11 Haziran 201.
– 16:23
Bugün
başladım işe. İlginç bir yer burası. Her yerde
kameralar döşeli ve sürekli birileri beni izliyormuş
düşüncesine kapılıyor
zihnim. Bu bir saplantı mı? Öyle bile olsa yine de bir
saplantıya takılmış
olmak durumun aksini garanti etmiyor. Yazıhanede benimle birlikte
çalışan en az on kişi daha var. Bazıları
farklı bir dilde konuşuyor ama çoğunluk ortak dili
kullanıyor. İçeriye ilk
girdiğimde seçmem için üç
masa önerdiler ve ben bu masayı, en köşedeki, kuytu
yeri seçtim. Masam pencereye bakıyor. Kentin yüksek
binaları ve belli başlı
yolları gözümün önünde.
Ama benim bu masayı seçme nedenim manzarası değil!
Kameraların kapsama alanlarının en az sayıda kesiştiği bir nokta
burası.
Sayabildiğim altı kameradan sadece ikisi bu masanın olduğu
bölgeyi
tarayabiliyor. Tabii henüz varlığından haberdar olmadığım
başka bir kamera
yoksa ortalıkta. Bu
masayı seçtim çünkü
ancak bu şekilde çalışabiliyorum. Birileri sürekli
beni izliyor, bundan emin
olduğum için arkama dönüp bakmıyorum.
Masamın köşesine ufak bir tümsek ayna
koydum ki tüm odayı rahatlıkla gözlemleyebileyim.
Eğer yüzüm onlara dönük
olsaydı yapamazdım bunu. Onların beni izlemelerine izin veriyorum ve
onlar
benim bunu bildiğimi bilmedikleri için tuzağıma
düşüyorlar. Oysa hepsini
görüyorum. Şu yabancı dil konuşanlar dışındaki herkes
benim kontrol mekanizmam
altında. En büyük silahım onların benim bildiklerimi
bilmemesi ve benim kadar
dikkatli olmamaları. Sonuçta yabancılar arasında yaşadığım
yıllar bana tek bir
şey öğretti. Düşmanını tanımamak yenilginin en
büyük nedenidir. Ama farkındayım
bana hazırlanan her komplonun. Bugün ilk
günüm olduğu için belki çok
üzerime
gelmeyecekler ama eminim ileriki günlerde bastıracaklardır.
Her türlü saldırıya
hazır olmalıyım. Bak şimdi, mesai saati dahilinde bunu yazıyorum. Acaba
birileri okuyor mudur yazdıklarımı? Bilgisayarın İnternet ile olan
bağlantısını
kestim. Kabloyu da masanın altına çektim ki kimse sormasın
neden İnternet
bağlantımı kestiğimi. Bir yere ya da bir şeye bağlı olmak en
büyük tehlike!
Köpekler tasmaları oldukları zaman uysallaşırlar, uysal
olanlara zaten tasma
takmak gerekmez. İpini koparıp kaçan bir boğayı yakalayanlar
yine önce boğanın
ipini ele geçirir, ardından da ipi bir ağaca bağlarlar. Beni
bağlayamayacaklar.
Bu yazıyı da bilgisayara kaydetmeyeceğim. Kimbilir geceleri neler
yapıyorlar
bilgisayarlara? Tek tek tüm dosyaları açıp bakıyor
olabilirler. Onları
anlamakta zorlanmıyorum. O yüzden kapıya sıradan bir kilit
değil de elektronik
bir kilit koymuşlar. Her dakika, her saniye içeride kimlerin
olduğunu bilmek
istiyorlar. Kimliğimi girişteki elektronik alete göstermeden
açılmıyor
yazıhanenin kapısı. Her yerde kocaman gözler! Benim sahip
olduğum küçücük ayna
tüm odayı içine alıyor. Buradan bakınca odanın
öteki ucunda oturan sekreter
kızın bacaklarını bile görebiliyorum. Neyse, şimdi dikkatimi
toplayıp biraz
çalışmalıyım. Akşama güneş batmadan eve varmalıyım.
Karanlıkta beni izleyen
insanları seçmekte zorlanıyorum. Öyle ya!
Tüm kentin benim peşimde olduğunu
düşünmek paranoyanın en
büyüğü olur. Ama her akşam birileri
takılıyor peşime.
Bunun farkına vardığım anlayınca son bir haftadır çocuk
denilecek yaşta
gençleri gönderiyorlar. Ne olacak sanki! Bir
biçimde boşluğumdan yararlanıp
beni kündeye düşürecekler. Yok ama! Ben
aptal değilim! Onların silahları, güçlü
adamları, tüm kenti kaplayan iletişim ağları varsa benim de
sürekli çalışan bir
beynim var. Bir kere hakkımda çok az şey bildikleri kesin.
Evime her gün farklı
yoldan giderim. İşimi sürekli değiştiririm. Ev sahibi ile olan
ilişkimiz banka
numarasından ibarettir. Ne evimin yakınlarında ne de işyerinde kimseyle
kişisel
yaşantım üzerine konuşmam. Öyle ki komşularımın
çoğu adımı bile bilmez.
Bilsinler de istemem! Tamam! Yeter bu kadar. Bu yazıyı diskete kaydedip
işime
bakayım...
12
Haziran 201. – 11:21
Sadece bu
şirkette değil, bu kentte, hatta bu ülkede de
yeniyim. Her gün farklı tuhaflıklara tanıklık ediyorum ister
istemez. Bugün
otobüsten indiğimde, durağın az arkasında bir adam, tek bir
ağacın bile
olmadığı geniş bir alanın ortasında, pantolonunu yarıya kadar indirmiş,
işiyordu. Otobüsten (...ten) benimle birlikte inen kızlara ve
yoldan geçen
çocuklara aldırmadan yapıyordu bunu. Belki de insanların
utanıp da kendisine
bakmamasından istifade edip, bu yolla etraftaki insanları
gözetliyordu. Bu da
yeni yöntemleri olsa gerek gizli güçlerin.
Ama başaramayacaklar, tüm
tasarılarını ortaya çıkaracağım birer birer. Benimle başa
çıkamayacaklarını
anladıklarında iş işten geçmiş olacak. Yazıhane
dünkünden farksız. İnsanlar
alabildiğine sessiz. Kimsenin çıtı çıkmıyor.
Herkes kendi işinde. Bu sabah
odanın her tarafına bölmeçler koydular. Şimdi kimse
kimseyi göremiyor ama
kameralar tepeden baktıkları için onlar içn
değişen bir şey olmadı. Ben de
masamdaki aynayı kameralara çevirdim. Kameraların
periyotları eşit. Her birisi
tam bir osilasyonu 20 saniyede tamamlıyor. Her bir kameranın benim
bulunduğum
bölgeyi taraması ise yaklaşık 5 saniye
sürüyor. Yalnız kameraların
frekanslarındaki faz farkından dolayı herhangi bir anda izleniyor olma
olasılığım
yüzde 25 ile yüzde 50 arasında değişiyor
sürekli. Halen üzerinde çalışıyorum
sabah saat 9’u sıfır kabul ederek gün
içindeki herhangi bir zaman diliminde
izlenme olasılığımı en az hata ile verebilecek bir matematiksel
formül
üzerinde. Onu da bulunca rahat edecek
içim.
Ama
yine de bu
bölmeçler hoşuma gitmedi. Yazıhane bilgisayar
programlarının yazıldığı bir
işyerinden çok labirente benziyor. Ardından
bölmeçlerin arasında kalan
boşluklardan çalışanlar masalarına ulaşabiliyorlar. İnsanın
kendisini bir denek
faresi olarak duyumsamaması için bir hayli çaba
sarf
etmesi gerekiyor. Ne
yapmak istediklerini anlayabilmiş değilim. Zaten kimsenin birbiriyle
konuştuğu
yok koca yazıhanede. Bölmeçler
çalışanları eskisine
kıyasla daha da
yalnızlaştırdı. Belki de kameraların öteki tarafında her şeyi
izleyen adam bunu
istiyor. Bize, ‘Alın size ufak bir odacık, ne yaparsanız
yapın,
özgürsünüz!’
derken aslında birbirimizle konuşmamızı engelleyerek
örgütleşmemizin önüne
geçmek istiyor. Kısacası bu adam bizden korkuyor ve bizim
asla
bir araya gelip
onun hakkında konuşmamızı istemediği için de bu
bölmeçleri koydurdu yazıhaneye.
Başka bir açıklaması olabilir mi? Kim ne yapsın iki
buçuk
metrekarelik
özgürlüğü? Önceden en
azından
gözlerimizin önüne sınır konmamıştı. Şimdi
gördüklerimiz
ve göreceklerimiz de kontrol altında. Gerçi beim
için pek değişen bir şey
olmadı. Ben yine camın
kenarındayım. Manzaram aynı!
Bu sabah
arkadaki masaların birinden
gürültülü bir kahkaha
geldi. Bir kaç dakika sonra diğer
masalardan da benzer kahkahalar duydum. Sonradan öğrendim ki
tüm bu
kahkahaların kaynağı ilk gülen adamın elmek adresine
gönderilen bir fıkra imiş.
Adam fıkrayı okuyup, kahkahayı atınca, fıkrayı merak eden diğerlerine
anlatmak
yerine, hepsine İnternet aracılığıyla göndermiş. Bu
yüzden kahkahalar denize
atılan taşın meydana getirdiği dalgacıklar gibi yayıldı ilk
gülen adamın
etrafında. İyi ki bana göndermediler fıkrayı. Henüz
kimseyi tanımıyorum. Yalnız
eminim ki kameranın arkasındaki göz, gelen ve giden
tüm elmekleri okuyor. İlgisini
çekenleri özel bir dosyada saklıyor. Bu durumda
basit bir gülme sevdası için
bilinmeyen bir şebekenin parçası olamam. Ben işimi yaparım,
akşam oldu mu evime
giderim.
Bu arada
kameranın arkasındaki bir çift göze kısaca
‘Göz’
demeye karar verdim. Böylesi hem daha kolay olacak hem de
yanlışlıkla ilerde
yazacaklarım birilerinin eline geçerse kimse anlayamayacak
‘Göz’ derken ne
demek istediğimi. Saat 12’ye yaklaşıyor. Şimdi yemeğe gitmem
gerekiyor.
Herkesten önce gidiyorum ki kimse beni birlikte yemek
için masasına davet
etmesin. Ne kadar az kişi ile konuşursam o kadar az bilinirim. Ve ne
kadar az
bilinirsem o kadar güçlü olurum. İnsanoğlu
doğayı bilimsel yöntemlerle
incelemeye başladıktan sonra onu anlamaya başladı. Ve ne zaman doğanın
sırlarını matematiğin kesinlik belirten denklemlerine
dönüştürdü, işte o zaman
doğayı sömürmeye başladı. Oysa bilimden önce
korkardı insan doğadan. O yüzden
tapardı ateşe, taşa, rüzgara. Bilinmiyor olmak aynı zamanda
düşmanlarımın
benden ürkmesine ve uzak durmasına da yardımcı olacaktır.
Boşuna korkmuyor
vahşi hayvanlar ateşten! Bilse ateşin aslında bir enerji
dönüşümü olduğunu,
korkmaz elbette. Hem bir de karanlık odanın olduğundan
büyük görünmesi var.
Bırakayım benim hakkımda konuşsunlar, efsaneler yaratsınlar. Kendi
yalanlarında
kendilerini zavallılaştıracaklar. Peki bana bir zararları olacak mı?
Hayır!
Şimdi bu
yazdıklarımı diskete kaydedip, bilgisayarımı
İnternet'e bağlayacağım. Uzun süre şebekeden kopuk kalırsam
kuşkulanabilirler.
Akşamüstü olursa vaktim, yine yazmaya
çalışacağım.
14
Haziran 201. – 20:23
Göz
sandığımdan da akıllı çıktı. Dün sabah fark ettim
işleri nasıl yürüttüğünü.
Kameraları aynı anda başlatmıyor. Böylece her kamera
bir gün önce durduğu noktadan itibaren
çalışmaya başlıyor. Hepsi çalışmaya aynı
anda başlamadıkları için de faz farkı her gün
değişebiliyor. Dün 150 derece
olarak saptadığım faz farkı bu sabah neredeyse 70 dereceye
düştü. Faz farkı 90
dereceye ne kadar yakın olursa herhangi bir zaman diliminde izlenme
olasılığım
o derece artar. Sanırım Göz fark etti neler yaptığımı. Yine de
panik
yapmamalıyım. Sırf bu yüzden dün yazmadım
hiçbir şey yazıhanedeyken. Akşamı
bekledim. Akşam eve varınca da faz farkını ve zamanı iki bağımsız
değişken
olarak alan bir formül üzerine çalıştım.
Şimdi elimde o formül var.
Bilgisayarda da ufak bir program yaptım. Faz farkını yazdığımda bana
gün içinde
izlenmediğim tüm anların
dökümünü bir kaç saniye
içersinde veriyor. Bakalım ne
yapacak Göz benim bu geliştirdiğim yeni yöntem
üzerine. Programa bir de şifre
koydum ki kimse açamasın. Birileri şifreyi deneyerek bulmaya
çalışmasın diye üç
başarısız denemenin sonunda programı silecek bir algoritma ekledim. Ben
savaşı
kazandığımı düşünüyordum. En azından
öğlen yemeğinden dönünceye kadar.
Öğlen yemeğini
yedikten sonra masamın başına geçtiğimde
birilerinin ben yemekteyken masama gelip bilgisayarı kurcaladığını
sezdim.
Bilgisayarı açtıktan sonra çalışmaya başladım.
Oysa klavyede bir sorun vardı.
Ne kadar uğraştıysam da ‘d’ harfini yazamıyordum.
Önce bilgisayarın donanımında
bir sorun var zannettim. Bilgisayarı kapatıp bir daha açtım.
Ama devam ediyordu
sorun. Klavyedeki ‘d’ tuşunu çıkarıp,
altındaki hassas devrenin tozunu aldım
ama bu da işe yaramadı. İşin en kötü tarafı da
kameraları denetlemek için
yazdığım ufak programı kilitlemek için ürettiğim
şifrede tam üç tane ‘d’ harfi
geçiyordu. Böylece mahkûm oldum kendi
koyduğum kilidin arkasına. Büyük bir
tedbirsizlik yaptığımı o anda fark ettim. Şifreyi ekrana yazarken
programın
verilerine bakmamıştım. Dolayısıyla, tepemdeki kameraların o sırada
beni
izleyip izlemediklerini bilemiyorum. Büyük bir
olasılıkla izlenmiştim. Göz
şifrenin tamamını göremese bile –hızlı yazdığım
için- ‘d’ harfine bir kaç
defa
bastığımı görmüş olmalı. Bu yüzden de benim
masamdan ayrılmamı fırsat bilip,
bilgisayarın ana devreleri ile oynayıp, ‘d’ harfini
tamamıyla kullanım dışı
bırakmış. Şifreyi kırmayı beceremedim ama çalışırken ne
zaman ‘d’ gerekse,
başka bir metinden kopyalayıp, gereken yere yapıştırmak için
CTRL-C ve CTRL-V
ikilisini kullanmaya başladım. İşe yarıyor olsa da bu yöntemin
çalışmamı
yavaşlattığı bir gerçek. Buna bir
çözüm bulmam gerekiyor. Hem de en
çabuğundan!
Dün
akşam eve erken gelemememin nedeni de işleri zamanında
bitirememiş olmamdı. İşte sırf bu yüzden tüm akşam
evimde oturdum ve düşündüm.
Nasıl böyle bir tedbirsizliği yaparım? Şimdi ne olacak?
Göz anlamış olmalı
benim zayıf noktamı. Bundan sonra daha da saldırganlaşacak. Vurdu mu
vuracak!
Karın boşluğuma şiddetli darbeler almış gibi kıvrıldım yatağın
içinde ve
zamanın geçmesini bekledim. Oysa geçen zaman
arkasında tortularını bırakıyordu
bilincimin sahilinde. Rüyamda kocaman bir sınıftaydım.
Önüme dev bir sözlük
konmuştu. Arkamda da dev bir ekran bana sözlükte
bulmam gereken kelimeleri
gösteriyordu birer birer. Etrafımda ise beni izleyen yığınla
çocuk vardı. Hepsi
gözlerini umutla bana dikmiş, benim başarılı performansımı
izlemek için
sabırsızlıkla bekleşiyorlardı. Sonra ekranda bir göz belirdi.
Herkes göze doğru
döndü. Ben de döndüm! Ardından da
ilk kelime olan ‘departure’ yazıldı ekrana.
Ben şaşırmıştım ‘d’ harfinin yazılışındaki
kolaylığa. Bir sandalye bulup
sözlüğün tepesine çıktım. Dev
sayfaları birer birer çevirmeye, bir an önce
‘d’
harfine varmaya çalışıyordum. Oysa yoktu! Korktuğum başıma
gelmişti. ‘c’
harfinden sonra gelen harf ‘e’ idi.
Yüzüm kızarmıştı. Bir ilkokul
öğrencisi gibi
küçülmüştüm
çocukların
karşısında. “Beni suçlamayın,
sözlüğün suçu, benim
değil” diye haykırmak,
çığlık olup odanın dışına fışkırmak istiyordum. Oysa
kelimeler birbiri ardına
geliyorlardı. Elleri arkadan bağlanmış bir boksörün
ringdeki durumundan
farksızdı durumum. Hepsi de ‘d’ ile başlıyordu.
Karnıma, karnıma vuruyordu!
Öyle ki yıkıldım ringin ortasına kısa sürede. Şimdi
bunları yazarken
hatırlayamıyorum kelimeleri birer birer. Yalnız sonuncusunu unutmam
olanaksız.
‘DREAM’ yazıyordu kocaman harflerle ekranın
ortasında, ben sınıftan koşarak
çıkıp, kendimi yatağın bir ucuna kıvrılmış olarak
bulduğumda.
Bugün
de işleri zamanında bitiremediğim için fazladan bir
buçuk saat çalıştım. Klavyemin sorununu
çözmüş değilim ama yine de teknik
işlerden sorumlu olan bölüme bu sorundan söz
etmek istemiyorum. Bir süre daha
bu şekilde devam edeceğim. Yazmış olduğum programı bilgisayarımdan
sildim.
Akşama kadar da Göz’ün tecavüzkar
bakışları altında çalıştım. Ben yazıhaneyi
terk ederken kimse yoktu içerde. Kameralar ise odadan son
kişi ayrılana kadar
çalışıyorlar. Şimdi bir şeyler yiyip, yatacağım. En azından
evimdeki
bilgisayarda sorunsuz yazabiliyorum ‘d’
harfini.
15
Haziran 201. – 11:07
Daha ne olsun? Bu sabah kapıyı
kapatınca, kapının
üstündeki çiviye asılmış yuvarlak
süs düştü. Süs diyorum ben. Oysa ev
sahibine
göre, bu yuvarlak renkli şey, evi koruyan ruhları yakınlarda
tutup,
uzaklaşmalarına izin vermeyen bir tür cam mıknatısmış. Bu
ruhlar kapının
yakınlarında bulunmasalar, evin başına her türlü
felaket gelebilirmiş. Üzerinde
anlamadığım Çince bir şeyler yazıyor. Bildiğim
Yin-Yang’ın renklendirilmiş
versiyonu. Düşüp kırılmasa cam olduğunu fark
etmeyecektim. Nasıl duyduysa ev
sahibim Hoe, ben daha binayı terk etmeden yetişti kırılan şeyin
yenisini takmak
için. Parasını da benden istedi. Ben önce vermek
istemedim çünkü evin dışında
kırılan şeylerden sorumlu tutulamayacağımı söyledim.
Sonuçta, kapının dış
tarafında asılıydı. Hoe önce güldü, ardından
da eğer parayı ödemezsem evi
kollayan ruhların işlerini yapmayacaklarını, inancım olmadığı
için beni
yalnızlığa terk edeceklerini söyledi. Ben her ne kadar
umursamasam da peşimi
bırakmadı. Otobüs durağına beraber
yürüdük. Yoldaki herkes bize bakıyordu.
İnanması zor! Bu adam yurt dışında mühendislik okumuş,
ülkesine döndüğünde de
kendi inşaat şirketini kurmuş bir iş adamı. Yoksa o da mı beni zayıf
noktamı
arıyor. Öğrendi işte ruhlara inanmadığımı! Ne olacak? Onların
inandığı ruhlara
inanmak zorunda mıyım? Ben düşmanlarımı ve beni rahatsız eden
gizli güçleri
tanıyorum. Bu da bana yetiyor şimdilik. Ayrıca şimdiye kadar kimseden
saklamadım inançsızlığımı. Eğer bir yerde
inançsız olduğumu söylemiyorsam bunun
tek nedeni inanıp da inançlarına saygı bekleyen insanların
aynı saygıyı
inançsızlara göstermemesidir.
Çünkü inananlar kendi inançları
için mantıklı
gerekçeleri olduğunu düşünürler
ve bu yüzden inandıklarını –oysa o
gerekçeleri
sadece inandıkları için üretmişlerdir-
düşünürler ama inanmayanlarında
inanmamak için gerekçeleri olabileceğine ya akıl
erdiremezler ya da kabul etmek
istemezler.
Neyse!
Otobüs durağına geldiğimizde yanımdan uzaklaşsın
diye verdim biraz para ve gitti Hoe. Bir başka anlamadığım nokta da bu:
Kentin
her yerinde daireleri olan adam neden üç
yüz bin tonluk bir kapı süsü için
zahmet ediyor? Mutlaka başka bir iş var bu işin içinde!
Belki de dediği gibi
zengin değil! İş adamı ve ev sahibi maskeleri altında benim her
hareketimi
izliyor. Daha dikkatli olmalıyım! Otobüse bindim ve
kötü başlayan sabahı
unutmaya çalıştım. Oysa beni daha büyük
bir felaket bekliyordu.
Otobüsten
iner inmez hızlı adımlarla yazıhanenin olduğu
binaya doğru yürümeye başladım. Tam karşıdan karşıya
geçerken, duracağını
zannettiğim bir bisiklet hızla bana çarptı. Elimdeki
çanta bir tarafa savruldu,
ben öteki tarafa. Bana çarpan bisikletteki kız da
yalpalayarak yere düştüğü
için ikimize de yardım etmek kazanın asıl sorumlusu olan
motosiklet sürücüsüne
kalmıştı. Asıl sorumlu oydu çünkü
bisikletteki kız sevgilisiydi ve hızlı gitsin
diye vites değiştirmek için kullandığı sol ayağını
bisikletin bir köşesine
koymuş, aklınca sevgilisinin bisikletini itekleyerek ona yardımcı
oluyordu.
Kızın kullandığı bisikletin frenleri saatte yetmiş kilometre hızı kısa
sürede
durduracak nitelikte değildi doğal olarak.
Neyse ki ciddi bir yaram yoktu. Kıza da bir şey olmamıştı. Toparlandım
ve daha fazla vakit kaybetmemek için kimseyi
suçlamadan, beni yerden kaldıran
gence teşekkür bile ederek ayrıldım kaza yerinden. Kız
gülüyordu hiçbir şey
olmamış gibi.
Yazıhaneye
vardığımda fark ettim kapıyı açabilmem için
verilen elektronik kimlik kartının artık üzerimde olmadığını.
Hemen kazanın
olduğu yere koştum ve düştüğüm yerde
çaplı bir arama yaptım. Yoktu! Kimliğim
çalınmıştı. Artık kuşku duymuyordum peşimde dolaşan art
niyetli kişilerin
kimliğimi ele geçirdiklerini. Bir insana kaç defa
bisiklet çarpar ki hayatında?
Binaya girerken gördüm güvenlik
görevlisini. Sanki başıma gelenlerden haberi
varmış gibi gülüyordu. Aynı adam az önce ben
yolda kimliğimi ararken de yanıma
gelmiş, ne aradığımı sormuştu. Bu
adamı
daha önce hiç bu şekilde dudak altından
gülümserken görmemiştim. Yazıhaneye,
çıkan birisinin hemen ardından girdim. Teknik olarak
tüm gün yazıhanede
değildim. Ama ben yine de çalıştım. Kimseye de
söylemedim kimliğimi kaybettiğimi.
Akşama kadar onu izleyeceğim anı bekledim. Güvenlik
görevlilerinin çalışma
saatlerini belirten çizelgeye binadaki elektronik şebekeden
rahatlıkla
ulaşılabiliyor. Akşam saat dörde kadar bekleyeceğim.
Mesaisinin bittiğini
görünce ben de hemen saat dörtte yazıhaneden
ayrılıp, takip edeceğim. Önemli
olan bütün bunları kimseyi kuşkulandırmadan
yapabilmek.
15
Haziran 201. – 21:43
Bundan
sonrası daha kolay oldu. Önce sabah bana
gülümseyen
güvenlik görevlisinin dış kapıdan
çıkmasını bekledim. Adamı görür
görmez takip
etmeye başladım. O motora binince ben de hemen ana yola koşup,
köşedeki
motor-taksilerden birisine atladım. Uzun bir iz sürme başladı
kentin içlerine
doğru. Özgürlük Müzesinin ve
büyük parkın önünden
geçtik. Her zamanki gibi
gençler motorlarını park etmişler yol kenarlarına,
öpüşüyorlardı kaldırımın ya
da oturdukları motorun üzerinde. Fazla bakmamaya özen
gösterdim.
Havaalanına
yakın semtlerden birinde, baraka
denilebilecek, etrafı saclarla çevrili bir dükkanın
önünde durdu güvenlik görevlisi.
Onun durduğunu görünce ben de
sürücüye durmasını söyledim sokağın
başında.
Güvenlik görevlisi içeri girince ben de
barakaya yaklaştım. İçeriden hararetli
tartışmaların sesleri geliyordu. Bir süre dinlemeye
çalıştım ama dillerini çok
anlayamadığım için dinlemekten vaz geçip,
içeriyi görmemi sağlayacak bir delik
aradım sacların birleşme noktalarında. Çok
geçmeden buldum deliği. İçeride
takip ettiğim güvenlik görevlisi ile daha
önce hiç görmediğim orta yaşlı bir
kadın vardı. Güvenlik görevlisi ile ciddi bir konuda
tartıştıkları belliydi.
Büyük bir olasılıkla kimlik kartımı bu kadına
satacaktı ama fiyat konusunda
anlaşamadılar. Ben tam böyle
düşünürken, düşüncemi
doğrulayan bir sahneye tanık
oldum. Güvenlik görevlisi cebinden
çıkardığı bir kartı masanın üzerine koydu.
Kadın da karta bakıp gülümsedi. Tıpkı sabah adamın
bana bakıp gülümsemesi
gibi...
Onları bu
halde görünce daha fazla dayanamadım ve
içeriye
daldım. Her ikisi de çok şaşırdı beni yanlarında
görünce. Hemen masaya doğru
koşup kartı aldım. Fakat kadın kolumu bileğimden yakalamıştı. Bırakmaya
da hiç
niyeti yoktu. O sırada güvenlik görevlisi arkadan
yaklaşıp kafama cam bir
cisimle vurdu. Nasıl olduysa kaybetmedim bilincimi. Kavga etmeye devam
ettim.
Yere düşen cam kırıklarından birisini elime aldım.
Önce bileğini kestim kadının
sonra da elimde kalan kanlı cam parçasını güvenlik
görevlisinin göğsüne
sapladım. Olacağı buysa olsun dedim adamı kanlar içinde yere
yığılırken
gördüğümde. Bunca zamandır beni rahat
bırakmayan, her adımımı izleyen gizli güçlere
iyi bir ders oldu bu. Kana bulanmış kimliğimi cebime atıp, ellerimi de
kenarda
bulduğum bir beze silip, kendimi dışarı attım. Köşede
bekliyordu motor-taksi.
Atlayıp, evimin yakınlarında bir yere geldim. Kalan yolu da
yürüdüm. Eve
vardığımda akşam olmuştu. Önce bir banyo yaptım. Ardından da
güzel bir yemek
hazırladım kendime. Ne de olsa artık bu kentte kalamazdım.
Çantalarımı
hazırladım. Eğer yakalanırsam, polis olanları birinci elden, benim
bakış
açımdan okuyabilsin diye de bunları yazdım. Birazdan yola
çıkacağım. Nereye
gideceğimi, ne yapacağımı hiç bilmiyorum. İlk işim
havaalanına yakın bir otele
yerleşmek olmalı. Yarın sabah da bulabildiğim ilk uçakla
uzaklaşmalıyım bu
ülkeden.
Birisi kapıyı
yumrukluyor. Bu saatte kim olabilir. ‘Kim o’
diye sordum! ‘Ben Hoe!’ dedi. Sesi de benziyordu
ama güvenemedim. O da bir
şeylerden kuşkulanmış olacak ki vaz geçmedi kapıyı
yumruklamaktan. Şimdi kilidi
kurcalıyor. Balkondan aşağıya baktım. Bir yığın araba var ama
hiçbirisi polis
arabasına benzemiyor. Polis değil bunlar! Daha da beter! Sanırım sonum
geldi.
Elimi az önce cebime attım. Pıhtılaşmış siyah kanın kirlettiği
kimlikteki yüzü
daha net görebilmek için ışığa yaklaştırdım. Orada,
lambanın sarı ışığının her
şeyi olduğundan farklı gösteren
büyüsünün etkisinde, sonumun
geldiğini, bir
oyuna getirildiğimi anladım... Kimlikteki resim güvenlik
görevlisinin
gülümsemeyen yüzüydü. İşte
kapının kilidi kırıldı, içeri giriyorlar kjpejkşn
kcveşlkdo
<..........