İnci Güzbüzatik Öyküleri 

                  

 

«Neyi» anlattığınız elbette çok önemli, ama onu «nasıl» anlattığınız daha da önemli. Aslında hepimiz, sadece yazarak değil, hayata bakışımızla, tavrımızla, ilişkilerin akmasını ve tıkanmasını sağlayan olumlu ve olumsuz duygularımızla bir şeyler anlatıyoruz, belki de çoğumuz aynı şeyleri anlatıyoruz. Sevgiyi, nefreti, vefayı, ikiyüzlülüğü, dostluğu, ihaneti... Yazmasak bile yaşayarak kendi hayatımızın dramalarını ortaya çıkarıyoruz. Hayat bizim tek ya da bazen birkaç perdelik sahnemiz oluyor, her birimiz milyarlarca figüranı bulunan bu oyunun baş oyuncusu olarak kendimizi üretiyor ya da tüketiyoruz. Çünkü her birey kendi hayatının merkezindedir, diğerleri onu tamamlayan vokal grubudur sanki. Ne kadar severseniz sevin, çocuğunuz sizin hayatınızı tamamlayan ve süsleyen bir motif oluyor, çünkü siz kendi hayatınızın merkezindesiniz. Onu siz yazacaksınız. Duygularınızla, düşüncelerinizle, tavırlarınızla, hayatınızı bir sanat eseri haline siz dönüştüreceksiniz. 

Farkınız burda ortaya çıkıyor işte. Kendinize özgü bir diliniz ve tavrınız varsa, işte o zaman, hayatınızda ve sanatınızda kendi tarzınızı da yaratıyorsunuz. Bu açıdan bakıldığında hayatın «yanlışları» da yok aslında. Hayatın sadece «kendisi» var. Ama sizin «nerde» durduğunuz ve «nasıl» baktığınız önemli. Çünkü siz bu duruşunuz ve bakışınızla hayata yeni renkler katacak, hayatı zenginleştirecek, diğerleriyle hayatın görünmeyen yüzünü paylaşacaksınız. Ara Yayınlarından geçtiğimiz Mart ayında piyasaya çıkan ve okuruyla buluşan «Aşk Kaldığı Yerden» adlı kitabında İnci Gürbüzatik öyküleri bana bunları düşündürdü. 

«Kitaptaki öykülerden bazıları, upuzun ömürleri bir söylence olup anlatılan, şaşırtıcı hayatları sesizce fısıldanan, ortalıkta görünmedikleri, sesleri duyulmadığı, ne yaptıkları bilinmediği için üstlerinde flaşlar patlatılmayan Bodrumlu kadınların... Onlar kuytudaki kadınlar. Bodrum’un öteki kadınları...» 

Kitabının önsözüne böyle giriyor İnci Gürbüzatik. «Üstlerinde falaşlar patlatılan» kadınlar, seçtikleri riyakârlık ve sahtelik rolünü yüzyıllardan beri başarıyla sürdürüp geliyorlar, fakat onların gölgesinde ve bu gölgenin yarattığı kuytu karanlıklarda kalan «hayatın öteki yüzünü» görmek için mutlaka bir İnci Gürbüzatik tavrına ve bakışına ihtiyaç vardı diye düşünüyorum. Projektörlerini o kuytulara çeviren ve o karanlıkları aydınlatıp açığa çıkaran bir aydın duruşuna, aydın bakışına... 

