Ayrıntılar

   
Uzun, dar koridorun yüksek tavanlarına baktı. Binanın Stalin döneminde yapıldığını düşündü. Hangi akla hizmet pencerelerin bu kadar yukarıda olduğuna karar veremedi önce. Sonra gizlilik tabi ki dedi, gizlilik. Kim bilir dönen ne dolapların pislikleri temizleniyordu bu duvarların arasında. Nerde kaldı şu ultrason uzmanı da, diye sıkıntıyla baktı karşı kapıya. Ne saçma şey. Jinekoloji uzmanı muayene ediyor, ama ultrasonografiye bakmıyor. Kendi bakmadığı gibi bir de ultrason sonucu olmadan operasyona başlamayacağını söylüyor... Sanki bir tepki alabilecekmişçesine sabitlediği ısrarlı bakışlarını kapıdan ayırdı. Çaprazında ki tahta sırada oturan çifte takıldı gözleri. Kız olsa olsa yirmi iki, yirmi üç yaşındaydı. Genç adam kafası önüne eğik, kolları dizlerine dayalı oturduğu için herhangi bir tahminde bulunmak güçtü. İki avucunun arasında tuttuğu cep telefonunu sinirli sinirli bir elinden diğerine geçirip duruyordu. Kız, aralarında duran naylon poşete yaslanmış öylece oturuyordu. Sanki havada sadece olumsuz sinyallerin gidip geldiği  bir akım geçidi vardı ve genç kızdaki tüm endişeler de adama yüklenmişti. Öylesine gergindi genç adam. –Sen dün sormadın mı? Seni kaçta alacaklarmış? Sesi buz gibiydi. – Saat 08.30’da burada hazır olmamı söyledi doktor, dedi kız. Arkasından gelecek bir sonraki soruyu hiç değilse duymayayım  telaşı içerisinde: - Şimdi odaya gittiğimde de beklememi söylediler. Onlar çağıracakmış, dedi. Tepkisiz kaldı adam. Gergin bir tepkisizlikti bu. Gergin ve huzursuz edici. Kız torbayı çekiştirdi. – Sen geç kalıyorsan git istersen. Ben sonra kendim dönebilirim. Kızın sesinde ne sitem vardı ne de kırgınlık belirtisi. Belli ki bu bekleyişin kendi ağırlığı yetiyordu ona. Salt bu olaydan kaynaklanan sıkıntıya hazırlamıştı kendini. Yaşadıklarının ve yaşayacaklarının bilincindeydi. Bir de başka bir yükü taşımak istemiyordu. – Gerçekten, hadi geç kalma, diye yineledi. Cılız sesi yankılandı koridorda: geç kalma... geç kalma... geç kalma... Aslında söylemek istediği paylaşmaya geç kalmamasıydı genç adamın. Tatlı bir dokunuşa, yumuşak bir söze, o koridorun kasvetini çözecek herhangi bir şeye. Adam kalktı. Telefonunu ceketinin yan cebine koydu. Sol eliyle gömlek cebinden sigara paketini çıkartırken koridorun sonundaki kapıya doğru yöneldi. Kız kafasını önüne eğmiş, hırkasının düğmesini açıp kapatıyordu. Kadın, bir kızın titreyen parmaklarına, bir adamın gidişine baktı. Baktı ve dünyanın her yerinde senaryo aynı diye düşündü. 

