Beni Beklerken

 

Coşkun Ongun, "Beni Beklerken" adlı romanıyla yazın yaşamına adım atan Sibel Oral ile yazı yaşamına adım atışını, yazıya ve edebiyata bakışını ve romanı üzerine konuştu. 


‘YAZMAK BENİM İÇİN YAZDIĞIM ŞEY OLMAKTIR…’ 

 

Yazma eylemi sizde ilk ne zaman ve ne şekilde başladı. Gazeteci yönünüz ile yazı yaşamınız arasında bir öncelik sonralık durumu var mı? 

Yazma eylemi gazetecilik geçmişimden daha önceye dayanıyor. Çocukluğum ve ergen dönemim ders kitaplarından çok babamın kütüphanesindeki kitapları, hafta sonları ise babamın her gün düzenli olarak aldığı Cumhuriyet okumakla geçti. Yaşıma göre ağır kitaplar ve makaleler okuyordum. Okulda sevdiğim ve ilgilendiğim tek ders edebiyat dersiydi. On iki yaşındayken aynı evde yaşadığım babama mektup yazardım. Resim yapıyordum ve bir süre sonra resimlerimle ilgili öyküler yazmaya başladım. Yazma eylemi şiddetlendikçe bunun devamının geleceğini biliyordum. Resim yapmayı bıraktım çünkü yazmak benim için karşı koyamadığım bir tutku oldu. Yazıdan uzak kaldığımda kendimden yana rahatsız oluyordum. Zaten sonrasında dergi ve gazetelerde çalışmaya başladım.        

‘Neden yazıyorsunuz’ sorusuna, Marquez’in ‘Dostlarım beni daha çok sevsin” yanıtı mı size daha yakın gelir? Yoksa Borges’in, ‘Ben acil bir soruna, bir iç gerekliliğe cevap vermek için yazarım. Adasında yaşayan Robinson olsam yazmazdım’ diyen yanıtı mı? Borges’in yanıtına yakın bir yanıt verdiğinizi varsayarsak sizin için hangi “iç gereklilik” yazmanın yolunu açtı? 

Adasında yaşayan Robinson olsam yine yazardım. Evet, aslında benim durumum biraz iç gereklilik hatta içe kapanıklık hatta bazen delilik. Yazarken hikâyelerdeki kahramanlarla olup zaman zaman onlarla çatışmaya bile giriyorum. “Beni Beklerken” romanında bunu çok yaşadım. Özlem karakteri kendisini yorduğu kadar beni de yordu, Diyeceksiniz ki; “o kahramanı siz yarattınız istediğiniz gibi yönlendirebilirdiniz…” Ben yazarken o kahramanı ve kurguyu yazın içinde serbest bırakıyorum. Orada bir dünya yaratıyorum. Sanırım delilik diye tanımladığım bu… Yazarken yazdığım yerde oluyorum ve orası neresi olursa olsun hikâye bitene kadar orda kalıyorum. Benim bir kara kutum var ve o kara kutuda bir sürü kadın var. Çocukluğumdan beri kadınların bütün hikâyelerini kara kutumda saklıyorum. O kutuyu boşaltmak yerine o kutunun içine giriyorum. Yani yazınca rahatlamıyorum, tam tersi sıkıntıya giriyorum ama bunu yapmayı seviyorum. “Sanat toplum için mi, sanat sanat için mi” sorusunun yanıtları kadar göreceli, benlikten benliğe değişiyor yazmak. Yazmak benim için, o şeyi; başka türlü söylemek, yazdığım şey olmak… 

Roman yazmanın pek de genç işi olmadığı söylenir. O nedenle genç yazarlara öykü yazmaları önerilir. Siz genç bir roman yazarı olarak bu görüşe nasıl yaklaşıyorsunuz? Bu bağlamda diğer edebiyat türleriyle ilginizi öğrenebilir miyiz? 

Beni Beklerken aslında 1999’da öykü olarak yazılmıştı. O zaman 20 yaşındaydım, bir gün onun üzerinde çalışacağımdan çok emindim çünkü “varoluş” üzerine rahatsız edici bir hikayeydi ve ben onunla başlangıç yapacaktım. Ben roman yazmanın yaşı yada yaşanmışlığı olması gerektiğine inanmıyorum. O zaman bana “neden 1999’da roman olarak yazmadınız?” diye sorabilirsiniz. Ben yazıyı dinlerim, yazı beni dinler, ikimizde dinleniriz, birbirimizi tanır, büyür ve başlarız yaşamaya. Diğer edebiyat türleriyle elbette ilgileniyorum. 2001 yılının tamamını sadece şiir yazarak geçirdim. Hiçbirini yayınlatmadım, onlar da henüz dinleniyor, aynen yazdığım öyküler gibi. 