Milyarlarca figüranı olan bu dramanın baş oyuncusu sizsiniz. Üretiyor, paylaşıyor, çoğalıyor, mutlu oluyor... ya da tükeniyor, kayboluyorsunuz. Kendinizi üretirken «bir şey» anlatıyor, kendinizi tüketirken «başka bir şeyi» anlatıyorsunuz. Kendi özel dünyanızda kaybolup gittiyseniz, kaybolup gitmeyi anlatıyorsunuz. İkiyüzlüyseniz, hainseniz, vefasızsanız... İkiyüzlülüğü, hainliği, vefasızlığı... Yazarak değil, yaşamınızla anlatıyorsunuz. Yalanı bir yalancıdan daha güzel kim anlatabilir ki? İdealizmi, inançları uğruna darağacına giden altmış sekiz kuşağından öğrendik. Darbeleri darbecilerden öğrendik. Faşizmin nasıl bir şey olduğunu, Faranco’nun, Mussolini’nin, Hitler’in hayat anlayışlarından öğrendik. Gösterişi, sahteliği, riyâkarlığı, yüzeyselliği de onlardan öğrendik; «üstlerinde flaşlar patlatılan kadınlar»dan... Herkesten bir şey öğrendik. Fakat hayatın görünmeyen yüzünü gösteren özgün bakışlara, özgün tavırlara ne kadar hasret kaldı bu toplum!.. 

Bu toplum eğer özgün tavırlara, özgün bakışlara hasret kaldıysa, hasret kaldığı bireyleri de yetiştirecektir mutlaka. Doğanın değişmeyen yasasıdır, siz eğer para uğruna doğayı sömürür soluduğunuz oksijeni tüketirseniz, doğa kendine oksijen üretimini sağlayabilecek yeşil alanları ortaya çıkarmak için volkanik küller püskürtür, kıraç bıraktığınız topraklar sulara gömülür ve suların altından bereketli yeni topraklar çıkar. Kendine özgü kişiliklerin hunharca katledildiği ve insanlara şablon görüşlerin dayatıldığı şu dönemde, İnci Gürbüzatik öykülerine ne çok hasretiz diye düşünüyorum. 

«Alınlarında birbirlerine benzer yazılarla doğan, öykülerini kendileri yazan bu kadınların, uzaktan bakıldığında sıradan gibi görünen, derinliğine incelendiğinde düşündürüp şaşırtan, içinde gerçekliğin ve değişimin gizini barındıran yaşamlarıyla onlar bir tarih, toplumun gerçek tarihi...» 

Yazar böyle devam ediyor önsözüne. Gürbüzatik öykülerinin önemi burda belki de. «İnsanı derinden etkileyen nedir bu öykülerde?» diye sorduğunuzda dişe dokunur bir yanıt bulamıyorsunuz. Çünkü yok. Gerilim yok, ayak oyunları, dönen dolaplar, entrikalar yok, cinsellik deseniz yok, dinsel değerleri, milli duyguları şahlandıran kahramanlık söylevleri de yok. Dili deseniz, oldukça sade, yalın, gösterişsiz... Sanat yapma kaygısı ve özentisi yok, süslü püslü cümleler yok. Öyleyse bu öykülerde insanı derinden etkileyen nedir? 

Kitabı okuyup bitirdiğinizde bunları düşünüyorsunuz. Mesela kitabın ilk öyküsü «Marko»yu asla unutamıyorsunuz. Yaşlı bir kadınla «Marko» adlı köpeğinin ilişkisinde insanı etkileyen ve kendine çeken ne olabilir? Sahibine karşı sürdürdüğü mücadelede Marko’ya kızıyor, Marko’yu seviyor, Marko’ya acıyorsunuz. Marko, davranışlarıyla silinmez bir iz bırakıyor belleğinizde. Giderek bir kişilik kazanıyor adeta. Kitabın diğer öykülerini okurken bile aklınız bu öyküde takılıp kalıyor. 

Aslında hepimizin her gün bakıp geçtiği... fakat göremediğimiz, sadece bakıp geçtiğimiz sıradan bir olay, yazarın dilinde etkileyici ve büyüleyici bir güzellik kazanıyor. Söz konusu eğer hikâye yazmaksa, dantel gibi ince ince örülmüş ayrıntıları ve duygu yoğunluğuyla «Marko» sözcüğün tam anlamıyla bir hikâye... Bu haliyle algıladığınızda hikâye değerinden hiçbir şey kaybetmiyor. Fakat ona «ironik» bir anlam yüklediğinizde boyutsal derinlikler kazanmaya başlıyor. Hayatımızda hangimiz ihanetle, vefasızlıkla, nankörlükle karşılaşmadık? Ya da hiç ihanet etmedik, vefasız olmadık, nankörlük yapmadık mı? 

