Ölümünün 59. Yılında Sabahattin Ali

   
Sabahattin Ali, 59 yıl önce, 1 Nisan 1948’de, Bulgaristan sınırı yakınlarında, askeriyeden kovulma, silah kaçakçısı biri tarafından öldürülmüştü. O günden bu yana tam 59 yıl geçti. Türk edebiyatının, öykücülüğümüzün yüz akı, cumhuriyet döneminin en verimli, en değerli yazarlarından biri olan bu insan, bugün de geriye bıraktığı eserleri ve savunduğu düşünceleriyle, hala capcanlı yaşıyor.

Oysa, 1940’ların, yazar için en verimli süreç olan dönemi, ailesine, çocuklarına ve kendine çekilmez kılan; baskı, sürgün, gözaltı ve tutuklamalarla adeta karabasana dönüştüren, egemen güçlerin anlı şanlı yöneticileri, bugün yok!. Onlar, tarihin kokuşmuş, kirli sayfaları arasında çoktan unutulup gittiler. Sürekli izlenen, hapse atılan, görevden uzaklaştırılan, yurt dışında eğitim görmüş bir düşün adamını, saygın bir öğretmeni, geçimini temin için kamyon şoförlüğü yapmak zorunda bırakan, o ilkel, milliyetçi yönetimler, yazarın yaşamına el koymalarına karşın, onun onuruna, insan olma onuruna el sürememişlerdir. O yüzdendir ki, Sabahattin Ali, ölümünün üzerinden onca yıl geçmesine karşın, Türk edebiyatında hala bir anıt, güçlü bir temel taşıdır. Çünkü onun romanları, öyküleri bugün de Türkiye’nin gerçekliğiyle bire bir örtüşen, toplumsal sancıları açığa vuran, toplumsal sorunları neşterleysen içeriktedir. Romanları: ‘Kuyucaklı Yusuf’, ‘İçimizdeki Şeytan’, ‘Kürk Mantolu Madonna’, Öyküleri: ‘Değirmen’, ‘Kağnı’, ‘Ses’, ‘Yeni Dünya’, ‘Sırça Köşk’. Şiirleri: ‘Dağ ve Rüzgar’, ‘Kurbağanın Serenadı’. ‘Dilimize kazandırdığı çevirileri: ‘Tarihte Garip Vakalar’ (Max Memmerich) ‘Antigone’ (Sophokles) ‘Minna Von Bernhelm’ (Lessing), ‘Üç Romantik’ Öykü (H. Von Kleist- A. V. Chamisso- E.T.A. Hofmann). AyrIca ‘Marko Paşa’ ve o dönemin bazı dergi ve gazetelerinde çıkan düz yazıları, bugün bile çağdaş Türk edebiyatı için önemli bir kaynak teşkil etmektedir. Aslında Sabahattin Ali ölümüyle yok olmamış, aksine geriye bıraktığı onca eseriyle daha da çoğalmıştır. Onu geçmişten günümüze taşıyan, onu toplumumuz karşısında saygın kılan işte budur.


Sabahattin Ali’nin ölümünden sonra, geçen 59 yıllık süreç içerisinde, cumhuriyet Türkiye’sini kıskacına alan, ilkel milliyetçi, ırkçı düşünce, gerici, yobaz akımlar, bugün hangi konumdadırlar? Tanzimattan bu yana, başlatılan batılılaşma politikalarıyla birlikte, Atatürk ilke ve devrimlerini savunan (!) yönetimler, 21. yüzyılda, ülkeyi hangi noktaya getirmişlerdir ve çağdaş dünyada, giderek sınırların kaldırılmaya çalışıldığı Avrupa anakarasında, Türkiye’nin yeri neresidir? Ülke içinde, aydının, sanatçının, yazarın, biliminsanının, 1948’lerden farklı olarak, konumu nedir? Geçmişe göre artan, sadece aydın kıyımı ve karanlık cinayetleridir. Bu durumda, toplumumuzu bekleyen gelecek, nasıl bir iyimserlikle algılanabilir; böyle bir durum olası mıdır acaba? İnsanı düşündükçe karamsarlığa iten bu ve benzeri soruları yanıtlamak, oldukça güç.

Devlet kurumu, cumhuriyet tarihi boyunca hiç bu dönemdeki kadar derin yara almamıştır. On yılda bir tekrarlanan darbelerle, sistem içindeki istikrarsızlık, hukukun ve demokrasinin ayaklar altına alındığı 12 Eylül müdahalesiyle, hat safhaya ulaştı. 80 sonrası oluşturulan 92 Anayasası, daha sonra yapılan kimi değişiklikler ve rötuşlara, Özal’ın ve ondan sonra gelen hükümetlerin serbest pazar politikalarına karşın, ülkeyi, içine düştüğü toplumsal ve ekonomik bunalımdan kurtaramamıştır. Daha sonra ardından gelenler, AKP  ile sahneye çıkan yönetim, her şeyi daha keskin bir noktaya getirmiştir. Bırakın Atatürk ilkelerini, layıklık bile tartışılır olmuştur. Güçlenen yeşil sermayenin ardılları, bugün ülke çapında çeteleşme aşaması içindedirler. Camilerden, İnternet kafelere taşınan İslamcı çapulcular artık gözlerini kırpmadan adam öldürmektedirler. Onlara sorarsanız, her şey Allah adına, Müslümanlık adına, vatan (!) adına yapılmaktadır. İşte, 19 Ocakta gazeteci Hırant Dink’i katledenler de bu güçlerdir.


Geçmişte çıkarılan YÖK yasasıyla, üniversitelerin özerkliğine indirilen darbe sonucu, eğitimdeki güdümlü politikalar, yetiştirilen gençliğin, yönlendirilmeye yatkın, silik bir kimliğe bürünmesini de beraberinde getirdi. Sadece bir kısım gençlik, kendi iç dinamizmiyle bundan kısa zamanda silkinmesini bildi. Ancak, toplumun diğer kesimleri, devlete yakın olan kurumlar, polis, güvenlik sistemi, Milli İstihbarat ve yargı, o eski saygın yapısını koruyamayarak, kısa zamanda mafya benzeri grupların eline düştü. Başgösteren öldürü olayları, adam kaçırmalar, sorgusuz infazlar, kumar ve kara para rantını paylaşma, beyaz zehir kaçakçılığı, devlet kurumunun koruyucu zırhı altında meşrulaştırılmaya çalışıldı. Bu süreçte toplum büyük kayıplar verdi.




O ülke ki, Sabahattin Ali’den bu yana, 59 yılı aşkın bir zamandır hala, aydınları, biliminsanları, sanatçıları, yazarları, tutuklanıyor, işkencelerden geçirilerek, yüzlerce yıla varan hapis cezalarıyla mahkum ediliyorlar. Cahit Tütengil, Ümit Kaftancıoğlu, B.Üçoklar, Metin Emeç, Turan Dursun, Uğur Mumcu, Musa Anter, Sivas’ta  devletin gözleri önünde güpegündüz yakılan 37 insan ve daha niceleri hunharca yok edildiler. Katillerin çoğu dışarıda. Tutuklananlarsa, yine devletin içindeki kimi unsurlarca, kısa zamanda yurt dışına kaçırılıveriyorlar. Oluşan güvensizlik, giderek vatandaşı devletten uzaklaştırdı... Susurluk olayıyla ortaya çıkan, devlet, çete, aşiret bileşkesi, toplumdaki o eski ‘devlet’ kavramını yok etti. Bir buçuk iki yıldan bu yana değişik hükümetlerin yer almasına karşın, hala olayın, devlet içindeki çetelerin üzerine kararlı bir şekilde gidilmedi. Bütün bu istikrarsızlığın yansıdığı bozuk ekonomi, ister istemez en çok yoksul kesimleri eziyor. Ülkede açık ve gizli  işsizlik on milyonu aştı. Büyük kentlerin varoşlarında boy veren gençlik, her an patlamaya hazır serseri mayın örneği, oradan oraya savrulmaktadır. Ta Trabzon’dan kalkıp gelen Hırant Dink’in katili Ogün Samast da işte böyle bir olgudur. Bayan Raket Dink’in,  dediği gibi, artık: „Bir bebekten bir katil yaratan karanlığı sorgulamadan hiçbir şey yapılamaz!“

Bunun bir de kültürel boyutu var. Cumhuriyetin temel unsurlarından biri olan layık yapı, küçük politik hesaplar yüzünden, yozlaşmaya paralel olarak, aşınma dönemine girmiştir. Türkiye, büyük ölçüde dinin, ona bağlı finans kuruluşların baskısı altındadır. Örneğin yayın açısından; dün, on bin, on beş bin satan roman, öykü, şiirin trajı bugün bindir. En büyük yazarlarımız bile üç bini aşamıyorlar. Dini kitapların satımı ise, on, yirmi binlerle ifade ediliyor. TÜYAP’ın düzenlediği İstanbul, Ankara kitap fuarları da öyle, çoğu kuru kalabalıktan ibarettir...

Ülkede bir çok belediye, Ankara, İstanbul gibi metropol kentler bu güçlerin elindedir. 2006 yılında Konya’da yapılan kitap fuarı bu gerçeğin görülmesi için ciddi bir örnek teşkil etmektedir. Türkiye beş yıla yakın bu güçlerin idaresi altındadır. Eğer aynı süreç içinde, ordunun kimi çıkışları söz konusu olmasaydı, belki de bugün, bir İslam cumhuriyetiyle idare ediliyor olacaktık. Ne ki, bazı güçler, TBMM’i hala böyle bir tehlikenin varlığını görmezlikten gelmektedir. Çünkü onların oy hesapları, ülke çıkarlarından ve layık düzenden daha önemlidir. 



Hiç kuşkusuz, hukukun ve yargının bağımsız olmadığı, olamadığı bir ülkede, gerçek anlamda demokrasiden bahsetmek olası değil. Tüm baskılara karşın, yıllardır insanlar, büyük bir sabırla, yaşlısı genci ve nice tutuklu, inatla direniyorlar; yürüyor ve  o şehirden o şehire aktarılan duruşmalarda kararlılıkla evlatlarının katillerinin izlerini sürüyorlar. Karanlığa karşı aydınlığı savunanların sayısı gün geçtikçe daha da artıyor. İnancımız o ki, yaşam doğrudan ve haklıdan yanadır. Bir gün gelecek, topluma bu acıları çektirenler, tıpkı diğerleri gibi tarihin çöplüğüne atılacaklardır; onların yeri orasıdır çünkü...



  Ali Özenç Çağlar