Onu tepelerin içine
kazıdım, öcümü de kayaların içindeki tozlara… (*)
Önsöz:
Ellerimin
kime benzediğini merak etmekle başladı her şey. Kalıtımsal özelliklerle ilgili
bir konuya dikkatinizi bir kez çevirirseniz eğer içinizdeki sesi susturmak
olanaksızdır. Ellerim, ne yakın ne uzak
çevremdeki hiç kimseye benzemiyordu. Başlangıçta tamamen bireysel bir eğilimdi ama
sonra…
Araştırmalarım
sırasında günlük tutmam gerekirdi. Oysa böyle bir kaydım yok. Hem güvenlik
nedeniyle hem de yazma konusunda becerim olmadığını biliyorum. Beni
yakınlarımın ikna ettiklerini söyleyebilirim. Bu konuda en çok direnen kişi de
Serap Gökalp’tır. Kendisiyle Edgar Allan Poe hayranlığımız nedeniyle tanıştık.
Size aktaracağım olaylar sırasında (evet o kadar eski) bir araştırmaya gönüllü
deneklik yaptığını söyledi. İnanması olanaksız görünüyor biliyorum.Bu nedenle yaşının büyük büyükannemle aynı
olduğunu ama çıkan kargaşalarda onun kayıtlarını ve izini yitirdiklerinden
kendini saklayabildiğini, günümüze dek ulaştığını anlattı. Belki bir akıl
hastası. Tüm arzusunun yitik ülke için tanık bulmak olduğunu söyledi durdu. Dediklerine
bakılırsa kendisi de o ülkenin insanlarından ve büyük büyükannemden kalan
kayıtları doğruluyor. Bilgileri hemen yazıya dökerek kamunun sağduyusuna
güvenmemi önerdi. Doğaldır başlangıçta cesaret edemedim ama artıkkamuya açıklanmasında ben de yarar görüyorum.
Beri yandan ayrıntıların unutulması, düş gücünün boşlukları doldurulmasıyla
ortaya çıkacak metnin inandırıcılığı da gölgelenebilir, bunu belirtmeliyim.
Serap
Gökalp, Yasak Kayıtlar Yasası nedeniyle korkularımı anlayışla karşılayarak ona
teslim ettiğim bilgileri kurgu olarak bir öykü şeklinde “World Massenger”
ortamında yayınlatacağını söyledi. Kendi imzasıyla yayınlanacaktı, ben saklı
kalacaktım. Kaynak hayli eski bir uygulayım olmasına karşın gerçektir ve
asılları elimdedir. Çalışmanın gördüğü ilginin beni yüreklendirdiğini
söylemeliyim. Özellikle Dünya Kardeşliği Birliğinin desteklerini burada
anmalıyım. Öyküden yola çıkarak o yitik ülkeye ilişkin bir araştırma başlatıldı
ve çok sayıda insana ulaşıldı. Bu noktadan sonra kenarda kalmamın anlamı yoktu.
Yapıtı ikinci kere kendi adımla yayımlamayı uygun gördüm. Ve işte şimdi ortak
çalışmamız olan az sonra okuyacağınız metin çıktı ortaya. Devamında yaptığım
araştırmalara ilişkin ayrıntıları bulacaksınız. Uzun olması nedeniyle birkaç
bölüm halinde sunulacaktır.
GabrielTurcotte
Mainland/
2188
Büyük
büyükanneme borçlulukla.
KAYIT
Alacakaranlıkta
bir güvercin, hiç alışılmadık bir hızla cama çarptığında; aşırı ürkmüş olmalı,
havadaki kimyasallardan yanmış tüyleriyle, kendini insanların eline atacak
denli onu ne korkutmuş olabilir, diye düşünüyorum. Hazırlanmam gerekiyordu. Pencereye
yaklaşıp açmadan çevreye göz atmaya çalışınca uçan başka bir şey, göz açıp
kapayana dek saldırıp, güvercinin kafasını kopardı. Düşmesine olanak vermeden
havada yakaladı, geldiği hızla uzaklaştı. Uçan
balıklardan biri, artık sahilde yiyecek bulamayıp kilometrelerce içeri
giriyorlar, diye iç geçirdim. Çantamı nereye bırakmış olabilirim? Daha
insanlara saldırdıklarına ilişkin bir saptama yok ama böyle giderse… Bunları
söylerken kızımın parmaklarından çaresizlik okunuyor. İnadına; şimdilik ÖGK’lar
yapıyor ya bu işi, diyorum. Anne
bunu yapma, zıtlaşma ve onları yerici konuşmalar yapma. Duyacaklarmışçasına
sesini alçaltıyor. Yenidünya
düzeni, diyorum dişlerimin arasından. Bankerler ve işadamlarının düzeni. Altın
çağ böyle mi oluyor? Erken
hazırlandın, anne… Bir de böyle çıkmamalısın,tam da akşam ezanı vakti. Ezan…
Tanrı'nın böyle istediğini sanmıyorum, biliyor musun? O çok yalın kurallar koymuştur. Karmakarışıklaştırıp
içinden çıkılmaz hale getiren insanlar. Ses ağları beni çekmiyor. Eski moda kıyafetimi
elimle çekiştirip şapkamı giyiyorum. Anne
lütfen, diye yine alçak sesle yalvarıyor. Devrimciler!
