Oğlum Olacak

 

 

         BİRKAÇ gündür soğuk esen rüzgar ve yağışlı hava, doğu bölgelerine kaymış, şehri bahar seli gibi bir güneşin kollarına bırakmıştı. Bahar güneşiyle birlikte sokaklara dökülen insanlar, Kordon’un o yaşam sıcaklığına katılmışlar, ekmek kavgası oyununun sergilendiği yaşam sahnesindeki yerini almışlardı. Midyeciler, simitçiler, boyozcular, Kordon hatırası ‘şipşak’ fotoğraf çekenler, oltacılar ve martılar...  İşsizler, işten bir süre kaytararak dinlenmeye gelenler, aşıklar, okulunu kıran öğrenciler, gençler ihtiyarlar... Her şey yerli yerindeydi. Deniz kenarına, yolun karşı tarafındaki kafe ve birahaneler tarafından öbek öbek masalar bırakılmış, Kordonda yürüyen her insan, bu masalara oturması için işletmelerin garsonlarınca kibar ama inatçı bir davetle zorlanıyorlardı.

         Figen, Kordon’dan denize bakan evinin balkon kapısını açarak Yaprak’ı balkona çıkardı. Kollarını iki yana açtı ve büyük büyük esnedi. Korkuluklara yaslanarak denizin uzak maviliklerine doğru bakıp, “Havada, baharın müjdeli kokusu var.” diye mırıldandı. Açıklardan giden bir yük gemisinin düdüğü art arda iki kez çalınca dalgınlığından sıyrıldı. Yaprak, balkondaki kum leğenine tuvaletini yaptıktan sonra içgüdüsel bir alışkanlıkla üzerini örttü. Figen:

         “Bugün, kuaför günümüz... Haydi hazırlan bakalım Yaprak.” dedi.

         Kuaför sözcüğünü işiten sevimli kaniş, hızla evin içine kaçtı.

         Evden çıktılar.

Figen’in üzerinde, baharı karşılayan pembe bir mini etek, üstünde beyaz, dekolte bir buluz, ayaklarında yüksek topuklu, beyaz ruganlar vardı. Kendi kıyafetiyle takım olsun diye Yaprak’ın da boynuna da pembe tasmayı takmıştı. Sarı, ipeksi saçlarını serbestçe salarak evinden üç sokak ötedeki kuaföre doğru gidiyorlardı. Saatine baktı. Randevusunun on dakika geçtiğini ayrımsadı. Yürümek istemeyen, sağda solda koku alarak duraksayan Yaprak’ı kucağına aldı. Adımlarını hızlandırdı.

Camlarında sevimli köpek resimleri bulunan ve tabelasında “Bıcı Bıcı” yazan köpek kuaförünün otomatik açılan kapısından içeri girdiler. Bekleme salonunda bekleyen bir köpek daha vardı. Yaprak onu  görünce huysuzlandı ve yanına gitmek istedi. Figen gülümseyerek:

“Ah yavrum! Yalnızlıktan çok mu sıkıldın? Arkadaş mı gördün orda?” diye Yaprak’la konuştuktan sonra elinde bir Dalmaçyalı tutan orta yaşlı adama dönerek gülümsedi ve “Çok sıkılıyor çoook...” dedi.

“Yalnızlık zor!” dedi adam. “Hayvan da olsa bir arkadaşa ihtiyacı var.”

Orta yaşlı adamın dediklerini onaylarcasına başını salladı Figen. Ekledi:

“İnsanlardan daha duygusaldır benim yavrum.”

O sırada, yıkama ve bakımın yapıldığı iç bölümün kapısı açıldı. İçeriye otuz yaşlarında, yakışıklı, önünde boydan önlük bulunan genç girdi. Yürüyüşünde ve edasında yumuşak, kadınsı bir yaklaşım vardı.

“Kııız! Figoş, geldin mi canım. Nasılmış bakalım benim tatlı Yaprağım?” diyerek Figen’e yaklaştı ve iki yanağından öptü.

“Çok huysuz, çok!” dedi Figen. “Bir yalnızlık, bir de gaz sancıları yıprattı yavrumu.”

