"Yayından fırladı ok! / Menzil ırak, / çok ırak, / çok... /
Hedeften bir eser yok!.. / Menzil ırak / çok ıraktı, / ok uçuşta usta değil /
çıraktı./ Havalarda kanlı kanat kırıkları bıraktı!.. / Her an / peşinde kalan /
bu ince uzun kuşun: / medit ihtizazları çarpan ve çarpılan bir uçuşun!.. / Bu
uçuş / yıllarca yıllar / kadar / yıl sürdü. / Vaktaki gündoğusu kanla köpürdü /
ok hedefin kırmızı kalbini gördü... / Ok uçuşta usta oldu gayrı çırak değil / o
ırak / menzil artık ırak değil..."
Nazım'ın şiiri sürgit olağanüstü gelir insana, onun
şiiriyle karşılaşanın deyim yerindeyse dili tutulur, sözcüklerdeki hüner,
dildeki yabansılıkla, uzayın içlerinde yankılanan ritmin büyüsü, insan için
sanat aşkının dayanılmazlığı ve bir varoluş biçimiyle bütünlenen estetik
duyarlığın, tutkuya dönüşen çılgınca akışına dönüşür. Entelektüel yaratıkta
onmaz biçimde genlere, dokulara işleyen erişilmez yaratma tutkusunun, hayvani
kösnüllükten, ezoterik-tanrısal aşkınlığa dönüşen dışavurumun ilksil belirtisi,
bir saltık mutlan kipinde, şiirselliğiyle kendini gösterir. O öyledir ki,
eşsiz, varılamaz ve ulaşılamazdır. Kulunu içrek bir yapının kapsantısında
sıkıştırıp, eriterek, yok eder. Bir sızı, bir sızıntıyla ona ulaşmaya
çabalayanın, diz(e)lerine yüz sürenin ve mesiyanik bir algıyla çağırıp,
söylemleyen kullarının ağzı yanar, gören gözlerin dayanamayacağı, bir isteri ve
seçenek saçıntısının coşkunluğunda, görklü parıltılar yayar. Ve biz yer
insanlarının yarattığı tanrılara şirk koşarken, tiyatro'nun merdivenlerinde karşılaştığımız
tanrı ölüleri bileklerimize tutunur ve uçurumlardan aşağıya uçarken artık onun
erişilmezliğini Hades yolunda son kez haykırarak günah çıkartır ve 'edebi vicdanımızı'
böylece temizlemiş oluruz. Ve esin tanrısı musalarla bu sayede,
iyicil ilişkiler kurup aramızı sevicil tutmaya çalışır, bu yolda kayıkçı'ya
verdiğimiz gümüş paranın geçerli olacağı umarıyla kerberos'u ürkütür, akheron'u
geçmeye çalışırız...
Ve "Gelecek için gökten ayet inmedi bize / onu biz kendimiz
vaadettik, kendimize" desekte, herşeyde olduğu gibi,
anlağımızın çarpıttığı, bili yuvağımızın eşleyemediği her yüklenim, her nesnede
olduğu gibi, onu ulular, arş-ı alâya yükseltir ve bir kez daha göklere,
tanrıların katına çıkarırız.
Yukarıdaki büyülü şiirde geçen yıllarca yıllar
kadar yıl sürdü dizesinde olduğu gibi, yıllarca, yıllar kadar yıl
önce bir kitap okumuştum!.. Bu kitap
Pierre Louys'un
Bilitis'in Şarkıları'ydı. Ayvansarayi'nin
Hadikatül
Cevami'sinden sözetmiyordu ama öyle
etkilenmiştim ki, etkisi bugünlere dek sürdü. Şu sıralar onunla yeniden
karşılaştım, yeni bir baskı. Anlağını mürekkebin formüllerine adamış okuyanuslar
için kitap (mücevherî) bir ziynet eşyasıdır... Okumaksa dişil bir edimdir, eril
çocuk nasıl Tahta
At'a ata biniyor, servi dalından kırbaç yapıyor, dişilde küstüm
otlarından kolye, şeytan çanaklarından bileziğe özeniyorsa; aslan
kükremesinden, çift boynuzlular nasıl yüzyılların alışkanlığıyla birbirine
sokuluyorsa, bir homofaber'de
kitap görünce hemen harflerinin peşinden koşar, ciltlerin arasına karışır ve
ışığının içinde gezinir!.. Bu nedenle Bilitis'in Şarkıları'nı,
görür görmez aldım. Çünkü ne zaman döneceği belirsiz bir kuyruklu yıldızdı, her
gelişinde onu görmem, her gelişinde yaydığı ışığın tadına varmam gerekirdi.
Onun yörüngesinden çıkıp bize doğru gelmesi nicesi bir güzellik ve yaşamda her
zaman görülemeyecek bir umurdu.
Bizler değil yeryüzünde, Araf ta bile şiir nedir diye
soracağız.
(Efendim!
Darius karılarını ve çocuklarını bırakıp Baktria'ya kaçtı. Karanlık gökte Mars
parıldadı. Kanatlı bir atın gölgesi düştü, defne dolu avluya... )
Düş
içindeydik. Bir Moğol şehzadesiyle, irem bağlarında geziniyorduk. Ilık bir hava
vardı, dumanlı güllerden göz gözü görmüyor, sandal ayaklarımızla sümbüllere
basmamak için; yavaşça yürüyorduk. Tatarların
hakanıyla, Cezayir dayısının gönderdiği bir kaç kişi daha katıldı aramıza.
Güllerin başucunda, kırmızı ahşap uduyla kör bir adam suzinaklar, semailer
çalıyordu. Dillerin dili denilen Meghalayam dilinde, 'Emel Denizine
Sürükleniyorum' adlı bir şarkı söylüyordu mavi gözlü cariye... Mora püreni
yiyenlerimiz, kevser şarabı içenlerimiz vardı. Andra Pradeş kalesini, Delhi
surlarını gösterip, tavşanların savaşını canlandıran bir sihirbaz alkışlar
alıyordu. Sularına balığını geri verdiğimiz Teselya ırmağında, onmaz
gözyaşlarına boğuluyorduk. Suyun gövdesini ikiye ayıran Yezidîler yine
cenkleşiyordu. Yıldız biçiminde bir üçgenin içinden, cenbiyesi sayısız
gırtlağın tadına bakmış bir adam fırladı birden. Kim o dedik, anda Merv
reislerinden Haris Abdurrahman'dır dediler. Sustuk. Atlasın yüküyle berkli,
Devâmend Emiri Ebu Bekir El Şıblî yanımıza geldi. Hüseyin Şirokko şehit oldu mu
dedik. Yâ dedi. O an Malik'in gözbebekleri toprağa düştü. Gökler denizinde
sallanıyorduk. Sahalin Toprakları uzaklardan gözüktü!.. Kürekçilerimiz, Araplar ve Basra'da yetişmiş
Pers leventleriydi... Deniz durulduğunda, güverte şenlenir, sezarımız Karakalla
ufka bakar, zambak gözlü hünsalarla, ilahi gövdesinin gereksinimini dindirir ve
çılgınca avunurdu... İrem bağlarına yolu düşenin rüyası buydu!.."
Bu gotik metin şiir sayılabilir mi ya da;
"1, 2, 3 / 4, 6, 4 / 2, 2, 2 / 3, 7, 9 /
5, 5, 8 / 1, 8, 1 / 0, 0, 0, 0."
Böyle bir şiir
yazılabilir mi...
Bilitis, Toroslarda yaşayan, sonraları Lesbos adasına yolu
düşen ve genç yaşta ölen bir genç kız. Çayırlara türkü, çağlayanlara şarkı ve
defnelerin gölgesinde yüreğine ateş düşürüp, gönül yangınından ecel terleri
dökmeye giden uzun ince yolda karşılaştığı her kula ay ışığının terennümlerini,
güneşin mırıltılarını aktaran, kaya tavşanıyla, bal sineği vızıltıları arasında
yaşamış bir kutlu kişi... Bilitis'e dil veren, Lidya, Likya, Frigya, Kilikya ve
İyonya'ya da dil vermiş oluyor. O günün insanları, pazar yerleri, fundalık,
bahçelikler, sevmeler sevilmeler ve kalp kırıklıklarıda canlanıyor gözünüzde...
İşte asıl hayrete düştüğüm de Pierre Louys'un bir Fransız olarak bunu nasıl
başardığı... Biz henüz bir Frank miti üzerine kitap yazamadığımıza göre; bu
konuda ne dersek diyelim, eksiklerimizi görmek yolunda nesnel olmaya
çalışmalıyız. Örneğin Truva Hazineleri'ni bulan Schliemann yedi yaşında
İlyada'yı belleğinden okuyormuş, Montesquieu'nun iki Acem'i konuşturması,
Cervantes'de Osmanlı'nın izleri, Cem Sultan'la ilgili önemli bilgilerin
Vatikan'da çıkması, batının onunla ilgili pek çok yapıt üretmesi, gezginler,
dünya ticaret yollarının değişmesi, ilk roman, ilk zeppelin, aya uçuş hep
batıdan... Baron de Tott'un anılarını okuyan bunun ne demek olduğunu iyi bilir.
Ayrıca 19. yüzyılın sonuna doğru İngiliz şair Edward Fitzgerald'ın dikkatini
çekmeseymiş Ömer Hayyam, üzüm kanından sarhoş olmayı alışkanlık edinmiş,
sıradan bir inançsız olarak silinip gidecekmiş. Örnekleri uzatmaya gerek yok,
biz biricik İslam İmparatorluğu'nun en büyük şahpadisi Kanuni'nin romanını
yazmayı bile Fransız mösyölere bırakmışız ve akademisyenlerimiz köşelerinde
onların laisizmi, onların komünizmi, onların fascismi (aydınlanma, 1.
2.Cumhuriyet vs!) üzerine benmerkezî yanıtlar üretmekle meşgul, daha doğrusu
çoğun görüldüğü üzere birbirimizi oyalamakla meşgulüz. Onlar bize Nobel veriyor
böbürleniyoruz, onlar bize 301 diyor kederleniyoruz, onlar bize, Kıbrıs diyor,
Kandil diyor, Kerkük diyor sinirleniyoruz... Ama ilginçtir dünkü gazetelerde
(28.01.07), Ruanda'lı yetkililer Fransa'dan soykırım nedeniyle özür dilemesini
bekliyordu... Aydınlarımız üniversitelerde onların işaret ettiği doğrultuda
dersler verirse popüler oluyor, onun dışındakiler seküler oluyor, ödül
alacaksak onların ağzıyla konuşmalıyız, felsefe yapacaksak alıntılar onlardan,
roman yazacaksak onların görüşleri sayfalara düşmeli... Ve onların Irak'ı,
onların Hiroşima'sı, onların Nürnberg'inden söz bile edilmez, Normandiya
Çıkartması'nda bir saatte yüz
elli bin kişi, John Jack Pershing (bir füzeye adını vermek
nezaketi
gösterilmiş!) komutasında onu aşkın binlerce kızılderili
ölürken, Irakta beş
bin kişiyi öldüren tiran devrilip beş yüz elli beş bin
kişi ölürken sesimiz
çıkmayacak... Çıkmayacak çünkü onlar her
alanda güçlü ve öncü, dünyamız eğer
bir hipodrom, olan bitende bir at yarışı, bir rekabet alanıysa yarışı
hep yoksullar
forse edecek, hep onlar önden koşacak ve hep onlar birbirinin
altında ezilecek,
hep onlar ölüp öldürülecek ve sonuç Atlarıda Vururlar... ve
her zaman, silindir şapkadan yine tavşan çıkacak ve koşmayan besili at, tunç
bedeni, vandal çatısı ve kızıl yelesiyle hep ve hep birinci ilân
edilecek!..
Eğer batı bir gün Şarlken'in romanını Batum'da, Hitler'in
anı defterini Erzurum 'da bulur, modern sanatı izlemek için Bağdat'a gelir ve
tekniğin son gelişmelerini görmek için Buhara ötesine uçarsa doğu kurtulur!..
Bizi bize, başkaları anlattığı sürece yazıklanmaktan kurtulamayız. Gelecekte
satışa çıkarılan devletler göreceğiz. Algı biçimlerimiz değiştiği için 'kölelik kavramını'
anlamakta güçlük çekeceğiz. Sınırlar kalkacak ama hücre gibi
odalarda ömür geçireceğiz. Her şey ayağımıza gelecek ama elimizi
süremeyeceğiz... Başkaları yönlendirecek ama kararı biz veriyor sanacağız,
paranın dini ve rengi, sömürünün ulusu ve Allah'ı olmayacak ama canı yürekten
inanacağız!.. Velhasıl yiyeceğiz, içeceğiz-güleceğiz ağlayacağız ama;
Yaşamayacağız!.. İşte bize bu dizimleri yazmamıza neden, haset edip, dil
döktüren kitaptan iki örnek;
'Gece Gülleri'
"Gece gökyüzünü kapladığı zaman, dünya artık bizim ve
tanrılarındır. Dereden kırlara, loş ormanlardan açık meydanlara koşar, çıplak
ayaklarımızın bizi götürdüğü her yere gideriz. / Gökyüzünde parıldayan
yıldızlar, küçük birer gölge olan vücutlarımızı aydınlatmaya yeterli. Bazen
alçak dalların altında uyuyan ceylanlar bulunur. / Fakat geceleri her şeyden
güzel olan bir yer var. O bizi ormanın içine doğru çeker. Onu yalnız ikimiz
biliriz. Bu gizemli bir gül fidanlığıdır. / Gece, gül kokusundan daha güzel,
daha tanrısal bir şey var mı dünyada? Neden bu kokular beni yalnızken böyle
sarhoş etmiyorlar!.."
'Bilitis'in Zaferi' adını taşıyansa şöyle;
"Alaydakiler beni, Bilitis'i, bir utku arabası içinde
götürdüler. Deniz kabuğu biçimindeki bu arabada, kölelerin sabaha kadar
yoldukları on bin gülün yaprakları üstünde, çırıl çıplak yatıyordum. / Ellerimi
enseme kavuşturmuştum, yalnız ayaklarımda altın pabuçlar vardı. Vücudum,
çiçeklerin serin yaprakları üstünde bile ılık duran saçlarımın üzerine
uzanmıştı. / Omuzları kanatlı on iki çocuk, bir tanrıça gibi bana hizmet
ediyordu. Kimisi başıma şemsiye tutuyor, kimisi üstüme lavanta serpiyor, kimisi
günlük yakıyordu. / Etrafımda coşkuyla kaynaşan halkın uğultusunu işitiyordum.
Buhurdanlarla yanan güzel kokulu otların mavi dumanlarıyla beraber, uyanan
isteklerin sıcak nefesi, çıplak vücudumun etrafında uçuşuyordu".
"Adamın yolu, son iç çekiş köyünden geçmiş ve az
zaman sonra bir cuma günü, dalları göklerden geçen bir ağaca son kez bakarak
ana kucağı toprağa düşmüş ve ecel defterine adını yazdırmayı başarmış. Defin
sırasında oğul gelmiş ve sessizlikle imama demiş ki: Babamız 'bir cuma günü' öldüğüne
göre sanırım ona cennet çeyizlenecek... İmam kılını kıpırdatmamış, bulutların
içinde gezinen aya çevirmiş gözlerini ve mırıltıyla 'Öyle görünüyor!' diye yanıtlamış.
Oğul, ama o sayısız kimesneyi Hades'e yollamak gibi bir düşkünlük içindeydi,
böylelikle, yüce olanın işine karışmak densizliğinde bulunan bir günahkâr değil
mi deyince, imam, evet ama sanırım ki Yüce Olan; ne büyük bir müjdenin avuçlarından
kaçtığını görsün diye 'bir cuma günü' çağırdı
onu demiş!.."
Dilerim, gün gelir Perge'yi, Torosları yazan bir küffar
kalemşörüde; Pireneleri, Roland'ı, Bergerac'ı yazan bir Anadolu yazarına
öykündüğünü açıklar.
"Ya dileğimiz bir gün gerçekleşe, ya taşıdığımız giz bizimle
öle!" Hayy-ı lâ yemut... 'Ve o an düşler içindeki Zekeriya, bir düş olduğunu gördü,
düşleyen; peçesini kaldırdı ve gözlerinin bakışı içimize işledi.'
Bilitis'in Şarkıları'na bir karşıtlamla veda etmek, her
kırgınlığı giderebilir belki...
'Lâlelerin olduğu yerde yaşam bitmişti artık / sonsuz bir ölü doğa
uzanırdı kırda. / Eller üzerinde yükselen koruluğu / yakmıştı gizil bir güç /
yok etmişti sanki. / Dut-ağaçlarda uçan kelebek / nasıl da salınırdı yelde. /
Yağan kar bile / usul usul üşütürdü böcekleri / usul usul üşürdüler toprağın
altında. / Döl yatağı gibiydi ırmak / Zuhâl yıldızı gibi yağardı kar /
Lâgünler, meşeler, ardıçlar; / tavşanlara, arılara, avcılara /
"Paydos" demişlerdi / Ama çok ağlandı "Safo Kız" çok
ağlandı / kimbilir bir zamanlar burada / kimbilir kaç kişi birbirini sevmiş /
sevişmişlerdi...'
Şu dünya nedir ki?.. Kimisi "Ave Caesar İmperator, morituri te
salutant!" (İmparator Sezar, ölüme gidenler seni selamlıyor!)
diye haykırır... Kimisi de "Kimbilir belki de Pegasos, Ege kıyılarında bir ahırda,
samanların arasında uyuyordur" diye
ağlaşır...
Bilitis'in Şarkıları / Pierre Louys
Çeviri: H.Müstakimoğlu / 144 Sahife/ Artshop Yayınları