Ultrason odasından içeri girdiğinde kafası hâlâ adamla kızdaydı. Adam bir sigara içimlik mi çıkmıştı, yoksa dönecek miydi? Ve en önemlisi kız bu sorunun yanıtını biliyor muydu? Karnının üstünde soğuk jeli hissettiğinde kendine döndü düşünceleri. Uzun boylu doktor sorularını sıralamaya başlamıştı. Bir yandan da ultrason aletinin uzantısını rahminin üstünde bir o tarafa, bir bu tarafa bastırıp duruyordu. Kadının düşüncelerinin koridorda ve belki de çok daha uzaklarda, geçmişte bir yerde takılı kaldığını bilmediğinden hem de bunu hiç aklına getirmediğinden sorularının anlaşılmadığını düşündü. – Dilimizi anlıyor musunuz? Beni yanıtlayabilecek misiniz?, diye sordu. Toparlandı kadın.Evet, evet, tabi anlıyorum,dedi. O anda doktoru, orada bulunuşunun nedenini anımsadı. Bu odadaki işinin hiç bitmemesini istedi. Buradan çıkmak istemiyordu. O koridordan geçmek, başka bir odaya girmek istemiyordu. Burada kalmalıydı. Doktor daha da bastırsa, bastırsa rahminin üstüne ve bu işkence böyle bitse diye düşündü. Çalan telefona doğru ilerlerken giyinebileceğini söyledi doktor. Ameliyathaneye gidebilirdi. Usulca çıktı koridora. Kız oturduğu yerde yoktu. Tahta sıraların üstünde başka insanlar oturuyorlardı. Koridor kasvet kokuyordu. 

Ameliyathane yazan bölümden içeri girdiğinde koca salonu çevreleyen camlardan gelen ışık birden bire gözlerini aldı. Yüksek duvarların tavanla birleştiği yerde açılmış pencereler perdesizdi. Hemşire neler yapması gerektiğini söylerken aslında anlattığı şeyler başkaydı. Yaptığı vurgulamalar ve ses tonuyla çabuk olması gerektiğini anlatıyordu, onunla uğraşacak vakti yoktu. Kimbilir onun kafası neredeydi?  Belki de yemekhanede satılan sucuk kuyruğunda ona sıra gelmeden çağrılmıştı ve şimdi hıncını kendinden çıkartıyordu. Bu öfkeyi gördü kadın ama nedenini tam olarak anlayamadı. Yataklı bölmeye geçtiklerinde – Seç, dedi hemşire. Bu kendisine sunulan seçim hakkının yatak için olduğunu anladı. Aşağı yukarı yirmi, yirmi beş karyoladan kendine en yakın olanına yaklaştı. Karşılıklı dizilmiş yatakların üstü, ortalarına gelecek şekilde mavi kalın muşamba ile kaplanmıştı. – Çarşafını ver, dedi hemşire. O zaman doktorun telefonda söylediklerinin ne anlama geldiğini çıkartmış oldu kadın. Doktor ısrarla, en az iki kere tekrar ederek, yanınızda çarşaf, terlik ve çorap getirin demişti. Sakın unutmayın. Sabahtan beri elinde taşıdığı torbadan çarşafı çıkarttı. Hemşire çarşafı yatağa sererken neden bunu getirdim ki sanki, diye düşündü. En sevdiği çarşafıydı. Belki onun için hemen eli buna gitmişti. Ama şimdi beyaz zemin üstünde ki sarı, mavi renkli gülen yüzlerin burada ne işi var diye düşündü. Odayı dolduran ayaz aydınlıkta sarı renkle çizilmiş suratların dil çıkarttığını, mavilerin ise sadece gülümsediğini ayrımsadı. –Soyun, dedi hemşire. Üşüyorsan kazağın kalabilir ama sadece kazak. Başka her şeyini çıkart. Saatin, yüzüğün, küpen de dahil. Ayağında çorap olsun. Terliğin getirdin mi? Kimisi burayı tren garı sanıyor. Ameliyathaneye koca çizmeleriyle gireceklerini düşünüyorlar. Çıplak ayak kaldıklarında da sorumlusu ben oluyorum. Üstünden çıkanları bu dolaba koy. Çantanı da burada bırakabilirsin. Dolaba uzak yatağı kendin seçtin. Sonra kim bana giysilerimi verecek diye bakarsın. Ben bir içeri bakayım. Sen de çabuk ol. İçerisi boşalınca seni alacaklarmış. 