Kitapta Özlem ve Duygu’nun yaşamla sürdürdükleri savaşımı, duyguların yoğun yaşandığı bir biçem, romanın genel havasını yansıtıyor. Kitabın daha başında “Duygu giden miydi? Duygu gittiyse kalan sadece Özlem miydi? Büyürüz duygularımızla ölene dek,” deniyor. Giden duygulara duyduğumuz özlem de bir duyguysa neden özlem duyarız duygulara? 

Duyduğumuz özlemler farklı olabilir. Ya da özlem duymamıza, duygularımızla alt benliğimizde kapışmamıza rağmen içimizde his diyebileceğimiz her şeyi yadsıyabiliriz. Romanın kahramanı Özlem’in annesini yadsıması gibi. Romandaki kahramanların isimleri dahil aslında kanadı açık pencereden, beyaz zemin üzerinde duran çıplak ayağa, saate, şekersiz kahveye, ayna kadar aslında hepsi bir kelime oyunlarıyla donanmış bir kurgu. Bu romanda kahramanlarımla birlikte oyun oynadık. Ağır ve trajik bir oyundu. Zaman zaman duygusuzlaştık, zaman zaman aradığımız kendimize özlem duyduk. Bu kaçınılmazdı, teslim olduk. 

Duygu ile Özlem daha tanışırlarken, bir “Kayıp Kuşak” tan söz ediyorlar. Bu kayıp kuşak nasıl oluştu? Ülkemizde ve dünyadaki yaşanılan hangi olgular, bir kuşağın kaybolmasına neden oldu? Kayıp Kuşağın yitirdiği duygular ya da özlem duyduğu nesneler nelerdir sizce?

Bu kayıp kuşağın ülkemizde 80 sonrası apolitiklikle suçlanan, vurdumduymaz, sorumsuz, kuşakla bir ilgisi yok. Romanda bahsi geçen kayıp kuşak kendi varoluşunun faili olmak isteyen bir kuşak. Bu kuşak aynı zamanda geçmiş kuşaklar gibi faili meçhul bir varoluşa sahip olmak istemiyor. Bu yüzden tüm soruları kendi soruyor ve kendi kafasını karıştırıyor. Başta da söylediğim gibi talihsizce aynı adı taşıyan kuşağa inat onlar kendinden sorumlu ve özgür bireyler olma yolunda düşe kalka ilerliyor. Kendi ahlak anlayışlarını günümüzün apolitik gençliğinden farklı olarak çeşitli tabu ve yargılar üzerine değil, kendi varoluşları üzerine oturtuyor. İncelendiğinde görülecektir ki her ne kadar aynı kuşak içerisinde yer alsalar da Özlem’in ve Duygu’nun olaylara bakışı ve onları analizlerinden farklı. Umuyorum ki ilerleyen zamanda ergenliğe ve gençliğe adım atan her birey adayı kendi varoluşunu ve duruşunu kendinin bir adım ötesinde kurgular ve her edimini sadece “kendi olmak uğruna” gerçekleştirir. Aynen Özlem karakteri gibi…

Bir de romanda algılanan kayıp kuşak sokaklarda şarap içen, ebeveynlerine karşı asi duruşlarıyla kendilerini ispat etmeye çalışan, sistem hakkında hiçbir şey bilmeden karşıt olan, uyuşturucuya ve hatta marjinal olma uğruna cinsel deneyim sınırlarını zorlayan bir nesil olarak algınabilir. Aslında Duygu’nun durumu biraz öyle. 

Peki ya günümüz gençliği? 

Bazen etrafıma baktığım zaman şaşırıyorum. Aslında artık şaşırmıyorum çünkü alıştım. Günümüz gençliği yabancı dizilerde, kliplerde, popüler caddelerde, çarşılarda kendine kimlik arıyor. Vizyona yeni giren bildik senaryolarla pişirilip pişirilip yeni diye sunulan filmleri izliyor. Kitapçıya girdiğinde en çok okunanlar standına uğruyor. En kalabalık konserlerde alkış tutuyor ve sanki herkes aynı mağazadan giyiniyor. Popüler olan neyse ona kollarını açarak koşuyor. Dünyada ve ülkede neler oluyor haberleri yok. Okumuyor, araştırmıyor, ne kötü ki belki düşünmüyorlar bile. Ana haber bülteninde bir estetik uzmanının açıklamasını duyunca şaşırdım. “Okullar açılmasına 2 hafta kaldı, şu sıra en çok öğrenciler geliyor” diyor. Şimdi kuşakları sıralayacak olursak bu kuşak kayıp bile değil, zaten hiç yok gibiler. Tabii bu bir genelleme olamaz, olmamalı, ama görünen kısmı bundan ibaret. Eminim görünmeyenler de bir yerlerde kendileri ve kendinden sonrakiler için iyi bir şeyler yapıyordur. 

