Kyoto'dan Hiroşima'ya

                  


Japonya Gezi Notları: 3
O Ateş Turnalarının Peşinde

                                          "Kapayın pencereleri sımsıkı
                                            çocukları sokaklara bırakmayın
                                            yağmurlar ölüm taşıyor tohumlara"   
                                                                             Nazım Hikmet

Kyoto'dan Hiroşima'ya doğru giderken, özellikle Osaka'dan sonra, onlarca tünele girilip çıkılıyor. Kimisi dakikalarca sürüyor, hem de hızlı trenle. Bu manzara karşısında, bir yandan duyulur duyulmaz “Dağlar seni delik deşik ederim" türküsünü tutuyorum, bir yandan da bizim yıllardır bitmeyen, bitirilemeyen "Bolu Dağı Tüneli"nin macerasını düşünüyorum. Kış gelince Bolu Dağı'nda kaç kazanın daha olacağını, yolun yine saatlerce trafiğe kapanıp kapanmayacağın düşünüyorum. Ben böyle bir didişmenin içindeyken birden taşın taşlığına pişman olduğu Hiroşima'ya geldiğimizi fark ediyorum. Elbette bir taş yüreklinin bunu ilk bakışta hissetmesi pek olası değil. Çünkü Hiroşima, küllerinden yepyeni çağdaş bir kent yaratmış. İnsanoğlu, bugüne değin neyi barıştırdı bilmem; ama Japon insanı, karşıt gibi görünen iki kavramı birleştirmeyi başarmış: Disiplin ve özgürlük.  Demek ki Japon insanı: "Disiplin, özgürlüğe engel mi?" sorusunu bizden daha çok sormuş kendine. Bu arada bir soru da kendime yöneltiyorum. "Yoksa Einstein, bu iradeyi anlamayanlara, bu irade karşısında küçük dilini yutanlara mı dil çıkarıyor?" Karşıtların yaratıcılığına tanık olunca böyle bir ironinin peşine takılmaktan kendimi bir türlü alamıyorum ve şu kanıya varıyorum: Benim ülkemde, çoluğumuzun çocuğumuzun başına dert olan biricik şey,  insanımızın "disiplin"le "özgürlük"ü bir arada hiç mi hiç düşünememiş olmasıdır? Oysa Japonya'da Melih Cevdet Anday'ın o düşünsel oyunu Mikado'nun Çöpleri'nde tanık olduğumuz kılı kırk yaran dikkat ve disiplin, gelenekten beslenmesini sürdürerek her yerde bir olgu olarak karşımıza çıkıyor.

Hiroşima'da, ırmak kıyısındaki o harika manzaralı Kikkawa'ya (Hotel Flex) eşyalarımızı bırakıp dünyanın cennet köşelerinden biri olan Miyajima adasına doğru yola çıkıyoruz. Trenden inip Miyajima'ya geçmek için vapura binerken bizi tanıdık bir yüz selamlıyor. Karşımıza, Kabuki tiyatrosunda izlediğimiz o Gagaku'nun heykeli çıkıyor. Bizim kültürümüzün bir parçası olan Karagöz'e benzetiveriyorum onu. Ben, Karagöz'le, Bursa dışında hiçbir yerde karşılaşmadım. Ama geleneksel Japon kültürünün  izlerini, burada olduğu gibi, Japonya'nın her yerinde görmek olası. Miyajima, yeşilin sınır
tanımadan coştuğu  bir İrem Bağı. Bir ara Burgazada sahilindeymişim gibi bir duyguya da kapılmadım değil. 







Miyajima’da Denizle Gelgit Oyununda
Bir Tapınak:
"İtsukushima"