Marko, çaresiz kalıp nankörlük yaptığı sahibinin evine tekrar döndüğünde sahibi onu eve almıyor. Yağmurlu ve soğuk geceyi avludaki fırında geçiren Marko, sabah sahibinin onu fark etmesiyle tekrar kovuluyor. Hikâye şöyle bitiyor: «Geceyi geçirdiği ılık fırın kapağının sertçe kapandığını duydu, yağmur damlalarının yüzünü ıslattığını... Rüzgârı, dışardaki soğuğu duyumsadı, açlığını da... Simsiyah gökyüzünde çakan şimşeklerin pırıltısını gördü. Kendisi için açılan sokak kapısından yavaşça çıktı. Yakınlara düşen bir yıldırımın patlayan gürültüsü üstüne, hırıltılı bir sesle ‹elveda› der gibi havlarken, sanki Atike’nin ‹Markoooo!› dediğini duydu. Sanki ‹dur!› diyordu yaşlı kadın. ‹Allah’ın cezası, başımın belası, dur, gitme!› diyordu.» 

Yaşlı kadının gerçekten böyle demesini ne çok isterdim. Hüzünle burkulan yüreğim ne çok rahatlardı o zaman. Fakat sorduğunuzda «orası belirsiz» diyor İnci Gürbüzatik. Yaşlı kadın böyle söylememiş olabilir. Bu belki de Marko’nun beklentisi, düşü, kuruntusudur. Oysa siz bir okur olarak, o yaşlı kadınla birlikte affetmenin huzurunu, hatta Marko’yla birlikte affedilmiş olmanın mutluluğunu duyumsamak istiyorsunuz. Okuduğunuz hikâyeyle bu kadar içiçesiniz artık. Daha ilk sayfalarında sarmalayıp içine almıştır sizi. 

Sonraki hikâyeleri okuduğunuzda fark ediyorsunuz ki, yazar size çok katı bir dünyanın acımasız ve vahşi çehresini yansıtıyor. Bütün değerleri yok eden bu bencillik ve ikiyüzlülük deşifre edilirken, ezilen kadınlarda, onların kadınlık duygularından daha çok insani duygularının ön plana çıktığını görüyorsunuz. Kitaba adını veren «Aşk Kaldığı Yerden» adlı öyküde, Hamide’nin ihanetle kararan ve yıkılan iç dünyası ustaca sergileniyor. «İngiliz kadınla bir süre aşk yaşadıktan sonra tekrar evine dönen ve karısı tarafından kabul gören kaptanın Marko’dan ne farkı var?» diye düşünmeden edemiyorsunuz. Terkedilen ve ihanetle sarsılan kadından, diğer öyküdeki Marko’ya acımasızca davranan yaşlı kadının tavrını bekliyorsunuz. Hoşgörünün güzel olduğunu, fakat her yerde güzel durmadığını da fark ediyorsunuz. Çektiği onca acıya, kırılan, incinen, örselenen onuruna rağmen, Anadolu kadınının sınır tanımayan hoşgörüsüyle rahatsız oluyorsunuz. Fakat bunun tipik Türk kadınına özgü bir davranış biçimi olduğunu, bu «kusur»un (bir «kusur»sa eğer) ona... Belki de çaresizliğinden dolayı hoşgörüde sınır tanımayan Türk kadınına ait bir «kusur» olduğunu düşünürken, öykünün sonunda Hamide’nin şaşırtan dik duruşu ve ayaklarının üzerine sağlamca basması sizi rahatlatıyor. 