Bizim zamanımızda devrim ileriyi işaret ederdi! Ah, ah, nasıl oldu bunlar, biz
nasıl yaşıyoruz? (Zarahustra! ) diye fısıldıyor Bay Z. omzumdan, ayakkabılarımı
giyerken. Yemek
hazırlamıştım. Gelince
yerim. Sen
geldiğinde gaz kapatılmış olacak, ısıtamayacağız. Yine
bazı anımsatmalar yapsam sana! Sonra geri adım atıyorum; soğuk yerim, ne önemi
var? Ama
anne aynı şey değil. Sesinde umut var. Nasıl
değil? LDD direnmese olacakları bir düşünsene! Ticaret yapamıyoruz, zorunlu ruh
eğitiminden sonra okuyamıyoruz, araştırmacı olmamız, mühendislik alanları bize yasak,
turistik gezi yasak, kültürel gezi yasak, iş gezisi mi o da ne? Taşıt kullanma
yasağı da çıkaracaklar deniliyor. Kadınların çalışmasına izin verilmeyecek
farkında değil misin? Yalnızca çalışmak mı? Ve siz mumya görüntülü şu halinizle
bile yanınızda erkek olmadan kapıdan dışarıya çıkamayacaksınız! Olacak olan bu!
Elbette dernek çalışmalı. Elbette her gece bir takım kadınlar ve erkekler çalışmak için karanlıklarda yürüyüp
sabah evlerine dönmeli. Maske takmamıza gerek yokmuş biliyor musun? Tüm bunlar
basın kanalıyla oluşturulmuş sanrılar. Sırf… Duydun
demek… Ama yine de kızımın maskesiz dışarı çıkmayacağından eminim, korkuyor. Sence
de insanlık dışı değil mi? Elbette,
diyor pes etmiş bir sesle. Ama
asıl acı olan bebeklere yapılan güvenlik aşısı. Verilen kimyasal, dokulardan
bir daha arındırılmıyor böylece herkes izlenebilir oluyor. Eğer ağzınızı
açmazsanız, eğer böyle giderse… Artık
tıp fakültelerine kadınları almayacaklar, kadın doktor olmayınca… Bunu da hesap
ediyorsun değil mi? Çocuk istemediklerine artık seviniyorum. Onu
yapamazlar, kadınları yok mu edecekler? Bırak şimdi, bari taşıtla git. Yaya
gidersen mutlaka karşılaşırsın onlarla. Bu giysiler de hiç koruyucu değil anne. Koruyucu.