Atom felaketini yaşayan Hiroşima ve çevresi, turizmin nimetini yiyen bir kent. Diğer Japon kentlerine göre her şey, çok ama çok pahalı. Adaya çıkar çıkmaz bizi yine geyikler karşılıyor, bir de bağdaş kurup oturmuş, öğretmenlerini dinleyen öğrenciler. Bir süre geyiklerle oynaşıyoruz. Tutuğum notları kapıp kaçan bir geyiğin peşinden de epeyce koştum. O notları kurtarmasaydım, sanıyorum bu yazı çok eksik kalacaktı. İtsukushima, Nara'daki Todai-ji Tapınağı gibi Unesco'nun  korumasındaki bir dünya mirası. Tapınağın dış kapısı denizin ortasında, sular içinde. Ama burası, dünyada günübirlik gelgit olayının izlendiği üç yerden birisi. Nitekim akşamüzeri geziden
döndüğümüzde, sular iyice çekilmiş durumdaydı. Üç dör saat önce sular altında olan o kapıya kadar yürümek artık olası, biz yürümedik, ama yürüyenlere tanık olduk. Buraya geldiğimizde tapınakta evlenen bir çift için yapılan ayin bitmek üzereydi. Sonra fotoğraf çekimine geçildi. Üç kuşak Japon ailesi, yerel giysileriyle, kimonolarıyla, bir aradaydı. Fotoğraf çekimi aşağı yukarı bir saat sürdü. Her birinin duruşuyla, hatta giysilerinin kıvrımlarıyla tek tek ilgilenen bir görevli. Elbette görevliyi en çok uğraştıran da çocuklardı. Japon yaşamında disiplinin ne kadar önemli olduğuna, bu fotoğraf çekimi sırasında bir kez daha tanık olduk. Sonra gelin ve damattan başlayarak, herkese yanımızdan hiç eksik etmediğimiz o nazarlıklarımızı takıp onları kutsadık. Böyle bir sürpriz, onları çok ama çok sevindirdi. Bir de bizim için poz verdiler; biz de bol bol fotoğraflarını çektik.



   


Üç Kuşak Bir Arada




Miyajima'ya gelip dağa doğru tırmanmamak olmaz. Sonbaharla bir renk şölenine dönüşen Momijidani Park'ın dağ yollarında yürüdük uzun uzun. Her renk balıkla tanıştık şaşırmışlığın hayranlığıyla. Sonra da teleferikle zirveye… Doruktan bütün Hiroşima koyunu ve adaları (Okurakami-jima, kokurokami-jima, Eta-jima, Nasami-jima…) görmenin keyfini yaşadık. "Maymunlarla göz göze gelmeyin." uyarılı tabelalarla karşılaştık. Ormanda onca yürümemize karşın, o büyükbabalarımızla karşılaşma şansını ne yazık ki yakalayamadık. Teleferikle inerken bütün koyu kaplayan balık üretme çitlikleri dikkatimi çekti. Keşke bu iş, bizim ülkemizde de kurallarına göre yapılsa, diyorum. Halkımız, balık üretme çiftliklerine düşman olmasa. Üç yanı denizle çevrili bir ülkenin halkı olarak, balığa hasret kalmasa. Daha da önemlisi, balık yemeyi beceremeyen, balıktan habersiz bir toplum olmasa...


Akşam, Hiroşima'da bir iş yerinin üst katındayız. Japonya'da her lokantanın vitrininde, hepsi yapma da olsa, neler yiyebileceğinizi görmek olası. Bu çeşit zenginliği başınızı döndürüyor. Karar vermekte en çok zorlanılan yer, lokanta önleri olsa gerek. Sonunda "acaba"lı bir karar verip birine giriyoruz. Soya lifi oldukça bol, taze soğanlı, mantarlı, bizim saç böreklerine benzer bir Japon gözlemesiyle biralarımızı içiyoruz. Bu yiyeceği, gözümüzün önünde hazırlayıp pişiren delikanlıya ve servisi yapan hanıma, Türk olduğumuzu söyleyip nazarlık takıyoruz ve oradan ayrılıyoruz. Bu seremoniyi  izleyen başka bir delikanlı, arkamızdan koşup geliyor ve bize güç bela bir şeyler anlatmaya çalışıyor. Kendi emeğinin ödüllendirilmemesinden alınmış bir hali var. Yediğimiz mantarların Türkiye'den geldiğini söylüyor bize.  Meramını anlattığını anlayınca, kendini ifade etmiş olmanın rahatlığından ötürü, görseniz nasıl da heyecanlanıp mutlu oluyor. "Biz Hiroşima'ya atom mantarıyla değil, kültür mantarıyla gelenlerdeniz." diyorum. Karşılıklı kahkahalarımızı patlatırken, o kaderci Türk sözünü, yine anımsamadan edemiyorum: İnsanoğlu nereye giderse gitsin sadece kendi ekmeğini yer. 