Hemşire koca göğüslerini hızla indire kaldıra bir çırpıda söyleyeceklerini tamamlamıştı. Kadın hiçbir şey demeden ve asıl önemlisi hiçbir şey düşünmeden söylenenleri yaptı. Hemşirenin bu tavrı aslında onun işini kolaylaştırmış, mantığını durdurmuştu. Artık ne midesi bulanıyor, ne neden buradayım diye kendini sorguluyor ve ne de bundan sonra ne olacak diye içi daralıyordu. Şimdi, odaya yeni gelen iki kadına aldırmadan üstündekileri çıkartıp, seçtiği yataktan uzaktaki dolaba koymalı ve çok şükür ki yanında getirdiği terlikleri giyip usulca çağrılmayı beklemeliydi, o kadar. Kalın, yemyeşil ve herhalde deminki hemşirenin bedenine göre olan koskoca ameliyat gömleğini üstüne geçirdi, arkadan iplerini bağlamaya çalışırken hemşire geri geldi. Bu sefer bir kafa işaretiyle kadını arkasına kattı. İçerideki yeni hastaların seslenmelerine kayıtsız kaldı. – Şu güney kuşunun işini bir bitireyim önce,dedi çıkarken. 

Burası son nokta, diye geçirdi içinden kadın. Tüm bedeni buz kesmişti. İçerde doktorla göz göze geldi. Samimi bulmuştu kadını. Ancak, doktorun zayıf, kemikli elleri bir şeyin yanlış olduğunu söylüyordu kadına. Düşünmemeye çalıştı. Doktor, ultrasonografi uzmanının da kürtaj sırasında yanlarında olacağını ve miyomları izleyeceğini söyledi. Kadın hiçbir şey anlamadı. Bunlar niye beni bayıltmadan buraya getirdiler diye düşündü. Hiçbir şey konuşmak, hiçbir şey duymak istemiyordu. Tek arzusu bir an önce her şeyin bitmesi, öyle ya da böyle sona ermesiydi. Nerden çıkmıştı şimdi bu miyom işi.- Beni bayıltmayacak mısınız?, diye sordu. Sesi sabahtan beri ilk defa talepkâr ve kararlıydı. Doktor, - Şimdi, dedi. Anestezici çıktı, hemen gelir, başlarız. Yeşil önlüklü hemşire, kıskaçlarını açmış kurbanını bir an önce sokmak için sabırsızlanan dev bir akrep gibi duran ameliyat koltuğuna doğru ittirdi kadını. Oturuşunu beğenmedi. Yavaş yavaş konuşarak, bildiği en basit sözcüklerle kendisini öne almasını söyledi. Önce sağ bacağını aldı, demirden kıskacın üzerine yerleştirdi. Sonra sol bacağını. - Şimdi biraz daha öne alın kendinizi,dedi. Kadın, o anda Tanrıya inanmanın ne kadar gerekli bir şey olduğunu düşündü. Sığınacak bir şeyi olmalıydı insanın, bir yerden bir şekilde gelecek bir güç kaynağı. Kendini sevindirecek bir şeyler düşünmek istedi. Bulamadı. Boşluk açılmıştı önünde. Sonsuza kadar, şimdi düştüm düşüyorum diye korkuyla karanlıkta yuvarlanacağı boşluk. Gözlerini açtı. Oda çok soğuktu. Birbirinden ayrılmış, demir kollara yapıştırılmış bacakları mı daha çok acıyor yoksa yüreğimi kestiremedi. Doktor, ultrason uzmanıyla konuşuyordu. Kürek gibi yaptığı avucunu kar kürermişçesine hareket ettiriyor, elinin ritmini bozmadan bir şeyler anlatıyordu. Kelimeler hiçbir şey ifade etmedi kadına. Sadece ‘kazımak’ sözcüğünü seçebildi, işittikleri arasından. Doktorun eli küçük hareketlerle inip kalkıyor ve anlaşılmaz üç-dört kelimede bir kazımaktan bahsediyordu. 