“E, kolay mı? Bahar geliyor kııız. Onun da aşık olma zamanı...”

Gülüştüler. Salonda oturan orta yaşlı adam da güldü.

“Vallahi, hiç kusura bakma tatlım. Sıranı başkasına verdim.” dedi kuaför Metin. Saatine baktı ve ekledi: “Tam yirmi dakika geç geldin ayol. Evini aradım telefonu açmadın. Salonda da sabırsız bir boxer vardı. Mecbur kaldım kıız.”

“Önemli değil. Telefonu duymadım.” dedi Figen. “Sanırım, ben balkondayken aradın.”

“Ay! Sana ne söyleyeyim kııız? Bir neskafe içer misin?”

“İçerim” dedi Figen.

“Siz ne alırsınız beyefendiciğim?” dedi Metin, orta yaşlı adama dönerek.

“Çay” dedi adam. “Bir çay alırım.”

Duvarda asılı duran diafonun düğmesine basarak:

“Kııız! Kahveci güzeli, Kuaför Metin’e bir neskafe, bir çay. Yakışıklı olsuun” diye bağırdı. Aynı edalarla salonda oturan müşterilerine dönerek:

“Siz keyfinize bakın, ben devam edeyim.” dedi ve içeriye girdi.

Figen, Yaprak’ın zincirini sehpanın ayağına doladıktan sonra önünde duran gazetelerden birini aldı. Gözlerini baş yazılarda şöyle bir gezdirdi. İç sayfaları araladı. Üçüncü sayfada, kendisine çok yabancı görünen ve birinin kucağında bir bebek olan üç erkek resmi gördü. Bu üç erkek resminin bulunduğu büyük karenin sağ üstünde de yeşil gözlü, siyah saçlı, vahşi bakışlı, on sekizli yaşlarda görünen güzel bir kızın vesikalık bir resmi vardı. Resim ilgisini çekince alttaki yazıları okumaya başladı. 

         ÖLÜMÜNE bir yarışın baş atletiydi Ateş. Nefesiyle koşuyordu. Korkusuyla, umuduyla, örselenmiş sevinciyle, yaşanmamış yıllarıyla koşuyordu. Bastırılmış çocukluğuyla, yaşlanmış yüreğiyle koşuyordu. Gerilen kaslarıyla, ısırılan dudaklarıyla, kızağın tahtasına batmış tırnaklarıyla... Koşuyordu.

         Koşmak istiyordu.

         Kendisine zindan olan karanlığı yırtmak için çırpınıyor, için için yanıyor, kavruluyor, kıvranıyor, haykırıyordu. Kızağın üstünde, upuzun yatan yaralı bir ceylanı andırıyordu. Yaranın en büyüğü yüreğindeydi. Onurundaydı. Kadınlığındaydı. Törelerin pençesi paramparça etmişti umudunu.

         “Geliyor! Geliyooor!” diye haykırdı. Kesik kesik, inlemeyle karışık çıkmıştı sesi.

         Gelen ölümdü. Yaşamın kıyısında kovalamaca oynayan iki çocuk gibiydiler. Önde Ateş, ardında ölüm. Bir ölüm geçiyordu öne, bir Ateş. Bir ölüm çöküyordu güne, bir Ateş. Bir gece oluyordu ufuklar, bir gündüz. Ölüm yorulmuyordu, durmuyordu, susmuyordu. Yalnızca Ateş görüyordu ölümü. Yalnızca Ateş duyuyordu sesini, nefesini. Kokusunu Ateş alıyordu.

         “Daha hızlı! Daha hızlı looo! Bebe geliyooor!..” diye bağırdı Fırat. Ateş’in sancılarına göre arada bir bağırır, kızağı çeken köylüleri uyarırdı.

         “Çabuk! Çabuuuk! Dayanın gardaşlaaar!”

         Köylüler, Fırat’ın bu haykırışını duymamış gibi aynı hızda çekiyorlardı kızağı. Daha çabuk olmak istiyorlardı ama, olmuyordu. Tipi ile savrulan karlar, amansız bir çöl kumu gibi doldurmuştu tüm çukurları. Ne yol belliydi, ne de iz. Kızağın yukarıya kalkık uçları bu çukurlara batıp batıp çıkıyor, bazen kar altında kalmış çalı çırpılara takılıyordu.

         Ateş’in kasıklarında başlayan yangın sarmıştı tüm bedenini. Saman alevi gibi bir parlayıp bir sönüyordu sancıları. Filiz vermeye hazır, çatlamış bir tohumun umarsız toprağıydı artık. Dallarına su yürümüş ağacın gecikmiş baharıydı. Yol verecekti sürgüne. Yol verecek, kol gerecekti. 

Ateş’in kasıklarında başlayan yangın sarmıştı tüm bedenini. Saman alevi gibi bir parlayıp bir sönüyordu sancıları. Filiz vermeye hazır, çatlamış bir tohumun umarsız toprağıydı artık. Dallarına su yürümüş ağacın gecikmiş baharıydı. Yol verecekti sürgüne. Yol verecek, kol gerecekti. 

         YİRMİ beşindeydi Ateş. Bu yaşına kadar üç defa anne olmuş, dördüncü annelik için hazırlıyordu kendini. Umutsuzdu, yorgundu, kırgındı, bitkindi. İlk anneliğinde düşmüştü fırtınanın kollarına. İlk anneliğinde basmıştı yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgiye. İlk anneliğinde asmıştı boynuna uğursuzluk yaftasını.

         Uğursuzdu.

Öyle diyordu kaynanası. Uğurlu bir gelin olsaydı; bir erkek evlat verirdi kocasının kucağına. Soylarını sürdürecek, adlarını söyletecek bir erkek evlat. Nerede görülmüştü, üst üste üç tane kız doğuran gelin? Boşa gitmişti tüm emekleri. Oğlunun canı sağ olsundu. Alırdı yeni bir gelin daha.          

         Yalnız kaynanası mı? Komşuları, köylüleri de öyle düşünüyordu. Kız çocuk dediğin neydi ki?  “El aşı...” Erinde gecinde, ele verilecek olan bir emanet, bir eksik etek. Neye yarardı; baba ocağını tüttürecek bir erkek evladı olmadıktan sonra bir insan? Neye güvenirdi?

         Yorulmuştu Ateş. Tüm dedikodulardan, kıs kıs gülmelerden, alaylı, iğneli sözlerden yorulmuştu. Kocasına bir erkek çocuk verememenin ezikliğinden, kaynanasının bakışlarından. Yorulmuştu. Bir gün kocasına:

         “Beni iyi dinle Fırat.”  dedi. “Biliyorum, insan içine çıkamaz oldun. Köyde başın dik, alnın açık gezemez oldun. Kucağına bir erkek veremedim. Ananın babanın karşısında beni savunmaktan yoruldun. Ben de yoruldum. Köyde, gözünü kestirdiğin biri varsa; gidip ananla birlikte isteyelim. Ben, sana olan hakkımı helal etmeye hazırım.”

         Fırat, başını öne eğdi. Gözlerini bir noktaya dikerek:

         “Ateş’im, kınalı kekliğim. Ben hiçbir zaman kız ile erkek çocuk arasında ayrım yapmadım. ‘Bir oğlum olsaydı keşke.’ diye düşünmedim. Ama, bilirsin ki; anam babam, konu komşu, köylü kentli hep hor baktı bize, üstümüze güldü.” dedi.

         “..............”

         “Keşke gitseydik bu dağlardan. Toplayıp pırımızı pırtımızı, yurt edinseydik gurbeti.”

         “Söyle anana; ‘Ateş’in gönlü var de, kendi söyledi de, hakkını helal etti de, gözünü kestirdiğin kızı bana al’ de. He mi?”

         “..............”

         “He mi Fırat’ım? He mi civanım? Yeter artık, bükme boynunu, eğme başını.”

         Konuşmadı Fırat. Bir sözcük dahi söylemedi. Uzandığı kanepenin üzerinde sırtını dönüp Ateş’e, derin düşüncelere dalıp gitti.