Romanda yer alan iki kahramanın da siyasetten uzak günlük koşuşturma içerisinde yaşamla ve kendileriyle didiştiklerini görüyoruz. Ayrıca bir ideallerinin ya da amaçlarının olduğunu söylemek de oldukça güç. Onların bunalımlar yaşamasına yol açan süreçte, bu tespitlerimizin rolü ne kadar etkili?

Romanın başkahramanı Özlem’in tuhaf bir şekilde felsefeye ilgisi var. Kendine dair teşhisleri kitaplarını okuduğu düşünürlerden yola çıkarak gerçekleşiyor. Fakat onun varoluşçu tavrından dolayı bireysel bir “ben” yaratma arzusu taşıdığını göz önünde bulundurursak kendi “ben”ini kuramamış yani kısacası birey olamamış birinden herhangi toplumsal bir olguya değin bir yargı ya da bir eylem beklenemez. Duygu’dan da kendine model aldığı fakat yanlış devşirdiği Özlem karakterine uygun olarak aynı şekilde herhangi bir toplumsal düşünce ya da eylemlilik beklenemezdi. Günümüz kuşağında toplum içerisinde kendi varoluşunu arayan bireyler görüyorum. Evet, arıyorlar ama nerede? Önce kendi “ben”lerini bulmalılar, kendi ideallerini, kendi hayallerini. 

İnsan kendini neden bekler? Bazı duyguları tüm boyutlarıyla yaşamak ve onları yüreğimizde, damarlarımızda duyumsamak için o duyguların bize gelmesini bekleyeceğiz? Yoksa o duygulara biz mi gideceğiz? Aşk duygusundan yola çıkarsak, aşkı yaşamayı beklemek mi, onun peşinden koşmak mı, bizi yaşama bağlar. 

Aslında beklemek olduğu yerde durmak değildir. Hiçbir oluş ve yok oluş süreci eylemsizlik içermez. Her geçen an ve hayata geçirilen her eylem “ben” olmaya yönelmiş kişinin o süreçteki durumudur. Yani kişi her an başka bir “ben” olur. Bu durum kendi olana kadar devam eder. İşte kişi kendi olmayı bekler. Bu bakış açısıyla romandaki Özlem ve Duygu’ya bakacak olursak aşk onlar için aslında diğer kaygılarından çok daha önemsiz gözükmekte. Her ne kadar Duygu romanın bir bölümünde Can’a aşık olmuşsa da aşk duygusundan yola çıkarak Duygu’nun durumunu değerlendirmek onun kendi olma yolunda attığı adımları görmezden gelmek olabilir. 

Romanın dışına çıkarsak bu soruya nasıl yanıt verirsiniz. Yani kahramanları ve kurguyu unutun. İnsan neden kendini bekler ya da beklemeli mi? 

On yedi yaşındaydım sanırım. O dönem insan psikolojisi üzerine, varoluş üzerine, insanın “kendi” olması üzerine birbirine çok tezat düşen çeşitli kitaplar okuyordum. Beklemek eylemi zihnimi meşgul ediyordu. İnsan kendini beklemeli elbette. Ama beklemek az önce de belirttiğim gibi olduğu yerde durmak olmamalı. İnsan kendini beklerken, kendini tanımaya başlıyor bence. 

Peki ya aşk, beklenir mi?

Aşkta ne yazık ki, bekleniyor. Ama sorun onu beklemekte değil, geldiği zaman insanın ona ne kadar hazır olduğu ile ilgili. Günümüz aşk şarkılarına bakın, reyting yarışında olan ve izleyiciyi televizyona çivileyen dizilere bir bakın. Şarkılarda ve dizilerde yaşanan aşkı istiyoruz. Öyle büyülü, öyle intikam dolu ama hiç biri gerçek değil. Aşkı insanlar kendi yalnızlıklarından kaçıp sığınacak bir liman olarak görüyor. Yalnız kalmanın insanı “ben” yaptığını düşünüyorum. Aşk elbette beklenmeli ve yaşanmalı ama dizilere ya da popüler şarkılara göre değil. 

İnsanlar yalnızlıktan son sürat kaçıyor, yalnızlıktan kaçılır mı anne? Sürat öldürmez mi zaman gibi bugünü, diyorsunuz. Zamana karşı yalnızlıktan kaçan insanın, kaçmadan kendini zamana bırakması da bir ölüme teslimiyet değil midir?   Zamana bırakılıp ölmek mi, hız yaparak ölmek mi? Ya da ikisi arasında apayrı bir denge arayışı mı? 