Kitabı oluşturan hikâyelerin her biri kendini yeterince anlatıyor, fakat yazar kitabın önsözünde bu hikâyelere kaynaklık eden hayatlardan bahsederken, «onlar kuytudaki kadınlar» diyor. «Üstlerinde flaşlar patlatılmayan... Bodrum’un öteki kadınları. Kendilerine has hayatlar yaşayan bu kadınları diğerlerinden farklı kılan, ayıran bir şeyler var. ‹Paşa Dedeleri› hiç olmamış. Konaklarda, yalılarda, halayıklarla, mürebbiyelerle büyümemişler. Çoğu babasını bile hatırlamıyor. Onların geçmişlerine dair solgun bir tek resim bile yok ellerinde. Ege güneşinin yakıp kavurduğu, yaşlarından yaşlı, usançlı bu kadınları, inip çıkmaya, gidip gelmeye mahkum edildikleri, zeytin, kekik, mandalina, mersin kokulu köy yollarında belleri bükük, boyunları bükük gördüm. Gözleri kataraktlı, ağrıyan bacaklarıyla yürümekte zorlanırken gördüm hep...»

Her şey onları görmekle başlıyor zaten. Para ve şöhret için değil, yaşadığınız çağın tanıklığını yapmak ve onu gelecek kuşaklara aktarmak için sanat yapıyorsanız onları görmeniz gerekiyor. Öyle bir yerde duracak ve hayata öyle bir açıdan bakacaksınız ki, sıradan gibi görünen olayları etkileyici birer sanat eserleri haline dönüştüreceksiniz. Bunları yaptınız diye üstünüzde flaşlar patlamayacak belki. Fakat bu ışık siz olacaksınız! Öykülerinizle karanlıkları aydınlatan bir ışık olacaksınız. Çünkü kolayca suçlayan, yargılayan, kolayca yalan söyleyen, ihanet eden bir toplum haline dönüştük. Egoizma artık her şeyin önünde, paradan başka hiçbir değer tanımıyoruz. Vefasız, nankör, ikiyüzlü olduk. Yazarın «Sabırlık» adlı öyküsünü okuduktan sonra düşünüyorsunuz bunları. İçten içe sarsılıyor, etkileniyor, ürperiyorsunuz. Torunları tarafından nineye «bunak» raporu alınıyor. Çünkü elde avuçta kalan dede malını paylaşmak için böyle bir rapora ihtiyaç var. Ninenin üzerine akbabalar gibi üşüşen torunları kadar, nineye «bunak» raporu veren Hipokrat yeminli doktorlar da zalim değil midir? Ya da «bunak» olmayan nineye «bunak» raporu veren asıl «bunak»lar onlar değil midir, Hipokrat’ın yeminli torunları?!.. 

Güvenebileceğiniz kimse yok. Evlatları tarafından itilip kakılan, kocaları tarafından aldatılan, komşuların dedikoduları ve toplumun değer yargılarına mahkum edilen, hurafelerle aldatılan insanlar... İnci Gürbüzatik’in insanları yapayalnız, çaresiz ve savunmasız. Acımasız bir dünyada onların yankılanıp duran feryatları asılıp kalıyor belleğinizde. Fakat onların ezilmelerinden daha çok, talan edilen duygularına, kırılan ve incinen onurlarına, tarumar olmalarına ve tüm yıkılmışlıklarına rağmen, yıkılmayan, ayakta kalan ve hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkan insani duyguları etkiliyor sizi. 