Yeni giysiler onları mı, kimyasalları mı engelliyor? Hem taşıtın kullanımı için
yeteri kadar yakıtımız yok, bilmiyorum sanma. Su stoklarımız ne durumda? Kaygılanma. Demek
yakıtta sorun var. Bana söylemeliydiniz. Bu kıza güvenim kalmadı, benimle
sorunları paylaşmıyor. Kaygılanmamın
nedeni yalnızca o değil. Fabrikaların zehirli atıklarına engel olmak isteyen Üçüncü
Bölge Mahalle Sivilleriyle ÖGK’lar çatışıyormuş. Birinden biri yoluna
çıkabilirler veya iki ateş arasında kalabilirsin. Yarın alışveriş günü biliyorsun,
kuyruğa sen gireceksin. Unutmadım,
gideceğim. Ateş arasında da kalmayacağım. Yolda
senin canını sıkacaklar diye çok korkuyorum. Sokak
çeteleri, işsizler ordusu! Sivil
toplum örgütleri anne. Hayır
efendim! Bunlar zorba! Mahalle Sivil Örgütü dediğin, kadınların hepsine fahişe
diyor. ÖGK’larsa kimyasal atıklara karşı özel giysi giymeyen kadınları hapse
atıyorlar! Kızım
sessizce önüne bakıyor; Kimlik şeridini aldın değil mi? diyor. Sakın dikleşme
kimseye. Biliyorsun öldürüyorlar. Yeterince
uzun yaşadım. Ama bu iş sonlanmadan ölmeye niyetim yok merak etme. Ve annem
gibi söylenme! Kuşak çatışması yaşıyoruz ama ters bir şeyler var… Burada anne
olan benim yahu! Dillendirmediği
duyguların sözcükleri demir leblebilere dönüşüyor hissediyorum, o yüzden
giderek daha yavaş konuşuyor: Şu dernek iyi hoş ta… Gece, gece… Bir an duruyor;
Uf! diyor, hava ne kadar ağır böyle! Bana
göre son yıllar hep gece zaten. Sabahı bekleyip duruyorum, kulağım kirişte.
Saatin sesini duyuyorum ama biliyorum ki akreple yelkovan uygun adım yerinde
sayıyor. Ha’di, sağlıcakla kal! Çiçek
gibi dersek hatalı bir teşbih değildir. Çünkü biliyorum teşbih hata kaldırmaz.
Adım Muzaffer. Bu kayıt 20… yılının Kasım ayında yapıldı ve ben bir kadınım.
Her şey nasıl başlamıştı, tam olarak bu gün kimse anımsamıyor, eminim. “Salgın
sinsice başlar” derdi Ninem, büyük çiçek hastalığı salgınını anlatırken. “Kimi
zaman önemsiz küçük, kırmızı noktalarla başlayıp, irinlenip patlayan yaralar,
oluşur. İnsanı alıp götürüverir…”Kurtulmayı başaranlarınsa ömür boyu damgasını yüzünde, vücudunda
taşıdığını hafifçe inleyerek anlatırdı. Yüzü çiçek bozuğuydu. Şimdiki salgın da
sinsice başlamıştı; küçük, önemsiz noktalar; bir birine düşman iki görüşün
aniden yükselen ateşi… Yıllar, yıllardır ayrı kamplara bölünmüşlüğün
çatışmalarından yorgun bu yurt, bir sabah kalktığında kendini iyi
hissetmeyivermişti. Belirli bir nedeni yoktu görünürde. Yalnızca kulağımıza
fısıldanan yeni bir kötülüktü belki de… Ölüm ondan ona bulaşıyordu, gerçek olan
buydu, kötü ve yok ediciydi yaşananlar; çiçek gibi. Hepsi bu.
Ayak
seslerim aksak sayılmaz ama nasıl birine ait olduklarını ele veriyorlar artık biliyorum.
Ağrılarını duymazdan geliyorum. Çünkü üzerimde ilaç deneneceğini bile bile
doktora gitmeyi istemiyorum. Hepsi yabancı. Birlik tarafından atanıyorlar. İlaç
firmalarının burslarıyla okuyorlar. Diploma kodlarında hangi firma desteğiyle
okudukları belli. İlaç firmaları en imtiyazlılar demek oluyor. Bizimkilerden son
kalan doktorlar da kaza kurbanı olduklarında… Boş ver. Güzel bir kasım gecesi.
Yeni buluş el fenerim elimde. Şirketleri yüksek ücret istediklerinden enerji
dışarı satılıyor ve biz karanlıktayız. Fener, geceleri özellikle can yoldaşı. Üzerime
bir şey daha alsa mıydım? Boş ver. Artık soğuk olmuyor nasılsa. Yağmurlar da rüzgârlar
da düzensiz. Bu yıl hiç yağmadı söz gelimi. Önceki yıl tufan olmuştu. Orada
burada kirlilikten ötürü parçalardan oluşan garip bir sis. Bir bakıyorsun yok,
bir bakıyorsun göz gözü görmüyor. Şimdiki sis adamakıllı edepsiz. Fenerimin güçlü
kalın çizgisi içine, bedeninden kopmuş bir organa benzeyen, yarım bir tabela düşüyor. Boşlukta sallanıyor; “egemenlik kayıtsız
şartsız….” Sözcüklerin devamı yok. Egemenlik apansız şoka girmiş, gözleri fal
taşı gibi açık, tabelada sonsuza dek
taşlaşmış olarak sisin oburluğunda yitip gidiyor. Yürüyüş yapardım eskiden buralarda,
gece hoş olurdu. Bir sigara tüttürmesi
ne keyifliydi. Zararlı şeyler, doğru. Ama asıl merak ettiğim, gerçekten topluma
zararlı olduğundan mı yasaklandı, yoksa yabancıların elindeki içki ve sigara
fabrikalarının yurtiçine tamamen karaborsa satış yapabilmeleri için mi? Boş ver.
Çok karanlık. Pencerelerden hiç ışık sızmıyor. Karartma perdeleri yüzünden. Gün
batınca evlerden ışığımızın ve bedenimizin çıkması yasak. Bir yerde topluca
bulunmak, güvenlik nedeniyle yasak, o yüzden tiyatro, sinema ve konser
salonları kapalı, eğlence yerlerinin tümü kapalı. Yol kameraları gözetleme
birimlerine anında gammazlıyor. Nereden çıktığını anlayamadığın ÖGK’lar karşına
dikilip sormaya başlıyor… (“Toplu olmak”güvenlik nedeniyle yasak olduğundan zayıflayalım dediler, zayıfladık
bak.) Artık düzen kusursuz. Genel güvenlik sağlanmış durumda. Pöh! Sise
batmış çöplerin içinde kıvıl kıvıl bir sürü pahalı köpek. Yanıma kadar gelen
biri kuyruğunu sallayarak yüzüme bakıyor, gözünün biri akmış, tüyleri erimiş.
Feneri ona tutuyorum. Eskiden sahipleriyle yürüyüş yaptıkları yerlerden
ayrılamıyorlar, buralarda ürüyorlar Çoğu sakat, eksik organlı veya hasta. Evcil
hayvanları evde barındırmak yasak. Bunlar da ÖGK’ların atış eğitimlerinden
nasılsa kaçıp kurtulmuşlar. Böylelikle kirli ortamda yavaş yavaş parçalanarak,
acı çekerek yok olacaklar. Kömürcü
caddesinden sağa dümdüz yürüyorum. Bir zamanlar kömür vardı, petrol ve
elektrik. Dükkânlar… Cadde şimdi karanlık... Petrol var, doğal gaz var ama
fosil yakıtları birlik yasakladığı için para etmiyor. Benim çocukluğumda petrol
yok denirdi, başkaları zengin oldu. Şimdi petrol var, yine başkaları zengin
oluyor. Bu silah sesi miydi? Bir de cankurtaran sanki! Şimdi seslere dikkat
etmenin sırası değil. Irmağın yakınındayım ve erozyondan açılan o olağandışı
yarığın kıyısındayım. Tüm evleri, insanları, taşıtları, o alanda ne var ne
yoksa yutan toprak, korku verici aç ağzını geceye açmış bekliyor. Dikkatli
olmak gerek. Korkunç olayda ortaçağdan kalma köprü (o asırlar görmüş yapıt)
parçalanıp saçıldı, onarılmadan öylece bırakıldı. İnşaat şirketlerinin tamamı
yabancıların elinde, şehrin bu bölümünüyse onarmak istemiyorlar. Fabrika
atıkları yüzünden yakında karantinaya alınıp yaşam yasağı konacak deniyor.
Çocukluğunda, buralardaki buğday tarlaları, gündöndü tarlaları içinden bakraçla
yoğurt, süt taşıdıklarını anlatırdı annem. Artık tarıma gerek kalmadı. Tüm
gereksinimlerimizi ithalatçı firmalar sağlıyor. Hasan Bey’in torunu; bir
zamanlar “Tarım, Orman ve Köyişleri Bakanı varmış, ne iş yapıyordu? diyor. Tarımın
kalkınması, ormanların korunması diyeceğim ama onlardan biri gözümüze baka baka
(adı zaten bakan ya) en olmaz denen şeyi yaptı, bir baktık Tarıma Bakan, İthal
Ürünler Bakanı olmuş, dedim, çocuk anlayamadı. Benim torunum olmayacak.
Kahretsin!
