Yazar Sadece Yazmakla mı Sorumludur?

Merhaba!

Aşağıdaki metin, Hollanda'daki Dostumuz Mustafa Toga'nın dergimize ulaştırdığı makale:
 

Polis Devleti

-Kaçak Yabancı Avı Başladı- 

Polislerden kaçak yabancıların üzerine gidilmesi istendi. Kaçak yabancıların yakalanıp sınırdışı edilmesi için kota uygulamasına geçildi. Azınlıklar Bakanlığı ile İçişleri Bakanlığı arasında yapılan anlaşmaya göre, polislerin yılda 11 bin 883 yabancıyı sınır dışı etmek üzere gözaltına almaları gerekiyor. Bunun içinde yılda 40 bin yabancının kontrol edilmesi lazım. Kotayı dolduran polis teşkilatlarının ödüllendirileceği bildirildi. 

Yukarıdaki yazıdan da anlaşıldığı gibi siyasetten bir Rita Verdonk geçti ama çamurunu göçmenlerin üzerine sıçratıp geçti. (Verdonk hanım, düşen kabinenin yabancılardan sorumlu Devlet Bakanıydı.) 

Hiç dikkatinizi çekti mi? 

Son bir kaç yıldır köşe başlarında kot pantolonlu, saçı sakalı bir birine karışmış insanların birden bire türediklerini.

Özellikle kara kafalı, esmer tenli insanlara dikkatlice baktıklarını. 

Ya da yolun ortasına birden bire atlayıp bisikletliyi durdurmaya çalışan yeni göreve başlamış polisleri.

Tabi bu arada apış arasında ki t……larına bisikletin ön tekerleğinin çarpmasıyla iki büklüm kıvrılmalarını. 

Duvar kenarına dizilmiş kadınlı erkekli bir düzüne kişinin ( Yabancılar Polisi, Maliye Müfettişleri, UWV-Sociaal Dienst Memurları, İcra Memurları, Kriminal polisler) işyerinin kapısı açılınca son sürat içeri daldıklarını, gördünüz mü? 

Nerede mi oluyor bunlar? 

Hollanda’da. 

Evet yanlış duymadınız… Dünyaya demokrasi ve insan hakları dersleri vermeye çalışan küçük ama şirin, lâleler ülkesi Hollanda’da.

İyi de bu güne kadar neredeydi bunlar? 

AB’nin; Avrupa Polis Teşkilatı Merkezini " EUROPOL " Lahey’de kurmasından dolayı mı?

EURO’ya geçişten sonra ekonominin bir çıkmaza sürüklenmesinden mi? 

Yoksa siyasilerin ülkeyi tekrar düzlüğe çıkarmak için polislere olağan üstü yetkiler verip ceza kesmek yoluyla devletin kasasını doldurması ve bu şekilde ülke ekonomisini düzeltme fikrinden mi?

Bu konuda kararı artık siz verin…


                                                                                        Mustafa Toga

 

Bu da Türkiye'den Sayın Prof. Dr. T. Ayhan Çıkın Dostumuzun bize ulaştırdığı:

Al Gözüm Seyreyle

Dünyanın neresinde demokrasiyi kesintiye uğratan, gencecik çocukları “asmayalım da besleyelim mi?” diyerek idama yollayan, binlerce kadının ve erkeğin insanlık onurunu hiçe sayıp işkence odalarında yaşamlarına el koyan, ülkeyi resmen satan bir cuntanın lideri hala konuşabilir ve yalakaları, çok satan gazetelerde ona methiye yazabilir?.. gerçekten böyle bir ülke var mı, bilen bana söylesin.

Artık hiçbir gazeteyi ne görmek ne okumak istiyorum. Örneğin, Can Dündar, Ece Temelkuran, Güngör Uras, Meral Tamer ve Hasan Pulur için aldığım Milliyet gazetesinin Pazar günkü manşeti beni dehşete düşürdü:

“Evren Paşa bana telefon etti.” Paşaları kime telefon etmiş, tabii Türkiye’yi yönettiğini sananlardan birine, Hasan Cemal’e. Milliyet'in Yanın Yönetmeni Sedat Ergin. Ne güzel gazete yapıyordun sen, her haberinin ses getirdiği bir gazeteyle doğru yol almıştın. Şimdi bu yolkazası neden? Senin yüreğine güvenirim, bu nedenle sana kendimin de yaşadığı bazı 12 Eylül hikayeleri anlatacağım, trompet çalan birine armağan.

12 Eylül olmuştu... İşkenceler, ölümler birbirini takip ediyordu ve o günlerde Kenan Evren en meşhur konuşmalarından birini Fatsa’da yaptı; birtakım sinemacıların halkı tahrik eden, onları devlet düşmanı yapan filmler yaptığını söyledi. Ertesi gün de yönetmen Ali Özgentürk’ün çektiği “At” filminin montajını yaparken tutuklandı ve idam istemiyle, o zamanlar bir tutukevine çevrilen Davutpaşa Kışlasına gönderildi. 

O zamanlar kızımız Dünya beş yaşındaydı. Anaokuluna gidiyordu. Yaşı küçük,  aman görmesin, duymasın, bilmesin demedim; hemen her görüş gününe Dünya’yı da götürdüm. O, beş yaşındaki Dünyacık, benim görüş için ne kadar kağıt imzaladığımı beleğinin bir yerine yazmış. Bir gün anaokulundan eve bir telefon geldi. Telefon eden yönetici ağlıyordu, Dünya onu çok seven ilk aşkı Onur’u da örgütleyip anaokulunun idare odasına girmiş ve ne kadar resmi kağıt varsa hepsini küçük parçalar haline gelene kadar kesmiş. 

Donup kalmıştım. 

Geçelim başka bir hikayeye. Adı bende saklı, o zamanlar gencecik bir kadın olan arkadaşım, eşiyle birlikte tutuklanmıştı. Daha doğrusu kadın arkadaşımı, kocasını konuşturmak için özellikle eşiyle birlikte tutuklamışlardı. Çünkü öylesine bir işkence biçimi bulmuşlardı ki, bunu yaşayan mutlaka konuşur ya da polisin istediği biçimde ifade verirdi.

Bu işkence biçiminde  kadınla erkek aynı odaya alınır ve erkeğin gözü önünde kadına tecavüz edilirdi. Arkadaşım ve kocası böyle bir işkenceyi yaşadı, arkadaşım arka arkaya tecavüze uğradı ve kocası acının en derin yaralarını aldı.

Yıllar sonra arkadaşımın kocası dışarı çıktığında yeni bir hayat kuramadılar. Çünkü en mahrem biçimde yaralanmışlardı. Arkadaşımın kocası kendini yedi katlı bir apartmanın balkonundan attı. O sırada Evren paşa dediğiniz o adam Sibel Can’ın tombul kalçasını tuvale geçirmeye çalışıyordu ve ülkenin hala devlet eliyle beslenen en zengin, milli burjuvaları, bu tabloyu satın alabilmek için kuyruğa girmişlerdi. 

Geçelim başka bir hikayeye... Genç kadını iki kediyle birlikte bir çuvalın içine koydular. Çuvalın ağzını bir güzel kapadılar ve ardından sopalarla çuvala saldırdılar. Her sopa vuruşta kediler kadına saldırdılar ve tırmık darbesiyle gözünün birini yitirdi. Çuvalı açtıklarında iki kedi ölmüştü ve genç kadın baygındı. Günler sonra kendine geldi. Şimdi yaptığı tek bir iş var, mahallenin kedilerini beslemek... 

Sedat, başka bir hikayeye geçelim mi?.. Ölümlerden, Almanya’da eroin parası için dilenen bir zamanlar bu ülkenin sürgüne zorlanan güzel insanlarından söz edeyim mi?..

Benim yüreğim daha fazlasını kaldıramıyor... daha doğrusu, bu Kenan Evren yağcılığını kaldıramıyor. Lanet olsun!
                                                                   

                                                                                Işıl Özgentürk

Dergimizde siyasi içeriği ağırlıklı metinlere çok az yer ver vermekteyiz. "İyi de o zaman bu iki makale neden editoryal sayfasına alındı?" diye soranlarınız olacak elbette.

Bu iki makale içerik olarak gerçekten okunması gerek fakat, biz bu metinleri, yabanda yaşayanların sadece ve sadece bireysel sorunları ile değil, geldikleri ve de yaşadıkları ülkedeki sosyal sorunlarla da nasıl iç içe yaşadığını, her iki ülkede de "yabancı" olmanın zorluklarını vurgulamak istedik. Davulun sesi yakından pek de o kadar hoş değil.

Olayları bu güne taşıyanlar aslına bizleriz.

Yabanda yaşayan ve adlarını genelde Türkiye'de duyuran/ duyurmaya çalışan, birçok yazar/ çizer dostumuza seslenmek istiyoruz şimdi: Sizlerin "derin dondurucuda 45 sene" dediğiniz bu Türkiyeli halk, bu kadar sorunun üstesinden nasıl gelecekti ki? Bu halkın yabancı devletler tarafından eğitilmeyeceğini, dolayısıyla haklarını koruyamayacağını bar bar bağırmaktan başka ne tür eylemler yaptınız? Laf olsun diye kurulan derneklerde tavla oynamak, folklor dansları eğitimi ya da saz çalmasını öğretmekle bu işlerin halledilemeyeceğini sanırım biliyordunuz. Atatürkçü. devrimci, şucu-bucu adları altında sadece belediyelerden para kopartmak ve kurdukları derneklerde bu paralarla eğlenceler düzenleyenler bir "vicdan muhasebesi" yapmak zorundadır. Duvara bir Atatürk resmi asmakla Atatürkçü, Bir Mayir Çayan Resmi asmakla devrimci olunmuyor maalesef. Hala Almanya'da köklü bir edebiyatçılar ya da sanatçılar derneği yoktur. Binlerce cami olmasına karşın bir kütüphanemiz, bir dil enstitümüz yoktur... Neler vardır diye yazarsak; nelerin yok olduğunu daha iyi anlarsınız sanırız... Dönerci ve bakkal dükkanları, büyük şehirlerde kadın ve uyuşturucu Mafyası. Hapishanelerde bolca Türk, sokaklarda yığınla işsiz... 

Burada kitap okunmuyorsa, iyi şiir yazılmıyorsa, burada ciddi dernekler kurulamıyor ya da desteklenmiyorsa, yabancılara verilen haklar tek tek geri alınıyorsa...bunlardan kısmen kendine yazar/ sanatçı diyen, sizler değil misiniz? Kitaplarınızı Türkiye'de yayımlansın; sergileriniz Türkiye'de açılsın... Özellikle siz, 80' sonrası göç edenler! Sizler edebiyatçı/ sanatçı olarak yaşadığınız toplumun neresinde durmanız gerektiğini öğrenemediniz sürece Hollanda'da da, Almanya'da da... yabancıların yaşamı daha da zorlaşacaktır. Beraber çalışma, ekip oluşturma, örgütlenme sanırım genlerimizde eksik. 

Bir yazar dostum telefonda şöyle sesleniyordu:" Ben Babiali'yi bilmeyene yazar/ şair demem!". Bir diğeri: Almanya'da edebiyat yapılmaz. Bir diğeri, bir diğeri, bir diğeri...

Ben de soruyorum şimdi: Onlar sormadı; çoğu kırsal kesimden gelmişti. Kimse yazar/ çizer doğmuyordu; alıp eğitseydiniz, gösterseydiniz Babıali'nin nerede olduğunu... Söyleşiler günler yapsaydınız. Eyaletler arası diyaloglar kursaydınız... Grupları birleştirip geniş çapta eğitim atölyeler kursaydınız?

Mitolojide başı insan, gövdesi hayvana benzeyen garip yaratıklar gibi bir nesil oluşmaya devam etmekte buralarda. Ne konuştukları, ne davranışları; gerek yaşadıkları, gerekse geldikleri ülkelerdekilere benzemeyen. 

Yerine geldiğinde göçen, işimize geldiğinde Türkiyeli, ara sırra da Alman olmayı bırakalım artık.

Yukarıda Sayın Özgentürk'ün metnini okursanız neden buralarda olduğunuzu anımsarsınız belki. 

Yazar, acaba sadece (kendi için) yazmakla mı sorumludur?
 

                                                                      Dostça ve hoşça kalın

                                                                              Nida Öz
H@VUZ

® 2001 H@vuz Yayınları   © H@vuz Bilgi Bankası                            ©  Mart  2007  ISSN 1864-0524