Türkiye'nin Kabuğu


Arabesk kültürüyle bezeli bir kültür anlayışı bizleri bırakmıyor. Kendi kabuğumuzu parçalamaya, kemikleşmiş militarizm fırsat vermiyor.

Bilim alanında zeki insanlarımızın önü açılmıyor. Denetim mekanizması sansür mekanizması bu insanlarımızın kafasına bir balyoz gibi iniyor. Bilim adamlarımız, aydınlarımız maalesef hep hapishanelere dolduruluyor.

Siyasal ve ekonomik çıkarlar uğruna geliştirilen sanatsal kültürel ve sanatsal alandaki verilen uğraşlar içimize bir umut ışığı uyandırıyor.

Avrupa’da yaşayan sanat ve aydın insanlarımızın katkılarıyla bu gelişimin ivmesi daha da hızlanacak gibi görülüyor. Sinema alanında Fatih Akın gibi isimler, edebiyat alanında Emine Sevgi Özdamar, müzik alanında Betin Güneş, Mikail Aslan ve Ahmet Aslan gibi sanatçı arkadaşlarımız geleceğimize ışık tutuyor. Bizlerin kaygıları olamaz. Bizler kendi kimliği ve kişiliği ile barışık yaşayan insanlar olabildiğimiz sürece toplumsal dinamiğin ivmesinin gelişmesinde olumlu bir katkı sunabiliriz.

Bu sebeple, Türkiye’nin kanayan yarası olan temel sorunu kültürel ve toplumsal varlığıyla barışması ve bütünleşerek, insani evrensel değerlerine sarılan hukuksal bir çerçeveyi oturtmak gerekir. Bu ivme ilerledikçe Türkiye kazanır, güçlenir ve devlet kendi mekanizmasını oturtabilir.

Sanat alanındaki gelişmeler

Son yüzyıldan başlayarak günümüze bir değinecek olursak, sanat gelişim evresinde geleceği kadar geçmişten aldığı tecrübe, bilgi ve birikim felsefesi önemli bir yer tutar. Aşık Nesimi, Pir Sultan, Mevlana, Yunus Emre, Nazım Hikmet, Abidin Dino, Abdi İpekçi, Yılmaz Güney, Orhan Pamuk, Aşık Veysel, Yaşar Kemal, Fatih Akın, Yılmaz Erdoğan gibi sanat ustalarını yetiştirdi.

Herbiri farklı alanlardan kucaklayarak kendi çeperini kırmış, Edirne’den dünyaya kol kanat germiş sanat edebiyat ve bilim insanları olarak adını yazdırdılar. Kimisi önemli ödüllere layık görüldü. Ve günümüzün önemli mihenk taşlarını oluşturdular. Ne acıdır ki, hiçbirinin gelişip güçlenmesinde hiçbir devlet kurumlarının katkısı olmadı. Kendi tabanından aldığı güçle gelişti, serpildi ve kök saldı.

Bu aydınlarımızın yoğunlaşmasıyla tabii ki toplumsal direnişler daha aktif bir ivme kazandı. Bilinç seviyesinde ve olgunlaşma düzeyinde entelektüel bir sıçrama yaşandı.

Sanat alanında yaşanan sorunlar

Güzel Sanatların etkin alanı olan sinema, müzik ve edebiyat alanında gelişmelere paralel bir sıçrama resim ve heykel sanatında bir gelişme yaşanmadı. Bunun en büyük nedeni özellikle resim sanatında kendi içine kapalı, dinsel motiflerle örülü devlet yapısının geleneksel yapısından kaynaklı olarak, sanat bir kıskaç altına alınmıştır. Bu eserlerin sergilenmesi ve teşvik edilmesi için devlet kendi Galerilerinde tutucu bir çizgi izlemiştir. Özellikle realist, empresyonist ve Rönesans döneminden etkilenen sanatçıların eserlerini, özellikle manzara ressamlarına olanak tanımıştır. Modern sanat insanların figüratif ve nü çalışmaları bu galerilere girememiştir.

