Ama nasıl olur? Gece panjurları
kapatmadan mı yatıp uyumuşuz biz?
Dün gece... Dün gece neler oldu?
Anımsayabilecek miyim? En baştan başlarsam belki... En başı neresi peki? Evet,
evet, Saat Kulesi...
Konak Meydanı’ndan Kemeraltı’ına
girerken hep yaptığım gibi Saat Kulesi’ne bir göz atmıştım. Kulenin saati tam
on sekizi gösteriyordu. Oska Pasajı'ndan girip Beyler’e çıkmış, gözlükçüleri
dolaşarak Şan Pasajı'na gelmiştim. Şan Sineması'nın afişlerine bakarken biraz
oyalanmış, aynı şeyi Sema Sineması önünde de yineledikten sonra, Kemeraltı’nın
insan seline karışıvermiştim.
Çoğu kez yaptığım gibi vitrinlere
bakarak dolaşmış, hoşuma giden şeylerin ederini sormuştum. Eski eşyalar,
kararmış pirinç biblolar, çiniler, ince boyunlu, üstü altın yaldızla süslenmiş
lacivert camdan yapılma İran ibrikleri satan o eskiciye uğramayı da unutmadan,
Kızlar Ağası Hanı’na kadar yürümüştüm. Hanın içindeki dükkanlarda satılan gümüş
küpe ve bileziklere, heybelere, eski tahta sandıklara bakmış ve hatta siyah
mobilya üstüne sedef kakmalı bir sehpa ile iki sandalyenin en kısa zamanda
almaya gelmek üzere pazarlığını da yaptıktan sonra mantocuları geçip Havra
Sokağı’na girmiştim. Bütün alışverişim Kemeraltı’nın ünlü kurukahvecisi Hüseyin
Efendiden aldığım yarım kilo kavrulmuş çekirdek kahveydi. Yine de akşam olmuş,
hava benim ayrımsamadığım bir yerlerde kararıvermişti.
Öyleyse çabuk olmam gerekiyordu.
İvediyle Havra Sokağı’nın önündeki
duraktan bir belediye otobüsüne atladım.
Ne zaman hava karardıktan sonra bu
caddeden bir otobüsle eve dönüyor olsam, otobüsten inerek birbirine yaslanmış,
son derece eski ve bakımsız görünen bu evlerin arasına sokulan karanlıklar
içindeki dar sokaklardan birine dalıvermek isterim. Şiddetle duyumsadığım bu
isteğe boyun eğdiğim hiç olmamıştı. Kendime, buna sorumluluklarımın mı yoksa
hep peşinden koştuğum, yetişemediğim zamanın mı neden olduğunu sorduğum sırada,
bindiğim otobüs, iki ileri bir geri giderek, şehirde açılan fuar nedeniyle
iyice tıkanan İkiçeşmelik yokuşunu tırmanıyordu.
Hava çoktan kararmıştı. Caddenin iki
yanına sıralanmış, kullanılmış eşyadan tutun da, dansöz giysisine değin akla
gelebilecek her türlü malın satıldığı sayısız dükkanın önünden geçiyorduk. Bazı
dükkanların ışıkları yakılıp file kepenkleri çekilmişti. Bazılarıysa sımsıkı
kapatılmış, neredeyse terkedilmiş bir ıssızlığa bürünmüştü. Caddede kimselerin
olmadığına bakılırsa vakit epey
ilerlemişti. Çorbacılar, lokantalar, birkaç meyhane ve çay ocağı açıktı. Yaz
bitmek üzereydi. Birkaç gün sonra eylül girecekti.
Birbirine benzeyen sokaklar, caddeden
kopar kopmaz karanlığın kucağına düşüveriyordu. Oysa biliyordum ki sağ tarafta,
aşağılarda körfez ışıl ışıldı. Yol tıkanmış, araba artık bir adım bile
ilerlemiyordu. Asmalımescit’i henüz geçmiştik. Sürücü birden kapıları açıp
“İnecek varsa insin” dedi.