Bugün daha da heyecanlıyım. Benim için bu gezinin anlamı, insanlığın yaşadığı o en büyük felaketin izini sürmek, bir biçimde tanığı olmak öncelikle. 6 Ağustos 1945'ten bu yana, Hiroşima'nın tohumları nasıl çimleniyor, çiçekleri ne renk açıyor, Sasaki'nin turnaları hangi yöne uçuyor, bulutlar neye küskün; daha doğrusu bu sabah merakım iyice dorukta. İlk durak, o büyük yıkımdan yalnızca iskeletini kurtarabilmiş kilise ve avlusu. Dağlarca'nın "Allah olmasaydı, onu ben bulurdum." dizeleri beynimde zonkluyor. Bir şeylere sığınmak istiyorum, ama zor. Tanrı bile sadece kilisesinin, kendi evinin, iskeletini kurtarabilmiş, demekten kendimi alamıyorum. "Çılgınlık"la "çıldırma"nın buluştuğu günü hayal ediyorum. Yandaki ırmakta yanıp akan derileriyle sulara tutunmaya çalışan o insanları göreceğimi sanıyorum. İki adım sonra radyasyon tohumu bir "Tepegöz"le karşılaşmaktan korkuyorum. Ama olmuyor, insan yanım, zayıf yanım yine ortaya çıkıyor. Ne mi o? O her şeye alışmak…

İnsanlığın yaşadığı bu en büyük dehşet anı, kilise avlusuna yerleştirilmiş birçok yazıt, heykelcik ve bilgilendirici levhayla kalıcılaştırılmış. Biraz ileride bombanın düştüğü yerde yükselen başka bir anıt ve 8.15'te durdurulmuş muş bir saat. Her yerde o renkli kâğıtlar. Soruyorum, "Sadako Sasaki'nin turnaları" diyorlar. Sadako Sasaki, atomun yaydığı radyasyondan etkilenip on yıl sonra lösemiye yakalanan bir kız çocuğu. Nazım'ın dizelerine esin kaynağı olan o "Kız Çocuğu": "Hiroşima'da öleli / oluyor bir on yıl kadar. / yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar"

Her Japon gibi Sasaki de bir "origami", yani kâğıt katlama sanatı ustası. Hastalığı sırasında, kendisine şans getireceğine inanarak kâğıttan turnalar yapıyor, hem de kimine göre bin, kimine göre binlerce. O, bu turnalarla,  Hiroşima'nın ve "barış"ın simgesine dönüşüyor. Ama umuda sarılmak, bin tane turna kuşu yapmak da yetmiyor Sasaki'ye, Sasaki'lere... Irmağı geçince ilk durağımız, Sasaki adına dünya çocuklarının bağışlarıyla yaptırılıp 5 Mayıs 1958'de açılan anıt. Bugünün çocukları Sasaki'yi hiç yalnız bırakmıyor. Anıtın tepesindeki Sasaki ise, elindeki turnasıyla şimdi onlara şans diliyor. Öğrenci gruplarının biri gelip biri gidiyor. Her grup kendi programını sunuyor. Şarkılar söylüyorlar; ama intikam marşları değil, barış şarkıları. İşte tarih böyle öğreniliyor, böyle öğretiliyor. Dört duvar arasında, duvardan duvara çarpa çarpa bir kakofoniye mahkûm olan o nal sesleri ve  nutuklarla değil.

 

 



Akan Deri ve Bir Tutam Saç


Barış Parkı'ndaki o anıtın pek çok resmini, daha önce kitaplarda ve ansiklopedilerde görmüştüm. Devasa bir anıt. Fotoğraf makinemle kalıcılaştırıyorum. Anıt, semer biçimindeki kil figürler örnek alınarak yapılmış. Bir "kenotaf", yani eski Japon mezarlarının bir örneği. İçinde atom kurbanlarının listesinin bulunduğu büyük bir taş yer alıyor. Biraz ileride de "Hiroshima Peace Memorial Museum", Barış Müzesi. Müzede teknolojinin bütün olanaklarından yararlanılmış. Taş, giysi, kitap… O büyük yıkımdan arta kalan her şey orada. Bir yanda derisi akan, öte yanda birbirine yapışıp kalmış insanlar… Kentin yıkım öncesi ve yıkım sonrası hali … O "6 Ağustos", nasıl canlandırılabilecekse öyle canlandırılmış. Bir de radyasyonun etkileri… Özetle tarih dondurulmuş, ateş dondurulmuş. Seçimini yapacağınız dille, her türlü bilgiye ulaşmanız olası; onlarca bilgisayar ve el kitapçığı. Çıkışta imzanıza açık anı defterleri. Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" uyarısına, bir de "Türkiye" sözcüğünü ekleyip anı defterini imzalıyorum. Not defterime de oradaki mühürleri teker teker basıyorum.