Derneğe on dakikalık yolum varken el fenerimin enerjisi mi bitti? Belki bir
tutukluk. Hayır. Karanlığın içinde kala kaldım. En yakın ışık 150-200 m. ileride yalnız kalmış
bir ateş böceği çaresizliğiyle titreşiyor. Sorun değil, yolu biliyorum. Ama
kızımın uyarıları mı, içgüdülerim mi beni kaygılandırıyor şu an? Yalnızca on
dakikalık yol. Gazi Caddesinden, Kıyı sokağa kıvrılmak üzereydim ki ansızın
Fırın sokaktan köşeyi dönen bir ışık, ayakkabılarımın burnuna düştü ve onları
kapladı. Bu apansız aydınlıktan ötürü bir an tavşansı bir şaşkınlık… Dur! Ah,
şimdi ne yapmalı? Gece çalışmaları beni fazlasıyla yoruyor. Ama beklenti
duygusuyla birlikte küçük zaferler ayakta tutuyor. Buna gereksinmem var.
Nedense birinin bana çiçek hediye etmesini istiyorum. Yaşamın gerçeği ise
şu;ÖKG ları aşıp LDD ye ulaşmalıyım. Bay
Z yine sol omzumdan kulağıma fısıldıyor: (Ve kimimiz ilk bakışta nefret eder!) Muhafızlar;
ÖKG’ler. Üç kişiler, silahlılar, tüm
ÖKG ler gibi güler yüzlüler. Gülümsemeyi
kirleten insan örnekleri... Bir ÖKG’nin
gülümsediğini görüyorsan işler kötüye
gidiyor demektir. Bu
saatte kadın başına… Soru gibi sorulmamış bir soru cümlesi. LDD’nin
bir üyesi, toplantıya gidiyor, diye tamamlıyorum. Kadınların,
özellikle yaşlı olanların korunması gerek, diyor biri. Yol ayrımındaki
aydınlatmalar çok kötü. İnsan hiç anlamadan kaybolabilir di’mi? Ağzındaki paslı
çivileri göstererek gülüyor. Kendimi yatıştırıyorum. (Köle misin, öyleyse dost
olamazsın) diyor Bay Z. Karanlık
sokakta ondan başka kimse yoksa özellikle, diyor öteki muhafız. Demek
LDD üyesisin? (Bu üçüncüsü.) Kıyafetinden anlamalıydık. Okullar
ayrılmasın diyenlerden yani, toplu yerlerde erkeklerle kadınlar bir arada
dursun diyenlerden yani… Duyargalarım
kötü tınılar algıladığından açıklama getiriyorum: Ben geçen yüzyılın insanıyım.
O zamanlar böyle giyinilirdi. Ama
biliyorsun ki biz medeni bir toplum olduk. Geçmiş zamanların giyimini de
yaşamını da bırakmalıyız. Bu sağlığımıza da aykırı bir giyim üstelik. Çevre
koşulları korunmamızı gerektiriyor, değil mi? Biz çevreye duyarlı, dünya
devletine uyumlu bir toplumuz. Vücudunu koruyacak, kapatacaksın, değil mi ya… Konuyu
değiştirmek gerek; Trafik kazaları da çok artmış diye duyuyorum, dünya
devletlerinde oluyor muymuş? Kazalardan haberiniz oluyor değil mi? (Artık her ölüm trafik kazası olarak geçiyor
kayıtlara çünkü.) Bilirkişi
olarak formları biz dolduruyoruz, diyor yakında duran. Siz?
Ben de soru gibi sorulmamış soru sözcüğü kullanabilirim. Elbette.
Biz. Üçümüz. Bölge bizde. Sonra
zaman zaman böyle dernekçilere yardımcı olmamız da gerekiyor, diyor öteki. Bizim
de canımız sıkılıyordu; ortalık bu akşam çok sessiz demiştik. Di’mi Kamil? Yardıma
ihtiyacım yok, diye tersleniyorum. (İnceltme
işaretini niçin kullanmıyor?) İstifini
bozmuyor; Bence var. Baksana giyimin düzene aykırı olduğu gibi, bulunmaman
gereken yer ve zamandasın. Dernekte çalışmana ailen ne diyor? Soru
daha çok bir çocuğa sorulmuş cinsten. Diğeri-Kamil olan-sürdürdü: Yorucu ve
tehlikeli olmalı. Bu çocukla konuşmuyor, anlaşıldı. Gülüyor.