Sanki hep bu anı beklemiştim. İneceğim
yer tam da burası olmalıydı. O anda evime varmak için önümde daha
kilometrelerce yol olduğunu, her zaman bir düzen ve disiplin içinde sürdürdüğüm
hayatımda birden verilmiş böyle kararlara yer olmadığını düşünmedim bile. Tıpkı
hafta sonunu geçirmek üzere çocuklarımı teyzelerine gönderdiğimi, kocamın, suyu
çoktan çıkmış iş yemekleri nedeniyle eve zaten asla vaktinde gelmediğini, yani
bu saatte evde beni merak edecek kimseciklerin olmadığını aklımdan bile
geçirmediğim gibi. Kararımdan caymaktan korkar gibi çarçabuk atladım otobüsten.
Teşekkür ettim sürücüye inerken. Peki ama niye? Yoksa kendim mi istemiştim
ondan, kapıyı benim için ‘lütfen’ açıvermesini? Artık bunları düşünecek durumda
değildim. Önümdeki ilk köşeden, karanlık ve dar bir sokağa daldım.
Önümde bir adam yürüyordu. Elinde bir
torba vardı. Adımları acelesizdi. Küçük bir yokuş çıkıyorduk. Az sonra bir ara
sokağa saptık. Oradan bir başkasına. Burada bütün yolların Agora’ya çıkacağını
sanıyordum. Öyle olmadı. Birbirine benzeyen sokaklarda kaybolmuştum.
Sırt sırta vermiş evlerden artık ne
Karşıyaka’nın ışıkları görünüyordu ne körfez. Bir başka dünyanın içine
dalmıştım. Korku, kuşku ya da pişmanlık duymuyordum. Bu yapmam gereken bir
ziyaretti. Çok ertelenmiş bir ziyaret.
Işıkları ölgün, pencere camları kırık
dökük, sıvaları yamalı, boyaları şehrin bacasından çıkan bütün isi emmiş gibi
kararmış, birbirine yaslanmış bu yapılarda yaşanan yoksulluğu örtmeye karanlık
da yetmiyordu. Tarihin eskitilmiş
yüzünü yansıtan bu sokakların, gelinliğini giymiş bir genç kız gibi ışıldayan
körfezi çevreleyen muhteşem şehirle hiç ilgisi yoktu. Bir emekli maaşı bile
bağlanmamış yaşlı bir dula benziyordu içinde ilerlediğim sokaklar.
Aralık bırakılmış yüksek bir bahçe
kapısından içeri giren adam dönüp kapıyı kapatmayınca bir an şaşkınlıktan
olduğum yerde kalakaldım. Ardı sıra gittiğimi sezmiş miydi? Evde kimse var
mıydı? O her kimse, adamın geleceğini biliyor muydu? Onun için mi aralık bırakılmıştı
bahçe kapısı? Her gece aynı saatte mi gelirdi bu eve adam?
Taş avluda bir ışık yandı hemen. Yaşlı
bir dut ağacının gövdesi aydınlandı. Anlık kararsızlığımı dışarıda bırakıp,
yüzüme kapatılmamış kapıdan girdim.
Evin kapısından bahçeye inen basamaklarda
göründü. İnce, uzun ve esmerdi.
Ürkek adımlarla adama doğru yürüyüp
elindeki torbayı aldı. Ayıp bir şey yapıyormuş gibi kaçamak bir bakış attı
bana. Adam dutun altındaki kararmış tahta sedire yürüdü. İnce, uzun ve esmer
olana “Bu gece burada, avluda yiyelim. Yıldızlar çok parlak” dedi.
Başıyla olurladı kadın. Gençliğini de
alıp içeri, sofra hazırlığı yapmaya gittiğinde adam bana dönerek “Şöyle buyur,
otur.” dedi. Gösterdiği yer tahta bir sandalyeydi.
Bu adamın ardından gerçekten gitmiş
miydim? Yoksa hala otobüste miydim? Hep gezmek istediğim bu sokaklarda geçen
bir hayale mi dalmıştım? Ayrımında değildim. Adamın sesini duyduğum an, ilk kez
sırtımın ortasından başlayarak bütün bedenime hızla yayılan bir ürpertiye
kapıldım.
Hiç bilmediğim bir sokakta, hiç bilmediğim
bir evdeydim. Ve hatta daha önce hiç gitmediğim bir şehirde de olabilirdim.
Saat kaçtı? Buradan nasıl ve neler yaşadıktan sonra çıkacaktım?
Başımı kaldırıp gökyüzüne baktım. Dar
avlunun üstündeki bir avuç gökyüzü, geceye yıldız dökmüştü. Dutun altındaki
eski masa da donatılmaya başlanmıştı.