Yani resim ve Heykel sanatında hala ciddi problemler yaşanıyor. Bu problemleri aşmak yarım asırlık süreci kapsar. Avrupa kendi kabuğunu "Rönesans devriminde" kırdı. Ancak, Türkiye ve İslam inancının etkisindeki devlet yapıları dinsel motiflerin etkisinden hala kurtulamadı. Türkiye'nin % 60 gibi önemli bir bölümünü kapsayan bu anlayışa sahip insanlar devlet kademesinde görev alarak, T.C. Milletvekilliği gibi önemli bir görevin başındalar. Çoğunun önemli bir akademik kariyerleri, bilimsel ve hukuki bilgileri olmamasına rağmen siyasi iradenin gücü ile önemli görevler üstlenebiliyorlar. Resim ve sanatla uğraşan insanların Türkiye’de nasıl bir sorunla karşı karşıya olduğunu tahmin etmek zor olmasa gerek.

İnanç özgürlüğü

Daha önceki yıllarda " Muhammed" Peygamberin resminin yapılmasına rağmen bu kadar tepki gösterilmemişti. İnsanların inançlarına saygı duymak, onların kimliklerin kabullenmek, birlikte kardeşçesine yaşayabilen bir kuşak yetiştirmek karşılıklı saygıyı ve kabullenmeyi gerektirir. Bu gelişimin yaşanması için tabii ki yanlış yönlendirmeler, provokasyonlar olacaktır. "Peygamber Muhammed"in resmini çizmek, inancına ve kişiliğine saldırmak, bir kültürü aşağılamak anlamına gelmez. Ancak, ne amaçla çizildiğine bağlı olarak yorumlanılabilir.

Şimdi farklı farklı siyasal akımların farklı amaçları ve hedefleri arasında inanç siyasallaşmış durumdadır. Karikatüre tepki gösterenlere  baktığımızda, siyasal akımlarla bağlantısı olan insanlarımızın gösterdiği tepkidir.

Bir inancın özgürlüğüne saldırı var diye, o inanç adına farklı inançlara saldırmak, o inanç insanlarını ölümle mahkum etmek, ölüm tehditleriyle korkutmak, o inancın bir parçası olamaz.

İnanç özgürlüğünde öncelikle kişinin "Allah" ile kurduğu ilahi bağ söz konusudur. Bu bağın kurulmasını hiçbir kişi engel olamaz. Bu bakımdan inanç özgürlüğü, bireysel gelişme, bilginleşme kültürel birikimlerle gelişen bir evredir. Farklı inançlara saygı duymak için öncelikle kendisi, kendisinden farklı kültürlere ve farklı inanca saygı duymalıdır. Avrupa'nın tarihi geçmişine baktığımızda dinler savaşını, 100 yıllar savaşını yaşayarak bugünkü seviyesine ulaştı. Aslına baktığımızda bütün inançlarda (Tevrat dışında) resim sanatına karşı bir yasak içeren ayet de yoktur. İnanç özgülünde Tanrının da, İsa’nın da Musa’nın da resmi ve heykeli sanatçılar tarafından yapılmıştır.

Sanatçının ve sanatın özgürlüğü; 

Sanatçı kişiliğin özgürlüğü, kendi duvarlarını ve zincirlerini kırmasıyla başlar. Kendi özgürlüğünü tehdit eden yasal kuralları tanımaz. Bunlarla kendini sınırlamaz. Sanatçıdaki bu özellik ister istemez onun aykırılığını doğurur. Ve sanatçının ve sanatın özgürleşmesi, yapıtlarındaki varlık derecesi kendi içinde kendini yaratma eylemine dönüşür. Bu devinim ve dönüşüm kendini yaratma eyleminin bir aşaması olarak sosyal çevreye yansır. Sosyal ve toplumsal dönüşmenin ilk sinyallerini vermek için, sistemin kendi içinde çarpışır. Her söylendiğinde ve yaratıldığında resmi ideolojinin duvarlarına çarpar. Bu da sanatçının kimliğini ve kişiliğini tehdit eder. Bu tehdit unsurları, sanatçıda "ileri veyahut geri bir adımı" getirir. Şöyle ki; sanatçı kendi kimliğini zorlayarak var olma ve kendini ifade etme savaşımı verecek. Ayakta durmak için, kendi kişiliğinden ödünler, kendi yaratmak istediği eserlerinde "kaygılar" taşıyarak çalışacak. Bazen piyasa, bazen de toplumun değer yargılarından dolayı kendini geri tutmak zorunda kalacak. Yani; aydınlanmanın önüne çekilen bir "set" ile birlikte yaşamak durumunda kalacak. Sanatın özgürleşmesi, hatta sanatçının özgürlüğü adına, sanatı tarafsızlık olarak algılayan anlayışların olması kadar, sanatın doğası gereği bir eleştiri, bir hiciv taşıdığını belirleyenler de vardır. Bu anlamıyla sanatçı, var olan toplumsal değerleri, bilimsel normlarda kendi yorum gücüyle işler. İster taraf olarak isterse de, tarafsız olarak görülsün. Tarafsızlıkta sonuçta, bir tarafı temsil etmektir. Dolayısıyla herkesin bir rengi vardır. Ki bu renk, kişinin kendi rengidir. Dolayısıyla özet olarak bu renk, nesnel gerçekliği tersyüz etmez. Bu açıdan, sanatçının yaşadığı daralmanın nedeni özgürlük güdüsü olabilir. Ancak bu güdü, düşünüldüğü gibi evrenselliği değil, daralmayı ve penceresini sınırlamayı beraberinde getirir. İnsanları sınırlamak ve daralmak, ne adına olursa olsun "özgürlüğe" vurulan bir darbedir. Bazen bu kaygıdan dolayı, bazen sadeliği, gerçekliği ve doğurganlığı dogmatikleştirdiği görülüyor.

Enerji sorunları ve Barajlar;

Türkiye, devlet eliyle Hasankeyf, Munzur, Belkıs’ta olduğu gibi, GAP projeleri çerçevesinde tarihi ve doğal zenginliklerini en kolay gözden çıkarabilen bir ülke. Asırlar boyu farklı zenginliklerin üzerinden yükseleceğine, bu değerlerini rahatlıkla satabiliyor. Öyle ki, aslında bir medeniyete ait değerler satılamaz ve satın alınamaz. Diyor ve sattıktan sonra, kalan harabeleri de sular altında çürütmek için elinden geleni de yapıyor. Nedeni ise, bu değerlerin sahipleri olan farklı etnik halkların mücadelesine sahne olmasından korkuyor. Öyle ki, Avrupa ve Amerika ülkelerine sattığı bu değerlerin kalıntılarını da ortadan kaldırmak istiyor. Çünkü, onları nasıl sattığının hesabının bir gün sorulacağını biliyor. Bundan dolayı ki, barajlar yöntemiyle farklı bir politika izleyerek, ülke ihtiyaçlarıyla göz boyamak istiyor.

Bu durumu Ilısu Barajı’ndaki mücadele seyrinde de gördük. Ilısu Barajı ile sular altında kalacak olan tarihi Hasankeyf antik yerleşim alanını kurtarmak için gönüllü aydın kişi ve kuruluşlarca sürdürülen kampanya sayesinde Hasankeyf şimdilik kurtuldu. Tıpkı Bergamalı halkın siyanürlü altın madenine karşı yürüttükleri mücadele gibi. Bir barajın ancak 50 yıl boyunca faaliyet gösterebilmesine karşın, ısrarla tarihsel bir medeniyetin sesi soluğu olan değerleri sular altına bırakmanın mantığı, barbarlık değil de nedir?

Dünya kültür mirası ve mücadele yöntemi

Hasankeyf, gönüllülerinin 15 yıllık mücadelesi sonucunda Dünya Bankası, projenin ''Çevre Şartı'' na uymadığını açıklamak zorunda kalırken, İngiltere Hükümeti, doğaya zarar vereceği için Ilısu Barajı'na ülkesinden sağlanan kredi desteğini çekmek zorunda kaldı. Ama, Belkıs Antik kentindeki Zeugma Mozaikleri dünyada tek örneği olan mozaik sanatının temeli durumundadır. Şu anda tamamen sular altında kalan bölgelerden çıkarılar eserler, Gaziantep Akeoloji Müzesi'nde sergilenmektedir.  

Birleşmiş Milletler, Kültür Varlıklarını Koruma Mevzuatı'na ve 19 Aralık 1954 tarihli Avrupa Kültür Sözleşmesi hükümlerine göre, bu kültürel değerlerin 'Dünya Kültür Mirası Listesi' ne alınması ve medeniyetin temsili yapıtlarının yerlerine götürülmesi, tekrardan bakımının yapılması ve yerleşim alanlarının onarılması yönünde bir mücadelenin yaratılması gerekir. Bu da bir aydınlanma sürecinin hızlanmasıyla paralel gelişeceğini düşünüyorum...

Nobel Ödülü ve Orhan Pamuk

Hatırladığımız gibi,
Orhan Pamuk’un Nobel’e aday gösterilmesi oldukça heyecan yaratmıştı. Yaşar Kemal de yıllarca aday gösterilmişti. Belki bu kez Orhan Pamuk ile şeytanın bacağı kırarız diye düşünenler oldu. Meseleye bir talih olarak bakanlar çoktu. Yanlış hesap yapanlar, İsveç Akademisi'nden geri döndü!..

Nobel ödülü bir yazara bir yapıtından dolayı verilmez; Nobel’e aday gösterilen yazarın yaşamındaki yükseliş ivmesi göz önüne alınarak, bütün yapıtlarındaki tutarlılık düzeyi, yetkinlik ve insani değerlere katkılarına bakılır. Nobel’i almak için medyatik olmak, suya sabuna dokunmamak belirlemez. Aksine, edebiyat bir toplumun vicdanının muhasebesidir. Bir toplumun evrimleşme seviyesi, bilinçlenme düzeyi, etik değerleri ve toplumsal duruşundaki insani değerlerin ölçütleri belirleyici olur. Bu yüzden, bir yazarın geçirdiği evrelerdeki müdahaleci ve mücadeleci yanı etkindir. Bu açıdan Nobel Edebiyat Ödülü’nü suya sabuna dokunmayan yazarlara vermezler. Statükoyu savunanlara, resmi ideolojiyi savunanlara, rejimin bekçiliğini yapanlara, el pençe divan duranlara, devletin her yaptığını onaylayan, baş üstüne komutanım! Diyenlere vermezler. Hele tarihiyle yüzleşmekten korkan, bir söylediği bir söylediğini tutmayan bir ülkenin yazarına hiç mi hiç vermezler. Ancak, politik baskılar ve çıkarlar belirleyici olursa, ona bir şey diyemem. O yüzdendir ki Nobel, bir ülkenin vicdanıyla eşdeğerdir.

Avrupa Birliğinin Yolu;

Bütün düğümün birleştiği nokta burası. Amaç Avrupa birliğine girmekse, bir takım düzenlemeler ve başvurulan siyasal oyunlarla verilen süre karşılıklı olarak uzatılır. Bana göre olumlu ve olumsuz gelişecek iki nokta var. Birincisi; Türkiye'nin şu hali Avrupa toplumunun seviyesinin altındadır. Bunu aşması için Kültürel bir devrime ihtiyacı var. Tepeden tırnağına kadar farklı bir uygulama gerekir. Derhal militarist gizli devletin, siyasal gelişecek sivil demokrasiye ihtiyacı var. Bunun için de toplumun bütün katmanını kapsayan sivil demokrasiyi oturtması lazım. Bu demektir ki, anayasal hukuku koruyacak devlet erki değil, sivil halkı koruyan yeni bir sistemin oturtulması gerekir. Bu oluşmadan yapılacak her gelişme bir darbe ile karşılık bulur. Azınlık hakları ihlal edilir. İnsan hakları hiçe sayılır ve mafya türü her türlü oyunlarla devlet kuklalaşır. Bu haliyle Türkiye, toplum olarak Avrupa toplumuna uymuyor. Ancak, kendi entelektüel çevreyi düşünerek hareket ettiğinizde dahi hala iyimser bir gelişmeden bahsedemeyiz.

İkinci çözüm ise, Türkiye’nin kendi kabuğunu kendi iç dinamikleriyle kıramayacağını gören ve meseleyi kavrayan bilim ve siyaset insanlarının çabalarıyla oluşturulacak yaptırımlarla, Türkiye’yi daha kazançlı bir noktaya taşınır. Yoksa, bilinçsizce yapılan müdahaleler, Türkiye'nin zengin yeraltı ve yerüstü kaynaklarını, hatta toplumsal çok uluslu yapısını bozacaktır. Bu yapının bozulmaması için acil olarak uluslararası güvenlik önlemleri alınmalıdır. Aksi bir durum, kendini savunamayan bu halklar iç savaşlar nedeniyle kendi topraklarını terk ederek, Avrupa ve dünyanın farklı mekanlarında geri kalan yaşamlarını mülteci olarak sürdürmek durumunda kalacaklardır. Bunlar gözönüne alındığında bana göre, Türkiye’ye Avrupa Birliği içine alınarak, toplumsal bir kaynaşma programı uygulanmalıdır. Acil bir Eğitim seferberliğini her alana yaymasını sağlamak gerekir. Yoksa, Avrupa Birliği dışında tutarak dışarıdan yapılacak her müdahale belki daha da olumsuz etkiler yaratabilir.

  Ali Zülfikar