Budur işte. İnci Gürbüzatik öykülerinde milli ve dinsel duyguları şahlandıran ucuz kahramanlıklar yok, dönen dolaplar, entrikalar, oltanın ucuna takılan tuzaklar yok. Fakat hiç beklenmedik bir anda ortaya çıkan insani duygular... insanı yüreğinden yakalayan ve etkileyen evrensel duygular var. «Sabırlık» öyküsünün kahramanı yaşlı ninenin, «bunak» raporuyla onuruna ve yüreğine indirilen darbelere aldırmadan, para ve çıkar uğruna kökünden sökülüp atılan zeytin ağacını kurtarmak için gösterdiği olağanüstü çabayı unutmanız asla mümkün değil. Bağı bahçesi tarumar edilmiş. Yaşlı kadını oyuna getirip «bunak» raporuyla malını mülkünü elinden almışlar. Ev yapıp zengin olacaklar. Haramiler çıkmış sanki yoluna, bir anda yağmalamışlar atadan babadan kalan mülkü. Fakat onun yüreği zeytin ağaçlarına yanıyor. İnşaat makinalarıyla, ejderha gibi saldıran kepçelerle, dozerlerle, yıllarca gözü gibi koruyup kolladığı zeytin ağaçlarının köklerinden sökülüp atılmalarına yüreği dayanmıyor. Zeytin ağaçlarından birini, «ölmesin, başka bir yerde yaşasın bari» diye omuzlayıp tepeye götürüyor. 

Öykü, «kızgın öğlen sıcağında, ardında oluşan toz bulutunu hiç umursamadan, kökünü omuzladığı zeytin ağacını, ağır gövdesi, dalları, yaprak ve meyveleriyle, çarmıhını yüklenen İsa Mesih gibi, çeke sürükleye, ölümüne taşıyordu» diye başlıyor. «Geniş dallar, hışırdayarak sürtünüp ilerlerken, toprak yoldan kaldırdığı tozun altında direniyor, yerde derin çizikler ve izler bırakıp henüz ermemiş zeytinlerini de sanki gözyaşlarıymış gibi ‹tane tane› döküyordu. Sürtünen dalların oluşturduğu toz, kadının ardından yoğun bir pus gibi etrafa yayılıyor, onu tepeye yaklaştıran her adımda yavaş yavaş dağılıp yeniden çoğalıyor, yeniden dağılıp dolanıyor, yine çoğalarak hiç kaybolmuyor, harelenerek onunla birlikte tozuyup duruyordu.» 

«Zeytin ağacı suyunu, kadın gücünü yitiriyordu.» 

«Kırılgan kemikli, romatizmalı dizleriyle, hem yıkılmadan ayakta kalabilmek, hem de ağacı bir an önce tepeye ulaştırabilmek için, takatının sınırında, derin bir tevekkülle, iki büklüm, köyün aşağısındaki zeytinlikten bu yana yürüyor, yürüyordu. Kolları, elleri, tırnakları, aceleci bir karınca kıvraklığıyla ağacın nemini yitirmekte olan köklerine ve saçaklarına pençe gibi kenetliydi...» 

Sadece zeytin ağacını bu acımasız katliamdan kurtarmaya çalışan nine mi? İnsan onurunun ve haysiyetinin hiçe sayıldığı bir ülkede, farelerin bile ölmesine gönlü razı olmayan insanlar da yaşıyor. Toplum değerleri insanı öylesine acımasız ve bencil bir duruma getirmiş ki, artık «hümanizm» gibi, «romantizm» gibi kavramlarla alay ediliyor. Bu nedenle evde tuzağa yakalanan fareyi ölmemesi ve doğada yaşaması için Gümüşlük Kavşağına bırakmak bile sorun oluyor. «Gümüşlük Kavşağında Bizi Kimse Görmedi» adlı öyküde, «aman kimse görmesin bizi, alay ederler sonra» diye endişeleniyorlar. İnsancıl duyguların tıpkı bir hırsız gibi ortaya gizlice çıkarıldığı bir toplum haline mi geldik? Artık onlardan utanır mı olduk, insanı insan yapan insancıl duygularımızdan? Nerde hata yaptık, böyle bir toplum olmayı hak edecek ne yaptık? 