İşte peynir, patlıcan kızartması,
adamın elindeki torbadan çıkan rakı ve Havra Sokağı'ndan alınmış kavunla çavdar
ekmeği.
“Ben rakı içmem.” dedim.
Duymamış gibi davrandı adam. Üç bardak
doldurdu. Kadın sedirin ucuna ilişti ince ve esmer. Ve tam yemeğe başlanacakken
bir çığlıkla sarsıldı viran evler. Karanlığın içinden biri avaz avaz bağırıyor,
sesi, bir erkeğin küfürlerine karışıyordu. Çok geçmedi bahçe kapısı çatırtıyla
açıldı. İçeri biri girdi ve kapıyı çabucak kapatıp demir sürgüsünü çekti.
Arkasından birkaç küfür daha duyuldu. Sonra sesler kesildi. Sokak, az önceki
sessizliğine büründü.
Yaşlı dut ağacının altında dört kişi
olmuştuk. Kadın kalkıp eve girdi. Avluya bakan küçük pencereyi açtı. İçerden
avluya dökülen müzik bir anda dut ağacını, bir avuç gökyüzünü ve bir arada
bulunmak rastlantısını yaşayan ve belki de her şeye karşın aynı hikayeyi, çok
başka şeyleri yaşarmış gibi yaşayan bizleri sarıverdi. Bir Akdeniz ezgisiydi
bu. Enstrümanlar geceyi önüne katıp sürüklemeye başladı.
Yeni gelene de bir bardak rakı koydu
adam. Uzattı. Adaleli çıplak kolları, ince kaşları, boyalı, iri ve çok güzel
gözleri, geniş bir çenesi ve büyük büyük ayakları olan son konuk, sunulanı bir
dikişte içti ve masaya kapanıp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Sonra başladığı gibi birden kesti
ağlamayı. Elinin tersiyle kirpiklerinden süzülen boyaları silerken haykırdı:
“Kör olasıca. Her gece her gece kavga. Bıktım artık.”
Adam, başını kadının yüzüne doğru
iyice, neredeyse yüzü yanağına değecekmiş gibi eğerken, gözlerini kurulayan
konuk bana döndü. Uzanıp adamın benim için doldurduğu bardağı aldı ve bana
uzattı. Öteki eliyle kendine bir sigara yaktı. Ben karşımda oturan adamdan
gözlerimi ayıramıyordum. Şarap olsaydı diye geçiriyordum içimden, ya da biraz
limonla votka... Adama bakarken bayılacakmışım gibi geliyordu bana; ama
bayıldığım falan yoktu.
Kimse kim olduğumu sormuyordu. Kimse
beni merak etmiyordu. Yemek koyuyorlardı. İçki veriyorlardı.
“Adım Yeliz. Çek iki yudum, iyi gelir.
Hadi be abla, nazlanma. Ben şuncağızı almak için neler vermem. Ama olmazsa
olmaz. Vallahi de billahi de olmaz. Senin anlayacağın ablacığım... Aslında
adımın Mualla olmasını istedim hep. Ablamın adı. Ama bizim aleme yakışmıyormuş.
Neyseee... İç be hadi abla, köpek dünya bu. Sen havlamazsan o sana havlar.
Isırır koparır. Hiç mi rakı içmedin daha önce? Ah, ah... Ne tatlı olursun sen
şimdi.”
Travesti, uzun tırnakları kırmızı
ojeli erkek eliyle uzattığını geri çekmiyordu. Aldım. Hemen ardından bir sigara çıkarıp verdi. İçmediğim, içmem
dediğim halde içiyordum işte. İkisini de. Yeniden dolduruldu bardağım. Yeniden
içtim; bir dikişte.
Yükseliyordum.
Gök alçalıyor, ben yükseliyordum.
Kara, narin bir çingene kızıydı.
Adam, onun gözlerine ateşli bir tutkuyla bakıyordu. İlk kez adamın olağanüstü
yakışıklı olduğunu ayrımsadım. Bu hiç tanımadığım yabancıyı kıskanmış olabilir
miydim? Evet. Bana bakmayışlarını kıskanıyordum, dokunmayışlarını. Baktığı ve
dokunduğu yerlerde olmayışlarıma nasıl da sancılıydım. Elleri güzeldi adamın.