Bu alıntı hemen öncesinde ki paragrafla birlikte bir bütün olarak okunduğunda zaman ve yalnızlık öğelerinin roman karakterleri açısından ne kadar önemli olduğunu anlatmasını kolaylaştıracaktır. Zamansal bir eleman olarak yaşanan en küçük de olsa bir an ve yalnızlık onların “ben”leri üzerine düşünmelerini sağlayacak bir olanak tanıyor. Çünkü onlar yalnızlıklarını ve yalnız anlarını kendilerini değerlendirerek geçiriyorlar. Böylece yalnızlık aslında onlar için korkulacak ya da çekinilecek bir durum oluşturmuyor. Ayrıca yalnızlık onlar için bir tecritten öte bir seçim. Yani, onlar yalnız kalmıyor, yalnızlığı seçiyor. Özellikle Özlem bir süre sonra Duygu’nun onu yalnız bırakmamasından ve kendi olma yolunda ona engel teşkil etmesinden dolayı rahatsızlığını dile getiriyor. 

Neşe ve hüzün. Bu iki duygudan hangisi daha ağır basarsa insan kendini bulur ve beklemekten vazgeçer?

Beklemekten vazgeçmenin tek koşulu kendi olmaktır. İnsan taşıdığı kaygılarla da kendi olabilir. İnsan mutsuzken de kendini bulabilir. İnsanlar mutsuzluktan, kaygılarından, sorumluluklarından son sürat kaçıyor. Ama insanı “kendi” yapan sadece mutlulukları, başarıları, aşkları, onurları değildir. İnsan “bu benim” derken özgüveninin yanına kaygılarını, umutsuzluğunu da alabiliyorsa kendidir. “İşte bu benim acım, işte bu benim kaygım, işte bu benim başarım, işte bu benim yalnızlığım” diyemiyoruz. İnsanı kendi yapan yaşadığı olumlu ve olumsuz olan her şeydir. İnsanı kendi yapan sadece mutlu olduğu zamanlar değil , belki de en çok mutsuz olduğu zamanlardır. İşte bunlarla yüzleşip, kendimizi bu şekilde ayakta ve hayatta tutabildiğimiz ve onca yaşanmışlığa rağmen devam edebiliyorsak beklenen gelmiştir… 

Kitap için aynı adla bir de İnternet sitesi (www.benibeklerken.com) var. Yazarların İnternet adreslerine alışığız. Bir kitabın İnternet adresine ilk kez rastlıyoruz sanırım. Burada özel bir amaç var mı? Bu konuda olumlu ya da olumsuz anlamda herhangi bir tepkiyle karşılaştınız mı? 

Kişisel bir web sitesi açmak istemedim çünkü romanımın, benim şimdiye kadar neler yaptığımdan daha önemli olduğunu düşündüm. Üstelik okuyucu ile aramda bir bağ oluşmasını istedim. Okudukları romanı yazma serüvenim, yazarken neler hissettiğim, hatta kahramanlarımın bile neler hissettiğini anlattım. Romanın kurgusu ve kahramanları hakkında neler düşündüğümü, öncesi ve sonrası ile “beni beklerken” linkinde, nasıl yazmaya başladığımı ve yazma aşamasında neler olduğunu “onu beklerken” linkinde anlatmaya çalıştım. Yani yazdığım romanı, neden ve nasıl yazdığımı anlattım, kahramanlarım hakkında ipucu vermek istedim. Şimdiye kadar olumsuz bir tepkiyle hiç karşılaşmadım, kahramanlarımın karakterlerini ya da yaşadıkları olayları analiz edip benimle yazışan okuyucularım oldu. Oldukça hoş bir durum benim için.                             

Bundan sonrası için yazarlığınız, nasıl bir yol izleyecek? 

Üzerinde 4 yıldır çalıştığım bir hikaye var ama yazmak öyle bir şey ki ne zaman ne olacağını bazen ben de kestiremiyorum. Belki üzerinde çalıştığım hikâyeyi 7 yıl sonra bitireceğim, belki 3 ay sonra, ama o arada başka bir kitap daha çıkaracağım. Şu an yoğunlukta üzerinde çalıştığım yeni bir dosya var. Henüz araştırma aşamasındayım. Çünkü bu “Beni Beklerken” romanı gibi “ben” olma sürecini içerisine almıyor. Toplumsal bir sorgu ve yine kadınlar, yine kaçınılmaz dram. Ne yazık ki!.. Ne yazık ki dediklerim her an yazın yaşamımda yanımda olacak. 

Beni Beklerken/Sibel ORAL

Goa Yayınları
Yayına Hazırlayan: Işıl Ölmez
Kapak Tasarım: Arvin Biricik
Türkçe/ Roman
224 s./ 2. Hamur/ Ciltsiz/ 14 x 21 cm
İstanbul, Eylül 2006, 1. Basım
ISBN: 9759064677

 

  Coşkun Ongun & Sibel Oral