         Ertesi gün annesi, Fatma Kadın’la konuştu. Her şeyi bir bir anlattı. Enine boyuna hesaplar yapıldı. Mutlu oldu Fatma Kadın, yüzü gülüverdi. Kocasına müjdeledi bu haberi.

Aktepe’deki tarlalar satıldı. Ödendi başlığı ve alındı Höri’nin Aynur. Bir davul bir zurna, yemekler yendi, dualar okundu. Her şey bir çırpıda olup bitiverdi.

Küçüldü Ateş, büzüldü. Lanetli bir yaratık gibi duyumsuyordu kendini. Ele yapışan bir salyangoz gibiydi bu evde. Bir sığıntıydı. Hasta bir tavuk gibi tünediği dam başından, bir korku filmini izler gibi izledi kocasının düğününü. Çekip gidemedi babasının evine. Anasının dizlerine yatıp hıçkıra hıçkıra ağlayamadı. Törelerden bir duvar vardı önünde. Her şey törelere uygundu. İçin için yanan bir kor oldu. Dumanını dışa veremedi.
 

DAYAN Ateş’im. Dayan çocuklarımın anası. Şu tepe var ya şu tepe. İşte onu aştık mı arkası kasaba. Arkası kurtuluş, arkası mutluluk. Dayan Ateş’im.” diye kendi kendine mırıldanıyordu, ağır ağır giden kızağın ardında Fırat. Bazen, söylediklerini kendi bile işitmez oluyordu. Bir öne geçiyor, yorulan kızakçılara yardım ediyor, bir arkada kalıyor, boylu boyunca yatan Ateş’in acılar içinde kıvranışını izliyordu.

Kestirmeden gideceklerdi. ‘Şeytan Aldatanlar’ adı verilen üç tepecikten sonuncusunun eteklerinden yukarı tırmanacaklardı. Kızak gittikçe ağırlaşıyor, çekilmek bilmiyordu.

Durdular.

“Mümkünü yoktur.” dedi Musa. “Bu kızak buradan çıkmayacak.”

“Başka çaremiz mi var? Yolu uzatırsak...” dedi Fırat. Kötü ihtimali söylemeye dili varmadı.

“Tepenin eteklerinden dolaşarak gideceğiz. Zaman, aynı zaman olacak. Belki de daha erken varacağız.” diye teselli etmeye çalıştı İsmail.

Yol uzayacaktı. Bunu hepsi de biliyordu. Ama, Musa’nın dediği gibi; kızağın tepeden yukarı çıkması olanaksızdı. Fırat çaresizdi. Sinirini belli etmeden:

           “De hadi. Ne yapacaksak... Gün akşama kavuşacak.” 

 İLK günlerde biraz rahatladığını sanıyordu Ateş. Erkek çocuk yükünü Aynur’la paylaştığı için, evlenmesi konusunda kocasına helallik verdiği için rahat uyuyordu. Sessiz sessiz evin bir taraflarında işlerini yapıyor, çocuklarını büyütüyordu. Aynur ve Fırat’la sofraya oturmak istemiyor, onların birbirine her  bakışından anlamlar çıkarıyor, yaralanıyordu.

Kaynanasıyla karşılaşmamak için elinden geleni yapıyor, O ne dese ağzını açıp bir sözcük söylemeden yerine getiriyordu.

Bir gün, çeşme başında Ateş’e, Aynur’un hamile olduğunu söyledi köyün kadınları. Nereden duymuşlardı? Demek ki bütün köy Aynur ile Ateş’i konuşuyordu. Birden, başı döner gibi oldu Ateş’in. Kovalarını yarım doldurarak uzaklaştı hemen ordan. Bu iyi bir haber miydi? Yoksa, kötü mü? Bir türlü ayrımına varamıyordu.

Samanlığa gidip hıçkıra hıçkıra ağladı. Ağladıkça gözünden yaşlar geliyor, içinde bir yanardağ fıkır fıkır kaynıyordu.

“Ya oğlu olursa...” diye mırıldandı. Fırat’ın mutluluğunu düşündü. Gözyaşları içinde tebessüm etti. Sonra birden içine yakıcı bir ateş düştü. Son aylarda, Fırat hiç uğramaz olmuştu Ateş’in yatağına. Elini tenine sürmez, halini hatırını sormaz olmuştu.

Başını iki yana salladı.

Hem Fırat, Ateş’in yatağına uğrasa ne olacaktı ki; Doktor “Kızım, sen artık çocuk yapamazsın, bu senin sonun olur.” dememiş miydi.

Hıçkırıkları yine başladı. Cebinden çıkardığı buruşuk mendille burnunu gürültülü bir şekilde sildi.

“Ya Aynur’un da kızı olursa...” yüreğine su serpildi. Dizlerine can geldi. “Allah büyüktür...” diye fısıldadı. Hayvanlara samanlarını vermeye başladı.

O gece uyuyamadı. Boşa koyuyor dolmuyor, doluya koyuyor almıyordu. Sağa sola dönüyor, kıvranıyor, uyumakla uyanık kalmak arasında kabuslar görüyordu. Birden kafasında şimşekler çaktı. Neden olmasındı? Kalktı. Aynur’la Fırat’ın kaldığı odanın kapısına dayandı. Hala içinde bir gel git vardı. Duraladı. Sonra, kararlı bir şekilde kapıyı çaldı. Kapıyı uykulu gözleriyle Aynur açtı.

“Hayrola abla? Bir şey mi var?” diye sordu.

“Fırat. Fırat’la konuşmam lazım.”

“Uyuyor.”

“Uyandır. Konuşmam lazım.” dedi ve odasına gitti.

Kapı birden açılınca irkildi Ateş. Yüzünde pişmanlığın daha ağır bastığı bir ifade vardı. İçeriye giren Fırat:

“Hayırdır Ateş? Bir şey mi oldu? Çocuklardan biri mi hasta?”

“Otur.” dedi Ateş. Sesinin titrediğini fark etti. “Aynur hamileymiş. Öyle mi?”

“...............”

Konuşmadı Fırat. Suçlu bir çocuk edasıyla önüne baktı.

 “Ben... Bir kez daha denemek istiyorum. Her şeye karşın, Allah’ıma sığınıp, Allah’ıma güvenip bir kez daha denemek istiyorum. İnanıyorum; bu kez erkek olacak...”

         “Bu çok tehlikeli.” dedi Fırat. Yüzünde kaygılı bir ifade vardı. “Seni, çocuklarımın anasını kaybetmek istemiyorum.”

         “Sen istemesen de, ben yavaş yavaş senin yörenden, sofrandan uzaklaşıyorum. Görmüyor musun Fırat?”

         “Görüyorum. Çok üzülüyorum. Bütün bunları ben istemiyorum. Biliyorsun.”

     “Biliyorum.” dedi Ateş, Fırat’ın saçlarını okşarken. “Bazen, anana da hak veriyorum. Sana da... Kendimi suçluyorum.”

         “Bu fikri kafandan sil. Kendini de suçlama.” dedi Fırat. “Sen, benim üç kızımın anasısın.”

        “Ben, yalnızca senin üç kızının anası olmak istemiyorum. Sevdiğin, kınalı kekliğin, yüreğinin ağrısı, sevincinin çağrısı olmak istiyorum. Eskisi gibi...”

         “..............”

         “Bu gece benimle kal. Kokunu, nefesini, terini özledim. Bana bir şans daha ver. Yalvarıyorum.” dedi Ateş, Fırat’ın ellerinden tutarak.

         “Peki” dedi Fırat. “Umarım pişman olacağımız bir şey yapmayız.”

         Sarıldılar. Bin yıllık özlemi giderircesine, bir top, bir yumak oldular. Coşkun birer su gibi birbirine aktılar. 

         AKŞAM, yeryüzüne yavaş yavaş iniyordu. Her yerde sonsuz bir kar aydınlığı vardı. Son tepe de aşılmış, karşıda kasabanın erken yanan ışıkları görülmeye başlamıştı. Kasabanın kıyı mahallelerinden havlayan köpeklerin sesi karlı tepelerde yankılanıyordu.

         Bağırmaktan, inlemekten halsiz kalan Ateş, ağır ağır ilerleyen kızağın üzerinde yatan cansız bir bedendi. Gelip giden sancıları, artık eskisi gibi canını yakmıyordu. Bir ara, sayıklama gibi bir şey mırıldandı:

         “Oğlum olacak. Oğlum olacak.”

         Karnının şekline bakıp, “Müjde! Oğlun olacak.” demişti Nuran Kadın. Aynur’dan sonra bir erkek de Ateş verecekti, Fırat’a. Sevincini ikiye katlayacaktı Fırat’ın. Sofrada yerini, yatağında erini yeniden kazanacaktı. Başı dik gidecekti çeşmeye. Alnı açık gidecekti.

         “Oğlum olacak... Oğ... Geliyor! Geliyoor!” diye haykırdı.

         “Dayan!”dedi Fırat. “Az kaldı.”

         “Durun! Durun! Bebek geliyor. Duruuun!”

         Durdular. Bacaklarını aralamış olan Ateş’in başında fır dönüyordu üç erkek. Ne yapacaklarını şaşırmışlardı. Bir aşağı bir yukarı koşuyorlardı. Fırat, amaçsızca bağırıyor, çevreden yardım istiyordu. Ama, sesini duyan kimse olmadı. Dağdan boşanmış bir bahar seli gibi fırlayıp geldi bebek. Musa, filmlerde gördüğü gibi; yeni doğan bebeğin ayaklarından sallayarak nefes almasını, ağlamasını sağladı. Akşamın karanlığına keskin bir bıçak gibi saplanıverdi bebeğin çığlıkları.

         Halsiz düşen Ateş, başının altında bulunan giysileri bebeğe sarmaları için bir şey mırıldandı. Fırat’a uzatmaya çalıştığı giysilerden anlaşıldı Ateş’in anlatmak istediği. Bebeği sarıp sarmalayıp Ateş’in kucağına verdiler. Ateş’in gözlerinden süzülen yaşlarla birlikte sonsuz bir huzur ve dinginlik kaplamıştı bedenini.

     Acele ettikçe yol uzuyor. Yakın gibi görünen kasabanın ışıkları gittikçe uzaklaşıyordu. Soluk soluğa çekiyorlardı kızağı. Gücü tükenen Ateş, kucağındaki oğluyla birlikte uykuya dalmış, kendinden geçmişti.  

         “....... Devlet Hastanesi” yazan binanın bodrum katı gibi görünen ve ‘A’ harfi kırılmış olan Acil kısmına girdiler. Kızağı gören sağlıkçılar hemen bir sedye getirip Ateş’in cansız bedenini içeriye aldılar. Bir hemşire de bebeği alıp başka bir bölüme götürdü.

         Zaman geçmiyordu. Dışarıda bekleyen Fırat, kapı önünde bir o yana bir bu yana gelip gidiyordu. Yarım saat sonra başı önüne eğik olarak dışarıya çıkan doktor, Fırat’ın omzuna dokunarak:

         “Çok kan kaybetmiş... Kurtaramadık. Başınız sağ olsun. Anneyi yitirdik. ” dedi. “Ama, turp gibi bir oğlunuz oldu. Allah ona uzun ömür versin.” 

         FİGEN, haberi okuyup gazeteyi sehpanın üzerine koyarken:

         “Üç kağıtçılar...” dedi. “Nereden uyduruyorlar böyle senaryoları? Milleti aptal sanıyorlar...”

         Figen’in homurdanmalarına bir anlam veremeyen orta yaşlı adam konuşmadı. Şaşkınca Figen’e baktı.

         Yıkama kısmının kapısı açıldı. İçeriden yıkanmış, fönlenmiş bir köpek ile genç bir kız çıktı. Arkadan çıkan Metin genç kızı öperek uğurladıktan sonra:

         “Haydi Figoş, sıra Yaprak’ta.” dedi.

        Figen, yıkanacağını anladığı için içeriye girmek istemeyen Yaprak’ı kucaklayarak götürdü.

             

 

   
  Eşref Karadağ