Parmağında bir yüzük vardı. Portakal rengi elişi kağıdından kesilmiş bir ayın
kucağında oturmuş yıldız topluyordum. Avuçlarımdan düşürdüklerim kadının
saçlarına takılıp kalıyordu. Parmağındaki yüzüğü istedim adamın. Uysaldı.
Çıkarıp bana verdi. Eğilip aldım. Avucumdaki yıldızlarla birlikte çantama
koydum.
Yeniden içtim elime uzatılanı. Yeniden
yükseldim gökyüzüne. Uçsuz bucaksızdı. Aşağılarda adam, kadının yıldızlar
dökülmüş saçlarını öpüyordu. Ağacın gövdesine yaslanmış son konuk, kendi
dünyasına gömülmüş sessiz ve hareketsiz duruyordu. Serindi ve... sanırım artık
burası başka bir şehirdi.
Uyandığım yer geniş ve aydınlık bir
oda. Yatak odası. Bu evin bütün odaları geniş ve aydınlıktır. İşte her şey
yerli yerinde. Ama kafamın içi karmakarışık.
Güçlü ağustos güneşi halıya vurmuş.
Birkaç gün sonra eylül görünür, elinde sonbahar. Ama biz dün gece panjurları
kapatmadan mı yatmışız?
Dün gece... Dün gece mi?
Dün gece olanları anımsamak pek kolay
olmayacak. İçimde birden duymaya başladığım sızıya bakılırsa anlaşılan unutmam
da pek kolay olmayacak. Dün gece gittiğim yer neresiydi? Geç bir saatte ve hala
sokaktaysam, yalnızsam bir de üstelik, yönüm kesinlikle evime doğru olurdu...
Öyleyse dün gece neden başka yollara sapıverdim ben? Ya sonra? Eve nasıl ve ne
zaman geldim? Bunları sırasıyla anımsayacak mıyım, yoksa son zamanlarda sık sık
yaptığım gibi hoşuma gitmeyen başka şeylerle birlikte kafamın karanlık
köşelerine mi atacağım?
O otobüsten hiç mi inmedim yoksa? Bir
düş mü gördüm? Başımdaki bu ağrı, ağzımdaki kuruluk...
Banyoya girerken çocuklarımın
teyzelerinde olduğunu anımsıyorum.
Banyodan çıkarken, babalarının işte
olduğu geliyor aklıma. Kocam cumartesileri de çalışır. Rahatlıyorum. Evde
yalnızım.
Şimdi mutfağa gitme zamanı. Başımdaki
ağırlıktan, ağzımdaki kuruluktan kurtulmalıyım. Bir şeyler hazırlayıp
içmeliyim... Ama beni mutfakta bekleyen
bir sürpriz var.
Ocakta çay zaten kaynıyor.
Kocam masanın başında oturmuş bana
bakıyor.
“Sen işe gitmedin mi?” diye soruyorum.
Yanıt vermiyor.
“Sana bir çay koyayım” diyor, “kendine
gelirsin”
“Şeker koyma.” diyorum. Koymuyor.
Bir sis var. Aralamak ister miyim,
yine kaçar mıyım bilmiyorum.
Karar verme zamanı. Anımsamanın ve
unutmanın arasındaki ince çizgide dengede durmak zor.
Fincanı bana doğru uzatıyor. Dikkatle
bakıyorum yüzüne. Sisi aralamak ister gibi. Yüzüne bakıyorum, çay fincanını
bana uzatan ellerine.
Ve sis aralanıyor.
Sis, elinden çayı alırken dağılıyor.
“Yüzüğün nerede?” diye soruyorum,
sesim çığlıksız ve kuru.
“Çantanda” diyor üzgün ve gölgelenmiş
bakışlarla gözlerimin içine bakarak. Ne tutku var gözlerinde ne ateş. “Akşam
istemiştin ve çıkarıp vermiştim. Dutun altında, unuttun mu?”
Unutmak istediğim her şeyi unuttuğumu
anımsayarak koşuyorum. Birden derinleşen
bir yara gibiyim. Titremeler içinde koşup çantamı arıyorum.
Buluyor ve açıyorum. Orada işte, bir
paket kavrulmuş çekirdek kahvenin yanında. İçinde adım yazılı yüzük çantamda.
Peki ama, portakal rengi bir ay kesiğinin içine oturup topladığım yıldızlar
nerede?
Onları kaybetmiş olmalıyım. Aydınlık
odalarda değil ama.
Küçük, taş bir avluda.
|