“Denizin
dümdüz yüzeyi boyunca sonsuza
dek böyle
gidebileceği duygusuna kapıldı”
Cesare Pavese
Türk
Edebiyatının nostaljik, lirik, gamlı prensesi. Tezer Özlü'nün yazdıklarından
yola çıkarak yaşamını, renklerini tanımaya, örneklendirmeye soyunmak
(tanımadan) epey güç ama her yazar gibi o da hayatına dair ip uçlarını, geri de
bıraktığı eserlerin içinde, satır aralarında koca bir yaşamın manifestosunu
gizlemiş aslında... Evet Tezer Özlü; genç yaşta aramızdan ayrılan, uzak
dünyaların biletin hep yanında taşıyan gizemli, büyülü insan.
“Yaşamın
Ucuna Yolculuk”u bir kere okumakla anlamak olanaksız görünüyor; kentler,
ülkeler, şehirler, insanlar birbirine giriyor. O çıkmaz sokakları, o geri
dönüşleri, hep yeniden başlamanın sevincini, anımsıyorum, susuyorum, yeniden
başlıyor, şimdi mısır tarlasındayım, beş dakika geçmiyor bir otel odasında
uyuyorum, beni yerden yere vuruyor,
sabahın köründe ayağa kaldırıyor, birçok “an”ı yaşıyorum. Boğazım kuruyor,
ellerimin içi terliyor, korkuyorum, diken üstünde okuyorum tüm kitabı. Birçok
yazarla (yeniden) tanışıyorum. Tüm Avrupa’yı dolaşıyoruz, hep duraklar var ama
o hiç birinde gereğinden fazla kalmıyor. Onun çok acelesi var...
"Çocukluğun Soğuk Geceleri" adlı
romanında "bir gün ben de uzak dünyaları tanıyacağım" diyor. Buradaki
uzak dünyalar, nerenin ve kimin dünyaları? Yaşadığı, öğrenim gördüğü yer
açısından çok farklı bir karaktere sahip. Romanında çocukluğunu, gençlik
yıllarını gün ışığına çıkaran; belki de çocukluğundan hiç kurtulamayan,
yaşadığı bitimsiz acılar, ona yaşamı zehir etmiş olmalı. Uzun hastane geceleri,
şoklar, ilaçlar, sigara, iğneler... Katlanılacak şey değil.
Hayatı
en uçta yaşamasını seviyor olmalı. Mutluluğun tanımı ona göre belki de sıcak
bir erkeğin kollarında uyumak, genç yaşta zindan olan yaşantısının en önemli
duygusu ya da koca bir “hiç”. Onun için hayat hiç bir zaman sanıldığından daha
anlamlı olmadı. O hep hayatın bir çıkmaz sokak olduğu kaygısından öte
gidemeyen, zavallı insanlar topluluğunda başka bir şey olmadığını biliyordu.
Çocukluğundan beri arayış içinde olan Özlü hayatı, insanı, erkeği, cinselliği,
hastaneyi, yaşamı, sevinci, doğumu, sonraki ve önceki yaşamı, devrimi hayatında
anlamlandırmaya çalıştı. Yine romanından yola çıkarak bazı satır aralarını gün
ışığına (tekrardan) çıkarmak istiyorum. Çocukluğunda, genç kızlık döneminde
yaşadığı hastane geceleri, elektro şokları, çarpık (istem dışı) cinsel
ilişkilerini, aynadaki yüzüyle dahi çelişen bir insan görünümü hakim ilk genç kızlık
dönemlerinde.
Farklı bir gözlem ve anlatım gücünün yanı sıra
tutkuluydu. Yazdıklarında okuyucu sürekli uyanık tutan, gelmiş ile geçmiş
arasında anlamlı olsun ya da olmasın bir bağlantı mutlaka vardı, ki onun için
en ufak şeyler bile anlamlıydı. Yazdıklarında aritmetik yaşlarla ilerlemiyor.
Belki de çektiği acıların söz dizimine göre, bizlere bazı olayları anlatma
gereksinimi duyuyordu. O yaşamında hiç
bir şeyi öylesine kolay kazan(a)madı.
Tutkudan bahsetmiştim. Peki nedir tutku? Tutku;
irade ve yargıları aşan güçlü bir coşku, ihtiras. Tezer Özlü tutkulu muydu? Yoksa çoktan intihar etmesi mi
gerekiyordu? Nereden çıktı intihar. Çok soğuk. Ürpertici. Sıra dışı. Evet Tezer Özlü tutkuluydu. Hem de
delicesine. Onun için ölüm en büyük tutkuydu. Hadi canım. Ölümden de tutku olur
mu diyenleriniz var? Tutku diyorum size. Tutku! Güçlü istek ve eğilimin yöneldiği amaç. Elinizdeki çıngıraklı
yılan. Tutku tehlikelidir. Bütün ötekileri yok eder. Yaşamın renklerini yok eder.
O renktir. O tattır. Diğer tüm renkler ve tatlar yoktur. Tutku = Kuyu,
ikisinden de çıkılmaz, tekrardan hayata dönmek imkansızdır. Yaşam bir tutkudur,
ölüm ise bir sondur. İtalyan yazar Cesare Pavese "Yaşama Uğraşı"
kitabında yaşamı(nı) ele almıştı. Tutkuları, tüm insanlığı, yalnızlığı, şiiri,
kendini bize aktarırken ölüm karışındaki başkaldırıyı anlatıyor. Ölümü
anlamlandırma tüm çabası. Salih Aydemir’in dizelerini okuyorum “suskun ve
dalgın bir aşkı terk edip gidiyor sabah/ bu yalnızlığın nasıl değişeceğini
bilmiyorum/ kuzeye gitsem, denize insem kabuk bağlar mı gelmeler/ sonuçlar
nedenlerine küsmüşse aynı olmadıkları için/ esmer bir uykudayken kaybolur muyum
tutkuların peşinde”* Esmer uykular...
Yaşam denenebilir ve yaşamın sonu yoktur. Yaşamakla
ölmek arasında ince bir ayrıntı var. Peki yaşamın sonunda ne var? Büyük bir
boşluğa düşüyor insan. Ölüm ise bir sondur. Ölüm = Son'dur. Bir intihar
sahnesi. Bir intihar düşüncesi. İntihara sürükleyen koca bir yaşam. Tetiği
çeken, çekilmesini sağlayan o "an"
her şeyin bir başlangıcı mıdır? Şair Özden Ünal "İntiharın can simidi yoktur" diyor. Geri dönülmez bir yol.
Ölüm denenemez. Ölüm gerçektir. Bir tat mıdır? Yoksa bir zevk midir? Yoksa
öldükten sonra büyük zevkler mi alacağız?
İntihara yatmak, intiharı düşünmek... Sürekli
gecelerce yaşamak o duyguyu. Tezer Özlü’yü Yaşadığı depresyonlar ve kendini
hayat karşısında anlamlandıramama onu sürekli diğer insanlardan itiyor
olmalıydı. Kitabında yaşamından, sevgililerinden, eşinden de bahseden Özlü
onları bile anlamlandıramamıştı. Eş, neden eşti? Hangi yarıyı dolduruyordu?
Yoksa bir gediği mi dolduruyordu eş denilen yaratı? Eşinin bir Paris tutkunu
olması onu yeterince germiş olacak ki romanında hayatının nasıl çekilmez
olduğunu anlatıyordu. Evet bir sanat kenti Paris. 1970'lerin en revaçta kenti.
Sanatın, kültürün zengin ve seksi kadınların bulunduğu güzel kent. Eşiyle
yaşadığı ilişki de o kadar iç açıcı değil...
Hayat ne? Yaşam ne? İnsanlık ne? Biz neyiz ve neden buradayız? Yaşadığı
hiç bir kenti dışlamadı, hepsini
eşiymiş gibi, sevgilisiymiş gibi yaşadı. Tanımayı, sevmeyi istedi... Olmadı...
Yukarıdaki soruları yüzlerce kez kendine sormuştur sanırım. Hayatın bir kum
tanesinden daha anlamlı olduğunu ya da varolduğu kentin içinde nerede durduğunu
hep merak etti.
12 Mart 1971 yılında diğer arkadaşları devrim
şarkıları, marşları söylerken o hayatın bireyde başlayıp bireyde bittiğine
inanıyordu. Kendisini tanımayan insanları ülkenin yönetimine aday olması onun için o kadar önemli
değildi. O dönemlerde kendisi bu dünyada hiç değilmiş gibi tekrardan kendisini aramaya koyulması da
ilginç aslında. Hayat ona yirmili yaşlarda yaptığı sürprizlerin hiç birini
yapmıyor. Ona hastane köşelerinde
yaşadığı onmaz acılardan, beynindeki tahribatlardan, ve yaşadığı çarpık
ilişkilerden başka hiç bir şey hediye etmiyor. Ama o; mutlu olmasını iyi
biliyor... Tıpkı iyi bir yazarın yapması gereken gibi...O bir çay içmenin
keyfini, bir biranın tadını, bir erkeğe/dosta sarılmanın tadını, sokakta
özgürce dolaşmanın ne demek olduğunu en iyi o biliyor.
Hayatın
tatlarına ilişkin şiir cümleleri de yok değil romanında “için için henüz
ölmediğime, yaşamın sürekliliğini duyduğuma seviniyorum.” diyor. Romanı çok ince örgüyle örülmüş, imgelemler
yaşam üstüne, aşk üstüne, sevda üstüne. Bu dizeleri (roman cümlelerini) okurken
aklıma Derya Önder’in “bu şehrin güvercinlerini acı kırıntıları doyuruyor.”**
geliyor. O kadar yaşamla ilintili ki.
Ama aynı kitapta "Ölüm düşüncesi izliyor beni.
Gece gündüz kendimi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa
da olur yaşanmasa da. Bir kaygı yalnız. Beni kendimi öldürmeye iten bir
kaygı." bu sadece bir tanesi.
Yaşantısının bir çok noktalarını ip üstünde geçirmiş belki
de iyi bir akrobat. Yaşadığı cinsel ilişkiler onun için çok olağan. Küçükken
yaptığı mastürbasyon, evli iken başka
bir adamdan hamile olması, yine
evli iken başka adamlarla yatması... Onun için çok olağan... Onun için çok
sıradan bir şey. Kitabında da anlattığı, kişi önemli değil, kadın ya da erkek
fark etmez tensel temas ve boşalma. O sadece boşalmanın o dayanılmaz zevkini
tadıyor, istiyor. Bunları anlatmamın en önemli nedeni şu; belki de onun için en
önemli şey öldükten sonra da boşalmanın (orgazmın) zevkini tadabilecek olmasını
düşünmek. Bilinmezlik her insanda olduğu gibi onu da çekiyor. O hayatı,
bilineni değil bilinmeyeni "ölüm"ü merak ediyor. Tıpkı diğer
milyarlarca insanın merak ettiği gibi ölümü ve sonrasını merak ediyor. Bana
göre hayat bir mastürbasyondur ölüm ise orgazm. Yani her şey en son gün
başımıza gelecek. Ne olup ne bittiğini o gün o "an" tadacağız. Tezer
Özlü, Cesare Pavese tutkuluydu. Delicesine. Cesare Pavese bir otel odasında
intihar etti, 1950. Yıllar sonra Tezer Özlü kendi canına kıydı, 1986. Yaşamın
ona bu son oyunuydu. Belki de yaşama attığı en büyük kazık. Ya da yaşamın ona
attığı en büyük kazık. Orası yine büyük bir boşluk. Tekrar söylüyorum intihara
sürüklenen koca bir hayat ve intihar etmesini öğütleyen o kısacık
"an" yaşanmışlığın
bilgeliğiyle "merhaba ölüm soyun
gir koynuma" der gibi bir şey.
Tezer Özlü’ye son bir merhaba “Herkesi bağlıyorum ve herkesten özür diliyorum. Sözcükler yok. Yalnız
bir davranış. Bundan böyle yazmayacağım.”*** Ya da... Öylesine bir şey...
Üzgünüm... Okurken içimdeki acıları kanırtan bir yazar. Merhaba Tezer Özlü...
* Salih Aydemir “Meriç Hanım” Ötekisiz Yayınları/
Beyoğlu/ İstanbul Ocak 2002
** Derya Önder
“Ceza Defteri” Ötekisiz Yayınları/ Beyoğlu/ İstanbul Ocak 2002
*** Cesare Pavese Türkçesi: Cevat Çapan
“Yaşama Uğraşı” E Yayınları/ İstanbul/
|