Bir anlık bir bakışmanın kurbanı olan Azade sizde bardağı taşıran son damla oluyor. Kitabının önsözüne, «yaşamakta direnen, ölüme el sallayıp gülen, bürümcük yüzlü kadınlar onlar» diye devam ediyor yazar. «Pek çoğu sevgisiz yataklarda, soğuk sarılmalarla, duygusuz dokunmalarla geçen, boşa harcanan hayatlarının sonunda...» diye ekliyor. Anadolu kadınının sınır tanımayan sabrını ve hoşgörüsünü artık kınamaya başlıyorsunuz. Bir anlık bir heyecan, bir bakış, bir dokunuş, onun gencecik yüreğini hoplatmaya yetiyor. Aslında bunun psikolojik boyutları incelendiğinde, baba evinde yeteri kadar ilgi ve sevgi görmediği çıkacaktır ortaya. Önüne çıkan ve kendine gülümseyen ilk erkeğe kapılıp gitmesi bundandır. Azade’den hevesini alan adam, ardına bile bakmadan çekip gidiyor. Burda yine «namus» ve yine insanı çelikten bir çember gibi kuşatan toplum değerleri... 

Kimse çıkıp Azade’ye asıl namussuzun o adam olduğunu söylemiyor. Kendisinin «namussuz» olduğunu düşünüyor Azade. Tabii «namus»unu kurtarmak için bohçasını kaptığı gibi varıp adamın evine oturuyor. Adam buna «git» demiyor, «kal» demiyor. «Nasılsın?» diyerek halini sormuyor. Hiç konuşmuyor. Sadece hevesini alacağı zamanlar Azade’nin üzerine hayvan gibi atlayıp, işini bitirdikten sonra da hiç konuşmadan gidiyor. Birkaç ay, birkaç yıl değil, «her gün aynı saatte uyan, kalk, giyin, hayvanları götür, otunu suyunu ver, temizle, yavrulat, sağ, taşı, kaynat, çalkala, sürükle, kovala, dürt, çek, in, çık, ilen, kahret, uyu. Sonra aynı ahenk içinde, pazartesi, salı, çarşamba, perşembe, cuma, cumartesi, pazar... Tekrar salı... Git, gel günlerce... Ocak, şubat, mart, nisan, mayıs, aylarca... Yıllarca, yıllarca... Bu yüzden de hep aynı eşikten, aynı taşın üstünden atladı, köy yollarında aynı tümseğe bastı, aynı çukura girdi. Mor, turuncu, mavi lastik papuçlarıyla hayvan dışkılarına basmamak için sakınarak indi, çıktı, tırmandı. Ne soğuk, yağmur, fırtına, dolu, ne de güneşin yakıcı sıcağı, bu gidiş gelişleri bir tek gün bile engelleyemedi...» diye anlatılıyor Azade’nin durumu. Ömrünü böyle geçiriyor Azade. Küs bir kocayla koca bir ömür... 

«Anadolu kadını budur işte» diyorsunuz öyküyü okuyunca. Sulardan daha uysal, topraktan daha bereketli, daha doğurgan, daha sağlam ve taşlardan daha sabırlı... Yaşamın «öteki yüzü»nü sergileyen bir belgesel izliyorsunuz sanki. Fakat bu belgesellik ve gerçeklik duygusu veren anlatımlar, «Azade»nin bir «hikâye» olmasını engellemiyor. «Azade» ve yazarın diğer öyküleri, Sabahattin Ali’nin temelini attığı ve 1950’lerden sonra başta Fakir Baykurt olmak üzere köy kökenli yazarlarla tekrar gündeme gelen «toplumsal gerçekçi» akımın ikibinli yıllaradaki yeni çehresi bence. İnci Gürbüzatik’in 68 kuşağından olduğunu hesaba katarsanız bunun doğal olduğunu göreceksiniz. 