Geniş ağzındaki tek diş yüzünden mi, sakalları
yüzünden mi çok kötü
görünüyor
bu medeni ÖKG. Kızım yaşlarında var yok. Yol
camiye gidiyor. Camiye gidiyorum demiştiniz değil mi? Hayır,
LDD’ye. Caminin ilerisinde… Bunun
usullere aykırı olduğunu biliyorsunuz herhalde. Bu-bilmemeniz yani- sorun değil
de. İnsanın başı derde girebilir hani sonra birden bire… Yasalara
aykırı değil, diye düzeltiyorum. Buzdan yapılmış bir eldivenin yüreğime
yapıştığını ve kopmadığını hissediyorum. Karanlıkta ruhlar takırdayıp
birilerini çağırıyor. Muhafızlardan biri dikkatle çevreyi gözlüyor. Kaçamak
garip bir bakışma aralarında… Bizimle
böyle konuşmanıza gerek yok, biz dostuz, diyor Kamil olan, bana. Köle
misin, öyleyse dost olamazsın, diye tekrarlıyorum kafamın içinde bağırıp duran
Bay Z’nin dediklerini. Bakın
böyle konuşmamalısınız, sinirleniyorum, diyor. (Zorba
mısın, öyleyse dostun olmaz) dedi Bay Z. Zorba
mısın, öyleyse dostun olmaz, diyorum. Ne
demek istiyorsun? Aklımı
başıma toplamam gerekiyor. Sonuncu cümlede kötü bir tını vardı çünkü. Söz bana
ait değil, 1844’de doğmuş bir düşünürün söylediği, öyle aklıma geliverdi, diye
lafı çeviriyorum. Ben LDD üyesiyim, işte kimlik şeridim. Biliyorsunuz yasal
ayrıcalıklarım var. Artık sakin konuşuyorum. Ne
demek? LDD’dekilerin ayrıcalıklarını herkes bilir. Bilmeyen var mı Kamil? Valla
zannetmiyorum. Ama
bence ayrıcalık falan yok Kamil! Ağzındaki paslı çiviler yine birbirine
çarpıyor. Birden
kendimi fazla kullanılmış bir tahta bezi gibi hissediyorum. Eski, kirli, lime
lime, ne yapsan boş, bu pisliği temizlemek olanaksız, içimde büyüyen öfke
dudaklarımdan patlayıveriyor! Öyleyse vur beni! diye bağırıyorum. Göğsümün
üstünde bir tokmak vuruntusu. Yürüyüp gidiyordum ki dizlerim kıvrıldı. O, tek
dişini göstere göstere; vurdum işte, dedi sakince. Arkadaşı,
Kamil olan; Durup dururken neden yaptın şimdi bunu, deyince, e karşı geldi,
diye yanıtladı. Bu
çok gereksiz-bu-bu yaptığın! Kural
böyle. Ne
kuralı? Böyle bir kural yok! Çeneni
kapa kuralı var ama, diye dişlerinin
arasından yanıtladı arkadaşı. Üçünün de çenelerini görüyorum. Kamil olanın
dışında ikisinin adını bilmiyorum, belki onlar da Kamil’diler. Birinci Kamil
dönüp yürümeye başladı, sakallıydı. Öbür ikisi duruyordu. Onlar da sakallıydı. Bir
vuruntu sesi daha oldu. Karanlıkta bir şey az ileriye devrildi. Çenelerden biri
bir kürdan çiğniyordu. Kamil çenelerden biri işte… Diğeri de sakız mı ne? Sakız
çiğneyen çene; e, nasıl olacak şimdi? dedi. Kürdan
çiğneyen çene; LDD üyesi önce arabasını üstümüze sürdü, sonra arkadaşımızı
vurunca biz de onu vurduk, dedi, (Zorba
mısın?) Bay Z’nin gücü tükenmiş… Ellerini yitirmiş… Miydi?
Acaba? Şimdi
yalnızca bir kasım gecesi ve ; “Bu benim
sabahım, benim gündüzüm başlıyor; gel artık gel ey büyük öğe! Böyle diyordu
Zerdüşt; Mağarasından ayrıldı, pırıl pırıl ve güçlü karanlık dağlardan doğan bir
sabah güneşi gibi tıpkı.”
Eksöz:
Bu
öykü 1837 yılında “Messenger” de yayınlanan Bay Edgar Allan Poe’nin Nantucketli
Arthur Gordon Pym’nin öyküsü adlı eserinden esinlenerek yazılmıştır. -Serap
Gökalp, Bursa, Nisan 2008