Barış Parkı'ndaki o anıtın pek çok resmini, daha önce kitaplarda ve ansiklopedilerde görmüştüm. Devasa bir anıt. Fotoğraf makinemle kalıcılaştırıyorum. Anıt, semer biçimindeki kil figürler örnek alınarak yapılmış. Bir "kenotaf", yani eski Japon mezarlarının bir örneği. İçinde atom kurbanlarının listesinin bulunduğu büyük bir taş yer alıyor. Biraz ileride de "Hıroshıma Peace Memorial Museum", Barış Müzesi. Müzede teknolojinin bütün olanaklarından yararlanılmış. Taş, giysi, kitap… O büyük yıkımdan arta kalan her şey orada. Bir yanda derisi akan, öte yanda birbirine yapışıp kalmış insanlar… Kentin yıkım öncesi ve yıkım sonrası hali … O "6 Ağustos", nasıl canlandırılabilecekse öyle canlandırılmış. Bir de radyasyonun etkileri… Özetle tarih dondurulmuş, ateş dondurulmuş. Seçimini yapacağınız dille, her türlü bilgiye ulaşmanız olası; onlarca bilgisayar ve el kitapçığı. Çıkışta imzanıza açık anı defterleri. Atatürk'ün "Yurtta barış, dünyada barış" uyarısına, bir de "Türkiye" sözcüğünü ekleyip anı defterini imzalıyorum. Not defterime de oradaki mühürleri teker teker basıyorum.


 






Taş Taşlığına Pişman




Çıkışta müzenin öbür yanında gördüğüm heykel, yine kanını donduruyor; bir çocuğu kucağında, diğeri sırtında bir ana; "onları nasıl korurum" kaygısıyla öylesine diz üstü yere kapaklanıp kalmış. Acıyla, kendimi bir kez daha yoğuruyorum. Göz yaşlarım dizelere dökülmeye başlıyor. İşte kâğıda ilk düşenler, not defterimin sayfa üstlerinde yer alanlar : "Niye hiç küsüp gitmez şu bulutlar",  "Taş taşlığına pişman", "Akan deriyim artık", "Derilerimden barış kayıkları yapın / Nasıl mı / Bir Eskimo bilir herhal"… Elbette emperyalizmin silahları değil. Peki o tek tek dizeler, bir şiire dönüştü mü derseniz, yanıtım evet; şiirin tamamı da bu yazının sonunda. Özetle acıyı bal eylemek, her yerde kolay olsa bile Hiroşima'da öyle pek kolay değil. Kolay değil ama, Hasan Hüseyin'in o "kör olasın demiyorum / kör olma da / gör beni" dizeleri, insan yanımı bir türlü bırakmıyor. Bıraksa mı iyi, bırakmasa mı daha iyi; bu duygu anaforunda bir türlü karar veremiyorum. Ama bir gerçeği görüyorum. Yaranın nasıl sarılacağını. Bizde "ilişkilendirme zorluğu"nu ya da "çöküş"ü ifade eden o "nereden nereye" deyimi, her iki anlamıyla burada tam karşıtını ifade ediyor.
 
Öğleden sonra Fukuoka. Seul'e Tokyo'dan daha yakın bir kent. Küşü adasının kuzeyinde, ama trenle ulaşılıyor. Burada, "100 Yen" otobüsleriyle  bütün kenti dolaşabiliyorsunuz. Japonya'nın her kentinde bir de "100 Yen" mağazaları var. Hani şu bizdeki "Ne Alırsan 1 YTL"ler gibi. II. Dünya Savaşı'nın yıkımı nedeniyle, kentte hiçbir tarihi yapı kalmamış.  Otobüs durağında yan yana dizilmiş ayakkabı tamircilerini görüyorum; "Zengin, nasıl zengin oluyor?" sorusunu ister istemez sordurtan. 
 
Fukuoka'nın bana sunduğu bir sürprizi burada anlatmalıyım ki yazıya keyif gelsin. Bir şeyler yemek için girdiğimiz  bir işyerinin yemek bölüme  giriyoruz. Her yerde olduğu gibi burada da müşteriye tadımlıklar sunuluyor. Bu kez aldığımız, dumanı üstünde, küçük bir tasta sunulan çorbaydı. Önyargılı davranmamak için hemen afiyetle içtim. Görünüşü de bizim üzüm hoşafına benziyordu. Sonra sordum; meğer o benim üzüme benzettiklerim bir tür deniz kurduymuş. Demek ki doğanın bize sunduğu her şeyden yararlanmak olası. Bundan sonra da bana hiç kimse "İçinde hiç kurt yok mu?" diyemez, merakımı sorgulayamaz. Merak, adama kurt da yediriyor. 
 