Tipik Anadolu kadınının bir de direnen ve baş eğmeyen başka bir yüzü vardır. Kurtuluş Savaşında destan yazanlar onlardı. «Tırpan» ve «Irazcanın Dirliği» romanlarında Fakir Baykurt bu tiplerin en güzel örneklerini verdi. Gürbüzatik’in «Ölüsüne Küsmek» adlı öyküsündeki tipleme bize Anadolu kadınının «öteki yüzü»nü göstermesi bakımından çok ilginç. Ölen kocasının cebinden sarışın bir bayanın resmi çıkıyor. Ölen kocasına küsüyor ve ömür boyu mezarına gitmiyor. Hatta vasiyeti var, «ölürsem beni onun yanına gömmeyin» diyor. Onu «aksi» ve «inat» bir kadın olarak niteleyen çocuklarına gerçeği asla söylemiyor. 

Bir kutuya hapsettiği sarışın kadının resmine bakarken, geçmişe yapılan göndermelerle neler olup bittiğini öğreniyoruz. O aslında kocasını mezara, sarışın kadının resmini kutuya hapsetmekle kalmıyor. Kendini de ömür boyu sürecek olan bir duygunun kıskacına hapsediyor. Affetmeye hiç niyetli değil. Çünkü taa baştan beri aldatıldığını düşünüyor. O gülüşler, o dokunuşlar, o öpüşler... Onlar hep yalandı demek, sahteydi, yapmacıktı? Bir insanın bu girdaba girmesi ve ordan çıkması, kesinlikle psikolojik bir açıklamayı gerktiren sıradışı bir davranış biçimi olarak çıkıyor karşımıza. 

İnci Gürbüzatik’in tiyatro eğitimi almış olması, TRT Ankara Radyosunda ve Ankara Televizyonu Drama Programları Müdürlüğündeki prodüktörlüğü sırasında edindiği deneyimler, TRT’de yayınlanan on üçer bölümlük dizilerin senaryoları, kitabında yer alan ve almayan diğer çalışmaları, senaryoları, ödülleri... Bütün bunların onun öyükücülüne çok şeyler kattığını düşünüyorum. Onun öykücülüğüne drama yazarlığından gelen zengin birikimlerin katkısı elbette çok önemli, ama daha önemlisi, bürokratlar şehrini bürokratlara bırakarak alıp başını Halikarnas Balıkçısı gibi Bodrum’a gitmesidir. Burda, sürgüne gönderildiği Bodrum’u kendi cenneti haline dönüştüren Halikarnas Balıkçısı’nı da böylece anmış olalım. Onların «sürgün» diye gönderdikleri Bodrum şimdi şairlerin ve yazarların kafa dinlemek için kaçtıkları bir cennete dönüştü. Bir de tabii o «üstlerinde flaşlar patlatılan kadınlar»ın, içki, kumar, uyuşturucu ve geçici tatil aşkları yaşadıkları eğlence yuvasına... 

Yazar, «sevgisiz yataklarda, soğuk sarılmalar ve duygusuz dokunuşlarla...» diyor, «üstlerinde flaşlar patlatılmayan bürümcek yüzlü kadınlar onlar. ‹Gocadık gari...› diyorlar. Öyle diyorlar kendileri için. Yitip gittiklerinde bütün gizlerini arkalarında bırakacaklarını bile bile yaşıyorlar. Kimbilir belki de ölüme o yüzden direniyorlar. ‹Biz bu dünyaya gelip kalmaya değil, gelip geçmeye geldik› diyerek, artık ölümle yüzleşmeye hazır olduklarını da korkusuzca vurguluyorlar. Ama ölüm de sanki onlardan korkuyor. Gelmiyor işte. Onların görmezden gelinen hayatları bilinsin, belgelensin, yarınlara kalsın diye yazdım bu kitabı» diyor. Böyle bitiriyor önsözünü. Ellerine sağlık sevgili İnci Gürbüzatik, iyi ki yazdın diyoruz.

 

Berlin, 14 Nisan 2008

 



  
 Vehbi Bardakçı - İnci Gürbüzatik
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar