Göz

11 Haziran 201. – 16:23 

Bugün başladım işe. İlginç bir yer burası. Her yerde kameralar döşeli ve sürekli birileri beni izliyormuş düşüncesine kapılıyor zihnim. Bu bir saplantı mı? Öyle bile olsa yine de bir saplantıya takılmış olmak durumun aksini garanti etmiyor. Yazıhanede benimle birlikte çalışan en az on kişi daha var. Bazıları farklı bir dilde konuşuyor ama çoğunluk ortak dili kullanıyor. İçeriye ilk girdiğimde seçmem için üç masa önerdiler ve ben bu masayı, en köşedeki, kuytu yeri seçtim. Masam pencereye bakıyor. Kentin yüksek binaları ve belli başlı yolları gözümün önünde. Ama benim bu masayı seçme nedenim manzarası değil! Kameraların kapsama alanlarının en az sayıda kesiştiği bir nokta burası. Sayabildiğim altı kameradan sadece ikisi bu masanın olduğu bölgeyi tarayabiliyor. Tabii henüz varlığından haberdar olmadığım başka bir kamera yoksa ortalıkta.  Bu masayı seçtim çünkü ancak bu şekilde çalışabiliyorum. Birileri sürekli beni izliyor, bundan emin olduğum için arkama dönüp bakmıyorum. Masamın köşesine ufak bir tümsek ayna koydum ki tüm odayı rahatlıkla gözlemleyebileyim. Eğer yüzüm onlara dönük olsaydı yapamazdım bunu. Onların beni izlemelerine izin veriyorum ve onlar benim bunu bildiğimi bilmedikleri için tuzağıma düşüyorlar. Oysa hepsini görüyorum. Şu yabancı dil konuşanlar dışındaki herkes benim kontrol mekanizmam altında. En büyük silahım onların benim bildiklerimi bilmemesi ve benim kadar dikkatli olmamaları. Sonuçta yabancılar arasında yaşadığım yıllar bana tek bir şey öğretti. Düşmanını tanımamak yenilginin en büyük nedenidir. Ama farkındayım bana hazırlanan her komplonun. Bugün ilk günüm olduğu için belki çok üzerime gelmeyecekler ama eminim ileriki günlerde bastıracaklardır. Her türlü saldırıya hazır olmalıyım. Bak şimdi, mesai saati dahilinde bunu yazıyorum. Acaba birileri okuyor mudur yazdıklarımı? Bilgisayarın İnternet ile olan bağlantısını kestim. Kabloyu da masanın altına çektim ki kimse sormasın neden İnternet bağlantımı kestiğimi. Bir yere ya da bir şeye bağlı olmak en büyük tehlike! Köpekler tasmaları oldukları zaman uysallaşırlar, uysal olanlara zaten tasma takmak gerekmez. İpini koparıp kaçan bir boğayı yakalayanlar yine önce boğanın ipini ele geçirir, ardından da ipi bir ağaca bağlarlar. Beni bağlayamayacaklar. Bu yazıyı da bilgisayara kaydetmeyeceğim. Kimbilir geceleri neler yapıyorlar bilgisayarlara? Tek tek tüm dosyaları açıp bakıyor olabilirler. Onları anlamakta zorlanmıyorum. O yüzden kapıya sıradan bir kilit değil de elektronik bir kilit koymuşlar. Her dakika, her saniye içeride kimlerin olduğunu bilmek istiyorlar. Kimliğimi girişteki elektronik alete göstermeden açılmıyor yazıhanenin kapısı. Her yerde kocaman gözler! Benim sahip olduğum küçücük ayna tüm odayı içine alıyor. Buradan bakınca odanın öteki ucunda oturan sekreter kızın bacaklarını bile görebiliyorum. Neyse, şimdi dikkatimi toplayıp biraz çalışmalıyım. Akşama güneş batmadan eve varmalıyım. Karanlıkta beni izleyen insanları seçmekte zorlanıyorum. Öyle ya! Tüm kentin benim peşimde olduğunu düşünmek paranoyanın en büyüğü olur. Ama her akşam birileri takılıyor peşime. Bunun farkına vardığım anlayınca son bir haftadır çocuk denilecek yaşta gençleri gönderiyorlar. Ne olacak sanki! Bir biçimde boşluğumdan yararlanıp beni kündeye düşürecekler. Yok ama! Ben aptal değilim! Onların silahları, güçlü adamları, tüm kenti kaplayan iletişim ağları varsa benim de sürekli çalışan bir beynim var. Bir kere hakkımda çok az şey bildikleri kesin. Evime her gün farklı yoldan giderim. İşimi sürekli değiştiririm. Ev sahibi ile olan ilişkimiz banka numarasından ibarettir. Ne evimin yakınlarında ne de işyerinde kimseyle kişisel yaşantım üzerine konuşmam. Öyle ki komşularımın çoğu adımı bile bilmez. Bilsinler de istemem! Tamam! Yeter bu kadar. Bu yazıyı diskete kaydedip işime bakayım... 

12 Haziran 201. – 11:21 

Sadece bu şirkette değil, bu kentte, hatta bu ülkede de yeniyim. Her gün farklı tuhaflıklara tanıklık ediyorum ister istemez. Bugün otobüsten indiğimde, durağın az arkasında bir adam, tek bir ağacın bile olmadığı geniş bir alanın ortasında, pantolonunu yarıya kadar indirmiş, işiyordu. Otobüsten (...ten) benimle birlikte inen kızlara ve yoldan geçen çocuklara aldırmadan yapıyordu bunu. Belki de insanların utanıp da kendisine bakmamasından istifade edip, bu yolla etraftaki insanları gözetliyordu. Bu da yeni yöntemleri olsa gerek gizli güçlerin. Ama başaramayacaklar, tüm tasarılarını ortaya çıkaracağım birer birer. Benimle başa çıkamayacaklarını anladıklarında iş işten geçmiş olacak. Yazıhane dünkünden farksız. İnsanlar alabildiğine sessiz. Kimsenin çıtı çıkmıyor. Herkes kendi işinde. Bu sabah odanın her tarafına bölmeçler koydular. Şimdi kimse kimseyi göremiyor ama kameralar tepeden baktıkları için onlar içn değişen bir şey olmadı. Ben de masamdaki aynayı kameralara çevirdim. Kameraların periyotları eşit. Her birisi tam bir osilasyonu 20 saniyede tamamlıyor. Her bir kameranın benim bulunduğum bölgeyi taraması ise yaklaşık 5 saniye sürüyor. Yalnız kameraların frekanslarındaki faz farkından dolayı herhangi bir anda izleniyor olma olasılığım yüzde 25 ile yüzde 50 arasında değişiyor sürekli. Halen üzerinde çalışıyorum sabah saat 9’u sıfır kabul ederek gün içindeki herhangi bir zaman diliminde izlenme olasılığımı en az hata ile verebilecek bir matematiksel formül üzerinde. Onu da bulunca rahat edecek içim. 

Ama yine de bu bölmeçler hoşuma gitmedi. Yazıhane bilgisayar programlarının yazıldığı bir işyerinden çok labirente benziyor. Ardından bölmeçlerin arasında kalan boşluklardan çalışanlar masalarına ulaşabiliyorlar. İnsanın kendisini bir denek faresi olarak duyumsamaması için bir hayli çaba sarf etmesi gerekiyor. Ne yapmak istediklerini anlayabilmiş değilim. Zaten kimsenin birbiriyle konuştuğu yok koca yazıhanede. Bölmeçler çalışanları eskisine kıyasla daha da yalnızlaştırdı. Belki de kameraların öteki tarafında her şeyi izleyen adam bunu istiyor. Bize, ‘Alın size ufak bir odacık, ne yaparsanız yapın, özgürsünüz!’ derken aslında birbirimizle konuşmamızı engelleyerek örgütleşmemizin önüne geçmek istiyor. Kısacası bu adam bizden korkuyor ve bizim asla bir araya gelip onun hakkında konuşmamızı istemediği için de bu bölmeçleri koydurdu yazıhaneye. Başka bir açıklaması olabilir mi? Kim ne yapsın iki buçuk metrekarelik özgürlüğü? Önceden en azından gözlerimizin önüne sınır konmamıştı. Şimdi gördüklerimiz ve göreceklerimiz de kontrol altında. Gerçi beim için pek değişen bir şey olmadı. Ben yine camın kenarındayım. Manzaram aynı! 

Bu sabah arkadaki masaların birinden gürültülü bir kahkaha geldi. Bir kaç dakika sonra  diğer masalardan da benzer kahkahalar duydum. Sonradan öğrendim ki tüm bu kahkahaların kaynağı ilk gülen adamın elmek adresine gönderilen bir fıkra imiş. Adam fıkrayı okuyup, kahkahayı atınca, fıkrayı merak eden diğerlerine anlatmak yerine, hepsine İnternet aracılığıyla göndermiş. Bu yüzden kahkahalar denize atılan taşın meydana getirdiği dalgacıklar gibi yayıldı ilk gülen adamın etrafında. İyi ki bana göndermediler fıkrayı. Henüz kimseyi tanımıyorum. Yalnız eminim ki kameranın arkasındaki göz, gelen ve giden tüm elmekleri okuyor. İlgisini çekenleri özel bir dosyada saklıyor. Bu durumda basit bir gülme sevdası için bilinmeyen bir şebekenin parçası olamam. Ben işimi yaparım, akşam oldu mu evime giderim. 

Bu arada kameranın arkasındaki bir çift göze kısaca ‘Göz’ demeye karar verdim. Böylesi hem daha kolay olacak hem de yanlışlıkla ilerde yazacaklarım birilerinin eline geçerse kimse anlayamayacak ‘Göz’ derken ne demek istediğimi. Saat 12’ye yaklaşıyor. Şimdi yemeğe gitmem gerekiyor. Herkesten önce gidiyorum ki kimse beni birlikte yemek için masasına davet etmesin. Ne kadar az kişi ile konuşursam o kadar az bilinirim. Ve ne kadar az bilinirsem o kadar güçlü olurum. İnsanoğlu doğayı bilimsel yöntemlerle incelemeye başladıktan sonra onu anlamaya başladı. Ve ne zaman doğanın sırlarını matematiğin kesinlik belirten denklemlerine dönüştürdü, işte o zaman doğayı sömürmeye başladı. Oysa bilimden önce korkardı insan doğadan. O yüzden tapardı ateşe, taşa, rüzgara. Bilinmiyor olmak aynı zamanda düşmanlarımın benden ürkmesine ve uzak durmasına da yardımcı olacaktır. Boşuna korkmuyor vahşi hayvanlar ateşten! Bilse ateşin aslında bir enerji dönüşümü olduğunu, korkmaz elbette. Hem bir de karanlık odanın olduğundan büyük görünmesi var. Bırakayım benim hakkımda konuşsunlar, efsaneler yaratsınlar. Kendi yalanlarında kendilerini zavallılaştıracaklar. Peki bana bir zararları olacak mı? Hayır! 

Şimdi bu yazdıklarımı diskete kaydedip, bilgisayarımı İnternet'e bağlayacağım. Uzun süre şebekeden kopuk kalırsam kuşkulanabilirler. Akşamüstü olursa vaktim, yine yazmaya çalışacağım.                                            

14 Haziran 201. – 20:23 

Göz sandığımdan da akıllı çıktı. Dün sabah fark ettim işleri nasıl yürüttüğünü. Kameraları aynı anda başlatmıyor. Böylece her kamera bir gün önce durduğu noktadan itibaren çalışmaya başlıyor. Hepsi çalışmaya aynı anda başlamadıkları için de faz farkı her gün değişebiliyor. Dün 150 derece olarak saptadığım faz farkı bu sabah neredeyse 70 dereceye düştü. Faz farkı 90 dereceye ne kadar yakın olursa herhangi bir zaman diliminde izlenme olasılığım o derece artar. Sanırım Göz fark etti neler yaptığımı. Yine de panik yapmamalıyım. Sırf bu yüzden dün yazmadım hiçbir şey yazıhanedeyken. Akşamı bekledim. Akşam eve varınca da faz farkını ve zamanı iki bağımsız değişken olarak alan bir formül üzerine çalıştım. Şimdi elimde o formül var. Bilgisayarda da ufak bir program yaptım. Faz farkını yazdığımda bana gün içinde izlenmediğim tüm anların dökümünü bir kaç saniye içersinde veriyor. Bakalım ne yapacak Göz benim bu geliştirdiğim yeni yöntem üzerine. Programa bir de şifre koydum ki kimse açamasın. Birileri şifreyi deneyerek bulmaya çalışmasın diye üç başarısız denemenin sonunda programı silecek bir algoritma ekledim. Ben savaşı kazandığımı düşünüyordum. En azından öğlen yemeğinden dönünceye kadar.

Öğlen yemeğini yedikten sonra masamın başına geçtiğimde birilerinin ben yemekteyken masama gelip bilgisayarı kurcaladığını sezdim. Bilgisayarı açtıktan sonra çalışmaya başladım. Oysa klavyede bir sorun vardı. Ne kadar uğraştıysam da ‘d’ harfini yazamıyordum. Önce bilgisayarın donanımında bir sorun var zannettim. Bilgisayarı kapatıp bir daha açtım. Ama devam ediyordu sorun. Klavyedeki ‘d’ tuşunu çıkarıp, altındaki hassas devrenin tozunu aldım ama bu da işe yaramadı. İşin en kötü tarafı da kameraları denetlemek için yazdığım ufak programı kilitlemek için ürettiğim şifrede tam üç tane ‘d’ harfi geçiyordu. Böylece mahkûm oldum kendi koyduğum kilidin arkasına. Büyük bir tedbirsizlik yaptığımı o anda fark ettim. Şifreyi ekrana yazarken programın verilerine bakmamıştım. Dolayısıyla, tepemdeki kameraların o sırada beni izleyip izlemediklerini bilemiyorum. Büyük bir olasılıkla izlenmiştim. Göz şifrenin tamamını göremese bile –hızlı yazdığım için- ‘d’ harfine bir kaç defa bastığımı görmüş olmalı. Bu yüzden de benim masamdan ayrılmamı fırsat bilip, bilgisayarın ana devreleri ile oynayıp, ‘d’ harfini tamamıyla kullanım dışı bırakmış. Şifreyi kırmayı beceremedim ama çalışırken ne zaman ‘d’ gerekse, başka bir metinden kopyalayıp, gereken yere yapıştırmak için CTRL-C ve CTRL-V ikilisini kullanmaya başladım. İşe yarıyor olsa da bu yöntemin çalışmamı yavaşlattığı bir gerçek. Buna bir çözüm bulmam gerekiyor. Hem de en çabuğundan! 

Dün akşam eve erken gelemememin nedeni de işleri zamanında bitirememiş olmamdı. İşte sırf bu yüzden tüm akşam evimde oturdum ve düşündüm. Nasıl böyle bir tedbirsizliği yaparım? Şimdi ne olacak? Göz anlamış olmalı benim zayıf noktamı. Bundan sonra daha da saldırganlaşacak. Vurdu mu vuracak! Karın boşluğuma şiddetli darbeler almış gibi kıvrıldım yatağın içinde ve zamanın geçmesini bekledim. Oysa geçen zaman arkasında tortularını bırakıyordu bilincimin sahilinde. Rüyamda kocaman bir sınıftaydım. Önüme dev bir sözlük konmuştu. Arkamda da dev bir ekran bana sözlükte bulmam gereken kelimeleri gösteriyordu birer birer. Etrafımda ise beni izleyen yığınla çocuk vardı. Hepsi gözlerini umutla bana dikmiş, benim başarılı performansımı izlemek için sabırsızlıkla bekleşiyorlardı. Sonra ekranda bir göz belirdi. Herkes göze doğru döndü. Ben de döndüm! Ardından da ilk kelime olan ‘departure’ yazıldı ekrana. Ben şaşırmıştım ‘d’ harfinin yazılışındaki kolaylığa. Bir sandalye bulup sözlüğün tepesine çıktım. Dev sayfaları birer birer çevirmeye, bir an önce ‘d’ harfine varmaya çalışıyordum. Oysa yoktu! Korktuğum başıma gelmişti. ‘c’ harfinden sonra gelen harf ‘e’ idi. Yüzüm kızarmıştı. Bir ilkokul öğrencisi gibi küçülmüştüm çocukların karşısında. “Beni suçlamayın, sözlüğün suçu, benim değil” diye haykırmak, çığlık olup odanın dışına fışkırmak istiyordum. Oysa kelimeler birbiri ardına geliyorlardı. Elleri arkadan bağlanmış bir boksörün ringdeki durumundan farksızdı durumum. Hepsi de ‘d’ ile başlıyordu. Karnıma, karnıma vuruyordu! Öyle ki yıkıldım ringin ortasına kısa sürede. Şimdi bunları yazarken hatırlayamıyorum kelimeleri birer birer. Yalnız sonuncusunu unutmam olanaksız. ‘DREAM’ yazıyordu kocaman harflerle ekranın ortasında, ben sınıftan koşarak çıkıp, kendimi yatağın bir ucuna kıvrılmış olarak bulduğumda. 

Bugün de işleri zamanında bitiremediğim için fazladan bir buçuk saat çalıştım. Klavyemin sorununu çözmüş değilim ama yine de teknik işlerden sorumlu olan bölüme bu sorundan söz etmek istemiyorum. Bir süre daha bu şekilde devam edeceğim. Yazmış olduğum programı bilgisayarımdan sildim. Akşama kadar da Göz’ün tecavüzkar bakışları altında çalıştım. Ben yazıhaneyi terk ederken kimse yoktu içerde. Kameralar ise odadan son kişi ayrılana kadar çalışıyorlar. Şimdi bir şeyler yiyip, yatacağım. En azından evimdeki bilgisayarda sorunsuz yazabiliyorum ‘d’ harfini. 

15 Haziran 201. – 11:07 

Daha ne olsun? Bu sabah kapıyı kapatınca, kapının üstündeki çiviye asılmış yuvarlak süs düştü. Süs diyorum ben. Oysa ev sahibine göre, bu yuvarlak renkli şey, evi koruyan ruhları yakınlarda tutup, uzaklaşmalarına izin vermeyen bir tür cam mıknatısmış. Bu ruhlar kapının yakınlarında bulunmasalar, evin başına her türlü felaket gelebilirmiş. Üzerinde anlamadığım Çince bir şeyler yazıyor. Bildiğim Yin-Yang’ın renklendirilmiş versiyonu. Düşüp kırılmasa cam olduğunu fark etmeyecektim. Nasıl duyduysa ev sahibim Hoe, ben daha binayı terk etmeden yetişti kırılan şeyin yenisini takmak için. Parasını da benden istedi. Ben önce vermek istemedim çünkü evin dışında kırılan şeylerden sorumlu tutulamayacağımı söyledim. Sonuçta, kapının dış tarafında asılıydı. Hoe önce güldü, ardından da eğer parayı ödemezsem evi kollayan ruhların işlerini yapmayacaklarını, inancım olmadığı için beni yalnızlığa terk edeceklerini söyledi. Ben her ne kadar umursamasam da peşimi bırakmadı. Otobüs durağına beraber yürüdük. Yoldaki herkes bize bakıyordu. İnanması zor! Bu adam yurt dışında mühendislik okumuş, ülkesine döndüğünde de kendi inşaat şirketini kurmuş bir iş adamı. Yoksa o da mı beni zayıf noktamı arıyor. Öğrendi işte ruhlara inanmadığımı! Ne olacak? Onların inandığı ruhlara inanmak zorunda mıyım? Ben düşmanlarımı ve beni rahatsız eden gizli güçleri tanıyorum. Bu da bana yetiyor şimdilik. Ayrıca şimdiye kadar kimseden saklamadım inançsızlığımı. Eğer bir yerde inançsız olduğumu söylemiyorsam bunun tek nedeni inanıp da inançlarına saygı bekleyen insanların aynı saygıyı inançsızlara göstermemesidir. Çünkü inananlar kendi inançları için mantıklı gerekçeleri olduğunu düşünürler ve bu yüzden inandıklarını –oysa o gerekçeleri sadece inandıkları için üretmişlerdir- düşünürler ama inanmayanlarında inanmamak için gerekçeleri olabileceğine ya akıl erdiremezler ya da kabul etmek istemezler. 

Neyse! Otobüs durağına geldiğimizde yanımdan uzaklaşsın diye verdim biraz para ve gitti Hoe. Bir başka anlamadığım nokta da bu: Kentin her yerinde daireleri olan adam neden üç yüz bin tonluk bir kapı süsü için zahmet ediyor? Mutlaka başka bir iş var bu işin içinde! Belki de dediği gibi zengin değil! İş adamı ve ev sahibi maskeleri altında benim her hareketimi izliyor. Daha dikkatli olmalıyım! Otobüse bindim ve kötü başlayan sabahı unutmaya çalıştım. Oysa beni daha büyük bir felaket bekliyordu. 

Otobüsten iner inmez hızlı adımlarla yazıhanenin olduğu binaya doğru yürümeye başladım. Tam karşıdan karşıya geçerken, duracağını zannettiğim bir bisiklet hızla bana çarptı. Elimdeki çanta bir tarafa savruldu, ben öteki tarafa. Bana çarpan bisikletteki kız da yalpalayarak yere düştüğü için ikimize de yardım etmek kazanın asıl sorumlusu olan motosiklet sürücüsüne kalmıştı. Asıl sorumlu oydu çünkü bisikletteki kız sevgilisiydi ve hızlı gitsin diye vites değiştirmek için kullandığı sol ayağını bisikletin bir köşesine koymuş, aklınca sevgilisinin bisikletini itekleyerek ona yardımcı oluyordu. Kızın kullandığı bisikletin frenleri saatte yetmiş kilometre hızı kısa sürede durduracak nitelikte değildi doğal olarak. Neyse ki ciddi bir yaram yoktu. Kıza da bir şey olmamıştı. Toparlandım ve daha fazla vakit kaybetmemek için kimseyi suçlamadan, beni yerden kaldıran gence teşekkür bile ederek ayrıldım kaza yerinden. Kız gülüyordu hiçbir şey olmamış gibi. 

Yazıhaneye vardığımda fark ettim kapıyı açabilmem için verilen elektronik kimlik kartının artık üzerimde olmadığını. Hemen kazanın olduğu yere koştum ve düştüğüm yerde çaplı bir arama yaptım. Yoktu! Kimliğim çalınmıştı. Artık kuşku duymuyordum peşimde dolaşan art niyetli kişilerin kimliğimi ele geçirdiklerini. Bir insana kaç defa bisiklet çarpar ki hayatında? Binaya girerken gördüm güvenlik görevlisini. Sanki başıma gelenlerden haberi varmış gibi gülüyordu. Aynı adam az önce ben yolda kimliğimi ararken de yanıma gelmiş, ne aradığımı sormuştu. Bu adamı daha önce hiç bu şekilde dudak altından gülümserken görmemiştim. Yazıhaneye, çıkan birisinin hemen ardından girdim. Teknik olarak tüm gün yazıhanede değildim. Ama ben yine de çalıştım. Kimseye de söylemedim kimliğimi kaybettiğimi. Akşama kadar onu izleyeceğim anı bekledim. Güvenlik görevlilerinin çalışma saatlerini belirten çizelgeye binadaki elektronik şebekeden rahatlıkla ulaşılabiliyor. Akşam saat dörde kadar bekleyeceğim. Mesaisinin bittiğini görünce ben de hemen saat dörtte yazıhaneden ayrılıp, takip edeceğim. Önemli olan bütün bunları kimseyi kuşkulandırmadan yapabilmek. 

15 Haziran 201. – 21:43 

Bundan sonrası daha kolay oldu. Önce sabah bana gülümseyen güvenlik görevlisinin dış kapıdan çıkmasını bekledim. Adamı görür görmez takip etmeye başladım. O motora binince ben de hemen ana yola koşup, köşedeki motor-taksilerden birisine atladım. Uzun bir iz sürme başladı kentin içlerine doğru. Özgürlük Müzesinin ve büyük parkın önünden geçtik. Her zamanki gibi gençler motorlarını park etmişler yol kenarlarına, öpüşüyorlardı kaldırımın ya da oturdukları motorun üzerinde. Fazla bakmamaya özen gösterdim. 

Havaalanına yakın semtlerden birinde, baraka denilebilecek, etrafı saclarla çevrili bir dükkanın önünde durdu güvenlik görevlisi. Onun durduğunu görünce ben de sürücüye durmasını söyledim sokağın başında. Güvenlik görevlisi içeri girince ben de barakaya yaklaştım. İçeriden hararetli tartışmaların sesleri geliyordu. Bir süre dinlemeye çalıştım ama dillerini çok anlayamadığım için dinlemekten vaz geçip, içeriyi görmemi sağlayacak bir delik aradım sacların birleşme noktalarında. Çok geçmeden buldum deliği. İçeride takip ettiğim güvenlik görevlisi ile daha önce hiç görmediğim orta yaşlı bir kadın vardı. Güvenlik görevlisi ile ciddi bir konuda tartıştıkları belliydi. Büyük bir olasılıkla kimlik kartımı bu kadına satacaktı ama fiyat konusunda anlaşamadılar. Ben tam böyle düşünürken, düşüncemi doğrulayan bir sahneye tanık oldum. Güvenlik görevlisi cebinden çıkardığı bir kartı masanın üzerine koydu. Kadın da karta bakıp gülümsedi. Tıpkı sabah adamın bana bakıp gülümsemesi gibi... 

Onları bu halde görünce daha fazla dayanamadım ve içeriye daldım. Her ikisi de çok şaşırdı beni yanlarında görünce. Hemen masaya doğru koşup kartı aldım. Fakat kadın kolumu bileğimden yakalamıştı. Bırakmaya da hiç niyeti yoktu. O sırada güvenlik görevlisi arkadan yaklaşıp kafama cam bir cisimle vurdu. Nasıl olduysa kaybetmedim bilincimi. Kavga etmeye devam ettim. Yere düşen cam kırıklarından birisini elime aldım. Önce bileğini kestim kadının sonra da elimde kalan kanlı cam parçasını güvenlik görevlisinin göğsüne sapladım. Olacağı buysa olsun dedim adamı kanlar içinde yere yığılırken gördüğümde. Bunca zamandır beni rahat bırakmayan, her adımımı izleyen gizli güçlere iyi bir ders oldu bu. Kana bulanmış kimliğimi cebime atıp, ellerimi de kenarda bulduğum bir beze silip, kendimi dışarı attım. Köşede bekliyordu motor-taksi. Atlayıp, evimin yakınlarında bir yere geldim. Kalan yolu da yürüdüm. Eve vardığımda akşam olmuştu. Önce bir banyo yaptım. Ardından da güzel bir yemek hazırladım kendime. Ne de olsa artık bu kentte kalamazdım. Çantalarımı hazırladım. Eğer yakalanırsam, polis olanları birinci elden, benim bakış açımdan okuyabilsin diye de bunları yazdım. Birazdan yola çıkacağım. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı hiç bilmiyorum. İlk işim havaalanına yakın bir otele yerleşmek olmalı. Yarın sabah da bulabildiğim ilk uçakla uzaklaşmalıyım bu ülkeden. 

Birisi kapıyı yumrukluyor. Bu saatte kim olabilir. ‘Kim o’ diye sordum! ‘Ben Hoe!’ dedi. Sesi de benziyordu ama güvenemedim. O da bir şeylerden kuşkulanmış olacak ki vaz geçmedi kapıyı yumruklamaktan. Şimdi kilidi kurcalıyor. Balkondan aşağıya baktım. Bir yığın araba var ama hiçbirisi polis arabasına benzemiyor. Polis değil bunlar! Daha da beter! Sanırım sonum geldi. Elimi az önce cebime attım. Pıhtılaşmış siyah kanın kirlettiği kimlikteki yüzü daha net görebilmek için ışığa yaklaştırdım. Orada, lambanın sarı ışığının her şeyi olduğundan farklı gösteren büyüsünün etkisinde, sonumun geldiğini, bir oyuna getirildiğimi anladım... Kimlikteki resim güvenlik görevlisinin gülümsemeyen yüzüydü. İşte kapının kilidi kırıldı, içeri giriyorlar kjpejkşn kcveşlkdo <..........

 

 
   Ali Rıza Arıcan/ 24 Aralık 2006 - HCMC / Vietnam