Japonya her kentinden, en az bir ırmağın geçtiği bir ülke. Ayrıca Fukuoka ve Hiroşima'daki ırmaklarda gelgiti, günübirlik izlemek, olağanüstü bir doğa olayı ve keyif...  Bir ırmak kıyısındaki Tenjin Park, oldukça dinlendirici. Irmak sefası ve balık ızgara da cabası. Biranın tadına da diyecek yok. Bu güzellik karşınında, "Bu günü yaşamak da bana yetip artar!" deyip Cemal Süreya gibi Tanrı'ma rahatlıkla "Üstü Kalsın" diyebilirim. Ayrıca Üsküdar'a gider iken bulduğunuz o mendil, belki de Fukuoka'da kaybedilen mendildir… Neden mi? Manzara aynı, ortam aynı, renk aynı.  Su, kayık, balık, ızgara…  Ağaçlar yine sonbahar kızılı. Hadi özetlemeyi Haşim'le yapalım: "Suyu yakuta dönüştüren bu hazan"da "Bir taraf bahçe,  bir tarafta dere  / Gel uzan sevgilim benimle yere" demenin tam sırası.





SADAKO SASAKİ’NİN TURNALARI
 
Niye hiç küsüp gitmez şu bulutlar bilmem ki
Yoksa anılarını mı yıkar bir başına
Ve Hiroşima göklerinde savrulup
Savrulup o hallacı mı aramaktadır
                                       yana yakıla.
Ama taş taşlığına pişman Sasaki
Öyle bir körduman ki yıllar var
O ağustos sıcağıdır yakıp kavurur
‘Yaprak’la ‘rüzgâr’ın aşkını o sütliman.
 
Sen o aşkı yaşayamadın ki Sasaki
O ‘yaprak’la ‘rüzgâr’ın o sütliman aşkını.
Ah Einstein, kurudu bak bütün ırmaklar
Neden dil çıkarırsın bilmem ki neden
Yaşama, yaşamaya ve yaşanamayan bir aşka
Çocuklar çocuk değil ki artık…
Gelgitli bir yaşama tünerler dal öğleyin
Tohum da çimlenmiyor bedende artık
Ah yuvasız kuşlar, kusarken kan-irin,

Zehirli mantarı sen de bilirdin elbet Sasaki
Ama gökler çok, çok uzak
Bilemezdin farkını elbet, o demir kuşla
Dal boylu süzgün turnaların ve çığlığın.
Turna avcısı o demir kuş ki
Kustukça o ifritin kinini kustu,
Nasıl bir annenin kinidir, ey Enola
Her yer ölüm kokuyor şimdi adım başı,
Çiçekler ki bir o kokuya söz geçiremiyor.
Bedenler yanarken niye yürekler yanmaz
Uçsun artık; uçur o allı turnalarını, uçur
                                           ah canım Sasaki

Akan deriyim artık

Ve bir tutam saç,
Derilerimden barış kayıkları yapın
Saçlarımdan gökkuşakları insanlığa.
Nasıl mı
Umiak yapmasını bilenlere sorun sadece
Bir de saçlarına çiçek takanlara.
Bir Eskimo bilir herhal
Belki de bir Kızılderili,
Sormayın  o “gi, gi, gi” ölümü sulayan
O radyasyon satıcısı yankilere.
Çocuklar turnadır değil mi Sasaki
‘Yaprak’la ‘rüzgâr’ın sütliman aşkında büyüyen
Turnaların uçuyor turnaların bak
                                          Oy kızım Sasaki
 
24 Ekim 2006, Hiroşima – 2 Kasım 2006 Nazilli
 



Kapı aralığı:

Sadako Sasaki: Atomun yaydığı radyasyondan etkilenip kanser olan hastalığı sırasında yaptığı turnalarla Hiroşima'nın ve barışın simgesi olan Japon kızı.
Enola: Atom bombasını Hiroşima’ya atan pilot Paul Tibbets’in annesinin adı,
uçağın adı ise Enola Gay.
"Yaprak" ve "rüzgâr": XII. Yüzyıl Japon şairi Saygyo'nun şiirindeki imgeler
Umiak: Eskimo kayığı, teknesi.
Gi: II. Dünya Savaşı’ndan bu yana Amerikan askerleri için kullanılan ad,
"Government İssue"nün kısaltması.



Afrodisyas'tan "Günaydın Yeryüzü"ne
afrodisyas-sanat yayınları
deneme ve gezi
Nisan 2008, İzmir
ISBN 9789759357238







  
 Tahsin Şimşek
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar