıtta sorun var. Bana söylemeliydiniz. Bu kıza güvenim kalmadı, benimle sorunları paylaşmıyor.
Kaygılanmamın nedeni yalnızca o değil. Fabrikaların zehirli atıklarına engel olmak isteyen Üçüncü Bölge Mahalle Sivilleriyle ÖGK’lar çatışıyormuş. Birinden biri yoluna çıkabilirler veya iki ateş arasında kalabilirsin. Yarın alışveriş günü biliyorsun, kuyruğa sen gireceksin.
Unutmadım, gideceğim. Ateş arasında da kalmayacağım.
Yolda senin canını sıkacaklar diye çok korkuyorum.
Sokak çeteleri, işsizler ordusu!
Sivil toplum örgütleri anne.
Hayır efendim! Bunlar zorba! Mahalle Sivil Örgütü dediğin, kadınların hepsine fahişe diyor. ÖGK’larsa kimyasal atıklara karşı özel giysi giymeyen kadınları hapse atıyorlar!  
Kızım sessizce önüne bakıyor; Kimlik şeridini aldın değil mi? diyor. Sakın dikleşme kimseye. Biliyorsun öldürüyorlar.
Yeterince uzun yaşadım. Ama bu iş sonlanmadan ölmeye niyetim yok merak etme. Ve annem gibi söylenme! Kuşak çatışması yaşıyoruz ama ters bir şeyler var… Burada anne olan benim yahu!
Dillendirmediği duyguların sözcükleri demir leblebilere dönüşüyor hissediyorum, o yüzden giderek daha yavaş konuşuyor: Şu dernek iyi hoş ta… Gece, gece… Bir an duruyor; Uf! diyor, hava ne kadar ağır böyle!
Bana göre son yıllar hep gece zaten. Sabahı bekleyip duruyorum, kulağım kirişte. Saatin sesini duyuyorum ama biliyorum ki akreple yelkovan uygun adım yerinde sayıyor. Ha’di, sağlıcakla kal!
 
Çiçek gibi dersek hatalı bir teşbih değildir. Çünkü biliyorum teşbih hata kaldırmaz. Adım Muzaffer. Bu kayıt 20… yılının Kasım ayında yapıldı ve ben bir kadınım. Her şey nasıl başlamıştı, tam olarak bu gün kimse anımsamıyor, eminim. “Salgın sinsice başlar” derdi Ninem, büyük çiçek hastalığı salgınını anlatırken. “Kimi zaman önemsiz küçük, kırmızı noktalarla başlayıp, irinlenip patlayan yaralar, oluşur. İnsanı alıp götürüverir…”  Kurtulmayı başaranlarınsa ömür boyu damgasını yüzünde, vücudunda taşıdığını hafifçe inleyerek anlatırdı. Yüzü çiçek bozuğuydu. Şimdiki salgın da sinsice başlamıştı; küçük, önemsiz noktalar; bir birine düşman iki görüşün aniden yükselen ateşi… Yıllar, yıllardır ayrı kamplara bölünmüşlüğün çatışmalarından yorgun bu yurt, bir sabah kalktığında kendini iyi hissetmeyivermişti. Belirli bir nedeni yoktu görünürde. Yalnızca kulağımıza fısıldanan yeni bir kötülüktü belki de… Ölüm ondan ona bulaşıyordu, gerçek olan buydu, kötü ve yok ediciydi yaşananlar; çiçek gibi. Hepsi bu.
 

Ayak seslerim aksak sayılmaz ama nasıl birine ait olduklarını ele veriyorlar artık biliyorum. Ağrılarını duymazdan geliyorum. Çünkü üzerimde ilaç deneneceğini bile bile doktora gitmeyi istemiyorum. Hepsi yabancı. Birlik tarafından atanıyorlar. İlaç firmalarının burslarıyla okuyorlar. Diploma kodlarında hangi firma desteğiyle okudukları belli. İlaç firmaları en imtiyazlılar demek oluyor. Bizimkilerden son kalan doktorlar da kaza kurbanı olduklarında… Boş ver. Güzel bir kasım gecesi. Yeni buluş el fenerim elimde. Şirketleri yüksek ücret istediklerinden enerji dışarı satılıyor ve biz karanlıktayız. Fener, geceleri özellikle can yoldaşı. Üzerime bir şey daha alsa mıydım? Boş ver. Artık soğuk olmuyor nasılsa. Yağmurlar da rüzgârlar da düzensiz. Bu yıl hiç yağmadı söz gelimi. Önceki yıl tufan olmuştu. Orada burada kirlilikten ötürü parçalardan oluşan garip bir sis. Bir bakıyorsun yok, bir bakıyorsun göz gözü görmüyor. Şimdiki sis adamakıllı edepsiz. Fenerimin güçlü kalın çizgisi içine, bedeninden kopmuş bir organa benzeyen, yarım bir  tabela düşüyor.  Boşlukta sallanıyor; “egemenlik kayıtsız şartsız….” Sözcüklerin devamı yok. Egemenlik apansız şoka girmiş, gözleri fal taşı gibi açık,  tabelada sonsuza dek taşlaşmış olarak sisin oburluğunda yitip gidiyor. Yürüyüş yapardım eskiden buralarda, gece hoş olurdu.  Bir sigara tüttürmesi ne keyifliydi. Zararlı şeyler, doğru. Ama asıl merak ettiğim, gerçekten topluma zararlı olduğundan mı yasaklandı, yoksa yabancıların elindeki içki ve sigara fabrikalarının yurtiçine tamamen karaborsa satış yapabilmeleri için mi? Boş ver. Çok karanlık. Pencerelerden hiç ışık sızmıyor. Karartma perdeleri yüzünden. Gün batınca evlerden ışığımızın ve bedenimizin çıkması yasak. Bir yerde topluca bulunmak, güvenlik nedeniyle yasak, o yüzden tiyatro, sinema ve konser salonları kapalı, eğlence yerlerinin tümü kapalı. Yol kameraları gözetleme birimlerine anında gammazlıyor. Nereden çıktığını anlayamadığın ÖGK’lar karşına dikilip sormaya başlıyor… (“Toplu olmak”  güvenlik nedeniyle yasak olduğundan zayıflayalım dediler, zayıfladık bak.) Artık düzen kusursuz. Genel güvenlik sağlanmış durumda. Pöh!
 
Sise batmış çöplerin içinde kıvıl kıvıl bir sürü pahalı köpek. Yanıma kadar gelen biri kuyruğunu sallayarak yüzüme bakıyor, gözünün biri akmış, tüyleri erimiş. Feneri ona tutuyorum. Eskiden sahipleriyle yürüyüş yaptıkları yerlerden ayrılamıyorlar, buralarda ürüyorlar Çoğu sakat, eksik organlı veya hasta. Evcil hayvanları evde barındırmak yasak. Bunlar da ÖGK’ların atış eğitimlerinden nasılsa kaçıp kurtulmuşlar. Böylelikle kirli ortamda yavaş yavaş parçalanarak, acı çekerek yok olacaklar.
 
Kömürcü caddesinden sağa dümdüz yürüyorum. Bir zamanlar kömür vardı, petrol ve elektrik. Dükkânlar… Cadde şimdi karanlık... Petrol var, doğal gaz var ama fosil yakıtları birlik yasakladığı için para etmiyor. Benim çocukluğumda petrol yok denirdi, başkaları zengin oldu. Şimdi petrol var, yine başkaları zengin oluyor. Bu silah sesi miydi? Bir de cankurtaran sanki! Şimdi seslere dikkat etmenin sırası değil. Irmağın yakınındayım ve erozyondan açılan o olağandışı yarığın kıyısındayım. Tüm evleri, insanları, taşıtları, o alanda ne var ne yoksa yutan toprak, korku verici aç ağzını geceye açmış bekliyor. Dikkatli olmak gerek. Korkunç olayda ortaçağdan kalma köprü (o asırlar görmüş yapıt) parçalanıp saçıldı, onarılmadan öylece bırakıldı. İnşaat şirketlerinin tamamı yabancıların elinde, şehrin bu bölümünüyse onarmak istemiyorlar. Fabrika atıkları yüzünden yakında karantinaya alınıp yaşam yasağı konacak deniyor. Çocukluğunda, buralardaki buğday tarlaları, gündöndü tarlaları içinden bakraçla yoğurt, süt taşıdıklarını anlatırdı annem. Artık tarıma gerek kalmadı. Tüm gereksinimlerimizi ithalatçı firmalar sağlıyor. Hasan Bey’in torunu; bir zamanlar “Tarım, Orman ve Köyişleri Bakanı varmış, ne iş yapıyordu? diyor. Tarımın kalkınması, ormanların korunması diyeceğim ama onlardan biri gözümüze baka baka (adı zaten bakan ya) en olmaz denen şeyi yaptı, bir baktık Tarıma Bakan, İthal Ürünler Bakanı olmuş, dedim, çocuk anlayamadı. Benim torunum olmayacak.
 