Yerden mavi, leğene benzer tası kaldıran yeşil önlüklü hemşire, diğer önlüklüye yaklaştı. Taşıdığı şeyin ağırlığından rahatsız, söyleyeceklerini içinde tutamamanın telaşı içerisinde anlatmaya başladı: – Dün aldım sonunda, dedi. Hani o sutyeni. Harika bir şey. Elindeki tası hafif yana almış, çenesiyle göğsünü işaret ediyordu. Kadın, hemşirenin kolları titreye titreye taşıdığı beyaz tasın kan dolu olduğunu fark etti. Koyu kırmızıydı kanın rengi. Tasdan yükselen çığlığı gördü kadın. Kısa, net bir çığlıktı bu. Yukarıya doğru yükselip gitmişti bir anda. Kafasını doğrultabildiği kadar etrafına bir göz attı. Kendinden başka fark eden olmamıştı çığlığı. Hemşire hararetle anlatmaya devam ediyordu: - Danteli öyle hoş ki. Yumuşacık sardı, inan. Hem biliyor musun? Gerçek Fransız malı, diye ekledi. Karşısındaki keyifle dinliyordu. Hiç kıskançlık yoktu bakışlarında. Belli ki kendisi de en kıza zamanda bu Fransız malı sutyenden alacak, bu mutluluğu armağan edecekti kendine. Kim bilir, diye düşündü kadın. Düşüncelerini bacaklarının bağlı olduğu akrepten uzaklaştırmak istiyordu. Şimdi, Sen nehri kenarında Parisli bir kadın, belki de toz pembe döpiyesinin altına aynı sutyenden takmış, ekspressosunu yudumluyor; kendinden binlerce kilometre uzaktaki bu kadınların ‘Fransız sutyeni’ muhabbetinden habersizce, sigarasının dumanını keyifle üflüyordur. Neden olmasın?,dedi yüksek sesle. Kelimeler anadilinde, yüksek sesle döküldü ağzından. Doktor yanına gelmiş, dirseğinin içini tokatlıyordu. İğnenin ucunu hafifçe batırıverdi koluna. Başlıyor, diye düşündü kadın. Titremesine engel olamıyordu. Gözlerinin önünde kocaman bir akrebin birisini yuttuğunu gördü. Sadece boz renkte şoset çoraplı bir çift ayak kalmıştı geriye. 

Kendine geldiğinde onu salondaki yatağa koyuyorlardı. Üstündeki ameliyat giysisini çıkartmışlardı. Sadece kazağı vardı üstünde. Bacaklarının arasında bir şeyler olduğunu anladı. Korkunç bir ağrı hissetti. Kımıldamak istedi, beceremedi. Hemşireyi seçti hayal meyal. Karnının üstüne buz torbası koyuyordu. – Lütfen, dedi. Çok üşüyorum. – Bu buz burada duracak, güney kuşu, dedi hemşire. Şimdi kımıldamadan yat ve sesini çıkartma. Bak, herkes senin durumunda. Senden başka kocakarılık yapan var mı? – Ama çok soğuk, üstüme bir örtü daha veremez misiniz? diyebildi zorlukla. – Burada her zaman, herkese iki battaniye örtülür. Daha fazlası için başhekimle konuşmalısın, benden bu kadar, dedi hemşire ve kadın onun  yanından uzaklaştığını hisseti kadın. Algılayabildiği seslerden salonun kalabalıklaştığı anlaşılıyordu. Üşümesi gittikçe artıyordu. Üşüdükçe bacakları titriyor bu da ağrısını çoğaltıyordu. İnlediğini fark etti. Sıcak bir şeyler düşünmeye çalıştı. Ağustos sıcağında Side’nin kumlarını hayal etmeye çalıştı. Boşuna. Olmuyordu.  Doktor gelse, bari. O aklı başında bir kadına benziyor diye geçirdi aklından. Gözlerini açtı. Şimdi etrafı daha iyi seçebiliyordu. Yanındaki yatakta oturan genç kızı gördü. Ameliyat kıyafetlerine bürünmüş, belli ki sırasını bekliyordu. Gözü ayakucunda katlı duran battaniyeye ilişti. Kıza, battaniyenizi şimdilik benim üstüme örter misiniz? Söz veriyorum, siz çıkınca geri veririm demek istedi. Ama  gerekli sözcükleri bir türlü bulamadı. Bulduklarını sıraya koyamadı. Genç kız kadının kendine baktığını fark etmişti. – Çok mu kötü? diye sordu. Kadın, - insanlık dışı, dedi. Aslında genç kıza vermek istediği cevap bu değildi. Bu, az önce kendisini tersleyen hemşireye söylemek istediği sözdü. Şimdi niye kıza böyle söylediğini anlayamadı. Kız ağlamaya başlayınca kendisini daha da kötü hissetti. Sonu gelmeyen bir işkenceyle karşı karşıyaydı. Bu kadar çaresiz kaldığı başka neler olmuştu onları düşünmek istedi. Aklına gelen ilk örnekle vazgeçti. Kötü anıları yaşanmamış saymak en iyisiydi. Mutlaka o an gelecek ve bu saatler de  anılar rafında, kara meşin kapaklı ‘kötüler’ kutusunun içine sıkıştırılacaktı. En sevmediği olay o kutuyu açmaktı. Ne yeni bir kötü anı koymak için ne de herhangi bir nedenle eskilere bakmak için. 

Doktorun kemikli elinin temasıyla gözlerini açtı. – Çok ağrım var ve üşüyorum, dedi. Bir iğne yapamaz mısınız? Ücrete dahil olan ağrı kesicinizi yaptık oldu yanıt. -Ek ödemeyi kabul ederseniz bir iğne daha yapalım, dedi doktor. Düşündüğümden zor oldu diye bir şeyler anlatmaya başladı. Kadın kesti sözünü. – Eğer, dedi çok acil, şimdi bilmem gereken şeyler değilse sizi tam anlayamıyorum, dedi. İğneyi öderim tabi. Hem söyleyin lütfen hemşireye de yardımları için gerekeni yapacağım. Bana yardım etsin de giyineyim. Anlamıştı doktor ne söylemek istediğini. Elbette, dedi. Reçetenizi de hemşire ile gönderirim. Bu arada bacaklarının arasından onu rahatsız eden şeyleri çıkardı son kontrollerini yaptı. – Şimdi gidebilirsiniz ama mutlaka istirahat edin, dedi. Salı günü siz kontrole bekliyorum

Hemşire tekrar yanında belirdiğinde gözlerine inanamadı kadın. Bir anda ne kadar sevecen, ne kadar içten oluvermişti. Her şeyin bir fiyatının olması bazen de işleri kolaylaştırıveriyordu işte. Yoksa nasıl giyinecek, vezneye parayı ödeyecek, merdivenlerden inecekti. Hemşire onu arabaya kadar götürdü. Teşekkür üstüne, teşekkür etti güney kuşuna. İki gün çayını sıcak sütle karıştırıp içmesini de sıkı sıkı tembih etti ayrılırlarken. 

Arabada yoğun bir sigara dumanı vardı. Kocası sorar gözlerle baktı. İyi misin, diye sordu. Geçmiş olsun, dedi. Gülümsedi kadın. Bir şeyler geveledi ağzında. Gerçekten de istediği tek şey her şeyin geçmiş olmasıydı. Yol boyu adam trafiğin sıkışıklığından anlatıp durdu. Beklerken bir iki telefon gelmişti. Kadını da ofisten aramışlardı. -Eve gidince bir ararsın onları, dedi kocası. Bir şey sormaları gerekiyormuş. Hayat ne kadar inatçı diye düşündü kadın. O, normal akışında seyrederken ruhlarda yaşanan olağandışı olaylara hiç aldırış etmiyordu. İnsan bazen iki-üç saat ortadan kayboluyor ama bu arada neler neler yaşıyor, bu yaşadıklarının hesabını yapmaya fırsat bile vermeden, hayat, gene insanı kendi rüzgârıyla yönlendirmeye başlıyordu. 

Kocası sokak kapısını açtı, elindeki torbayı hemen girişe bıraktı. Kadının paltosunu çıkarmasına yardım etti. Kendisi soyunmayınca kadın gideceğini anladı. -Sen vur kafayı yat, dinlen, dedi kocası. Ben ofise gitmeliyim. Bir şey istersen arasın. Kadın gülümsedi yine. Niye şimdi bir şey isteyemem de sonra ararım demedi. Sadece gülümsedi, reçeteyi uzattı. Ellerini uzun uzun yıkadı lavaboda. Kendini yıkamak istemedi. Sıcak suyun ıslaklığı bile ona soğuk geliyordu şimdi. Üstünü değiştirdi sadece. Yatağın içine girdi. Yorgana sımsıkı sarıldı. Uykuya daldı. 

Evlerinin yakınındaki ormandaydılar rüyasında. Her yan kar kaplıydı. Sımsıkı kar topları yapıyorlar ve kocasıyla futbol oynuyorlardı. Son zamanlarda hiç olmadıkları kadar neşeliydiler. Kahkahalar atıyorlardı. O sırada annesini gördü. Gülerek onlara doğru geliyordu. Olduğundan genç ve sağlıklı görünüyordu. Beyaz ince bir elbise giymişti annesi. Ayakları çıplaktı. Çok şaşırdı kadın. Kahkahalarla sarıldı annesine. - Üşümüyor musun?, dedi annesine. Ayakların niye çıplak? Hasta olacaksın. Gülmekten konuşamıyordu annesi. Sen hatırlamazsın, diye başladı anlatmaya. Kardeşin Umut doğduğunda Erzurum’daydık. Sen iki yaşındaydın. Baban hastaneden geldiğinde seni karların üstünde çıplak ayak oynar bulmuş, çok korkmuş. Hah-ha-ha... gülmesinin arkası gelmiyordu bir türlü. Karın üstünde hepsi kahkahalarla koşuşturuyorlardı. Yeni bir top yaptı kadın kardan. Seslendi kocasına. -Yakala, dedi ve vurdu. Kardan kocaman top parçalandı, o anda. Kanlar yayıldı bembeyaz karın üstüne. İnce ince yollar yaptı kan kendine, aşağıda kocasının durduğu yere doğru kayınların arasından süzülmeye başladı.

Uyandığında evde olduğunu anladı, rahat bir nefes aldı. Taze demlenmiş çay kokusu duymayı çekti canı. Aldırmadı. Temiz havaya çıkmak istiyordu. Usul usul giyindi. Çizmelerinin fermuarını zorlukla çekti. Dışarısı hafiften kararmaya başlamıştı. Taze yağmış karın aydınlığı yerden yukarı doğru yükseliyor, leylâk rengi gökyüzü kuzeyin karanlığına meydan okuyordu. Nehir kenarına doğru yürümeye başladı. Köşede her zamanki yaşlı teyze, kovasının içinde özenle sıcak tutmaya çalıştığı böreklerini satıyordu. Bir tane almak için yeltendiğinde hastane torbasının elinde olduğunu fark etti. Hangi ara aldığını, o sıra  aklından geçenin ne olduğunu anımsamadı. Börek parçası eldivenin içindeki elini sımsıcak yaptı. Bu duyguyu içine yaymak, orada öylece saklamak istiyordu. Adımlarını sıklaştırdı. Henüz basılmamış karların üstünde yürüyor, temiz karın gıcırtısını aynı tempoda tutmaya çalışıyordu. Nehrin kenarına vardı. Parça parça buzlar yüzüyordu nehrin üstünde. İrili ufaklıydılar. Ne buz parçalarının ağırlığı, ne soğuk, ne karanlık nehrin usul usul akmasına engel oluyordu. O, kendi seyrinde yoluna devam ediyordu. Tıpkı hayat gibi diye düşündü. Kim bilir içinde daha neler, neler oluyor bizim bilmediğimiz, görmediğimiz. Ama o akmasına devam ediyor. Aslolan bu; gerisi ayrıntılar, diye düşündü.

Elindeki torbayı suya doğru bıraktı. Yüksekten aldığı hızla düştü torba nehre. Karanlıkta kırmızı şapkasıyla gülümseyen Noel Babanın yüzünü gördü torbanın üstünde. O da, kanlanmış çarşafın üstündeki gülen suratlar da nehrin ayrıntılarının arasına karıştılar.

Usul usul kar yağmaya başlamıştı. İri, yumuşak taneler dökülüyordu gökyüzünden. Ayrıldı nehir kenarından. Eve dönüp çay demlemeye karar verdi.


 

  Hülya ArslanMoskova, Aralık 2000 - İstanbul, Kasım 2002