Kahretsin! Derneğe on dakikalık yolum varken el fenerimin enerjisi mi bitti? Belki bir tutukluk. Hayır. Karanlığın içinde kala kaldım. En yakın ışık 150-200 m. ileride yalnız kalmış bir ateş böceği çaresizliğiyle titreşiyor. Sorun değil, yolu biliyorum. Ama kızımın uyarıları mı, içgüdülerim mi beni kaygılandırıyor şu an? Yalnızca on dakikalık yol. Gazi Caddesinden, Kıyı sokağa kıvrılmak üzereydim ki ansızın Fırın sokaktan köşeyi dönen bir ışık, ayakkabılarımın burnuna düştü ve onları kapladı. Bu apansız aydınlıktan ötürü bir an tavşansı bir şaşkınlık…
Dur!
Ah, şimdi ne yapmalı? Gece çalışmaları beni fazlasıyla yoruyor. Ama beklenti duygusuyla birlikte küçük zaferler ayakta tutuyor. Buna gereksinmem var. Nedense birinin bana çiçek hediye etmesini istiyorum. Yaşamın gerçeği ise şu;  ÖKG ları aşıp LDD ye ulaşmalıyım. Bay Z yine sol omzumdan kulağıma fısıldıyor: (Ve kimimiz ilk bakışta nefret eder!)
 
Muhafızlar; ÖKG’ler. Üç kişiler, silahlılar, tüm ÖKG ler gibi güler yüzlüler. Gülümsemeyi kirleten insan örnekleri... Bir ÖKG’nin gülümsediğini görüyorsan işler kötüye gidiyor demektir.
Bu saatte kadın başına… Soru gibi sorulmamış bir soru cümlesi.
LDD’nin bir üyesi, toplantıya gidiyor, diye tamamlıyorum.
Kadınların, özellikle yaşlı olanların korunması gerek, diyor biri. Yol ayrımındaki aydınlatmalar çok kötü. İnsan hiç anlamadan kaybolabilir di’mi? Ağzındaki paslı çivileri göstererek gülüyor. Kendimi yatıştırıyorum. (Köle misin, öyleyse dost olamazsın) diyor Bay Z.
Karanlık sokakta ondan başka kimse yoksa özellikle, diyor öteki muhafız.
Demek LDD üyesisin? (Bu üçüncüsü.) Kıyafetinden anlamalıydık.
Okullar ayrılmasın diyenlerden yani, toplu yerlerde erkeklerle kadınlar bir arada dursun diyenlerden yani…
Duyargalarım kötü tınılar algıladığından açıklama getiriyorum: Ben geçen yüzyılın insanıyım. O zamanlar böyle giyinilirdi.
Ama biliyorsun ki biz medeni bir toplum olduk. Geçmiş zamanların giyimini de yaşamını da bırakmalıyız. Bu sağlığımıza da aykırı bir giyim üstelik. Çevre koşulları korunmamızı gerektiriyor, değil mi? Biz çevreye duyarlı, dünya devletine uyumlu bir toplumuz. Vücudunu koruyacak, kapatacaksın, değil mi ya…
Konuyu değiştirmek gerek; Trafik kazaları da çok artmış diye duyuyorum, dünya devletlerinde oluyor muymuş? Kazalardan haberiniz oluyor değil mi? (Artık her ölüm trafik kazası olarak geçiyor kayıtlara çünkü.)
Bilirkişi olarak formları biz dolduruyoruz, diyor yakında duran.
Siz? Ben de soru gibi sorulmamış soru sözcüğü kullanabilirim.
Elbette. Biz. Üçümüz. Bölge bizde.
Sonra zaman zaman böyle dernekçilere yardımcı olmamız da gerekiyor, diyor öteki.
Bizim de canımız sıkılıyordu; ortalık bu akşam çok sessiz demiştik. Di’mi Kamil?
Yardıma ihtiyacım yok, diye tersleniyorum. (İnceltme işaretini niçin kullanmıyor?)
İstifini bozmuyor; Bence var. Baksana giyimin düzene aykırı olduğu gibi, bulunmaman gereken yer ve zamandasın. Dernekte çalışmana ailen ne diyor?
Soru daha çok bir çocuğa sorulmuş cinsten. Diğeri-Kamil olan-sürdürdü: Yorucu ve tehlikeli olmalı. Bu çocukla konuşmuyor, anlaşıldı.
Gülüyor. Geniş ağzındaki tek diş yüzünden mi, sakalları yüzünden mi çok kötü görünüyor bu medeni ÖKG. Kızım yaşlarında var yok.
Yol camiye gidiyor. Camiye gidiyorum demiştiniz değil mi?
Hayır, LDD’ye. Caminin ilerisinde…
Bunun usullere aykırı olduğunu biliyorsunuz herhalde. Bu-bilmemeniz yani- sorun değil de. İnsanın başı derde girebilir hani sonra birden bire…
Yasalara aykırı değil, diye düzeltiyorum. Buzdan yapılmış bir eldivenin yüreğime yapıştığını ve kopmadığını hissediyorum. Karanlıkta ruhlar takırdayıp birilerini çağırıyor. Muhafızlardan biri dikkatle çevreyi gözlüyor. Kaçamak garip bir bakışma aralarında…
Bizimle böyle konuşmanıza gerek yok, biz dostuz, diyor Kamil olan, bana.
Köle misin, öyleyse dost olamazsın, diye tekrarlıyorum kafamın içinde bağırıp duran Bay Z’nin dediklerini.
Bakın böyle konuşmamalısınız, sinirleniyorum, diyor.
(Zorba mısın, öyleyse dostun olmaz) dedi Bay Z.
Zorba mısın, öyleyse dostun olmaz, diyorum.
Ne demek istiyorsun?
Aklımı başıma toplamam gerekiyor. Sonuncu cümlede kötü bir tını vardı çünkü. Söz bana ait değil, 1844’de doğmuş bir düşünürün söylediği, öyle aklıma geliverdi, diye lafı çeviriyorum. Ben LDD üyesiyim, işte kimlik şeridim. Biliyorsunuz yasal ayrıcalıklarım var. Artık sakin konuşuyorum.
Ne demek? LDD’dekilerin ayrıcalıklarını herkes bilir. Bilmeyen var mı Kamil?
Valla zannetmiyorum.
Ama bence ayrıcalık falan yok Kamil! Ağzındaki paslı çiviler yine birbirine çarpıyor.
Birden kendimi fazla kullanılmış bir tahta bezi gibi hissediyorum. Eski, kirli, lime lime, ne yapsan boş, bu pisliği temizlemek olanaksız, içimde büyüyen öfke dudaklarımdan patlayıveriyor! Öyleyse vur beni! diye bağırıyorum.
Göğsümün üstünde bir tokmak vuruntusu. Yürüyüp gidiyordum ki dizlerim kıvrıldı. O, tek dişini göstere göstere; vurdum işte, dedi sakince.
Arkadaşı, Kamil olan; Durup dururken neden yaptın şimdi bunu, deyince, e karşı geldi, diye yanıtladı.
Bu çok gereksiz-bu-bu yaptığın!
Kural böyle.
Ne kuralı? Böyle bir kural yok!
Çeneni kapa kuralı var ama,  diye dişlerinin arasından yanıtladı arkadaşı. Üçünün de çenelerini görüyorum. Kamil olanın dışında ikisinin adını bilmiyorum, belki onlar da Kamil’diler. Birinci Kamil dönüp yürümeye başladı, sakallıydı. Öbür ikisi duruyordu. Onlar da sakallıydı. Bir vuruntu sesi daha oldu. Karanlıkta bir şey az ileriye devrildi. Çenelerden biri bir kürdan çiğniyordu. Kamil çenelerden biri işte… Diğeri de sakız mı ne? Sakız çiğneyen çene; e, nasıl olacak şimdi? dedi.
Kürdan çiğneyen çene; LDD üyesi önce arabasını üstümüze sürdü, sonra arkadaşımızı vurunca biz de onu vurduk, dedi,
(Zorba mısın?) Bay Z’nin gücü tükenmiş… Ellerini yitirmiş…
Miydi?
Acaba?
Şimdi yalnızca bir kasım gecesi ve ;  “Bu benim sabahım, benim gündüzüm başlıyor; gel artık gel ey büyük öğe! Böyle diyordu Zerdüşt; Mağarasından ayrıldı, pırıl pırıl ve güçlü karanlık dağlardan doğan bir sabah güneşi gibi tıpkı.”


İkinci Açıklama:Kaydın devamında yer alması gereken Bay Gabriel  Turcotte tarafından gerçekleştirilip kaleme alındığı söylenen kalıtımla ilgili araştırma raporu elimize ulaşmamıştır. Bay Gabriel Turcotte’yle bağlantı kurulamamaktadır. Sözünü ettiği kişiye ilişkin herhangi bir kayda rastlanmamıştır.- Dünya Kardeşliği Birliği

Eksöz:

Bu öykü 1837 yılında “Messenger” de yayınlanan Bay Edgar Allan Poe’nin Nantucketli Arthur Gordon Pym’nin öyküsü adlı eserinden esinlenerek yazılmıştır. -Serap Gökalp, Bursa, Nisan 2008



(*)(Sf. 901 Poe, bütün eserleri.









Astak Kum saatinde Akarken
Sistem Yayıncılık

Temmuz 2002

278 sayfa 

ISBN:975-322-253-X






  
 Serap Gökalp
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar