Şehir ey Şehir!

 
Hüner bir şehr bünyâd eylemekdür
Re’âyâ kalbin âbâd eylemekdür.
          Avnî (Fatih Sultan Mehmed)

 

         “Şehir, ey Şehir!
         Ey bütün şehirlerin şahı!
         Şehir, ey Şehir,
         Dünyanın dört bucağının merkezi!
         Şehir, ey Şehir,
         Romalıların gururu, barbarların medeniyet hocası!
         Nerede o güzelliğin, o kiliselerin, o evlerin, o kutsal surların…” 

      Diye devam eder ünlü Bizans tarihçisi Dukas İstanbul’un Türkler tarafından fethedilmesi üzerine sevgili şehrine yazdığı ağıtına... Zira güzelim şehrinin başına felaketlerin en büyüğü gelmiştir onun için… 

         Byzantium, Yeni Roma (Nea Roma), Konstantinopolis, Kostantiniyye, Çarigrad, Dersaadet, Ümm-i dünya, Darü’s- Saltanat ve İstanbul… Kolaylıkla çoğaltabilirsiniz onun gerdanına kondurulmuş bu her biri ayrı, aşk dolu öpücükleri…

   16. yüzyıldaki Venedik Elçisi’nin  “dünyanın kendisi” diye tarif ettiği İstanbul’umuzun en bâkir haline bir gidelim… Biliriz ve bütün bütün hissederiz ki Evliya Çelebi’nin gölgesi her sokağın başındadır… Her kahvehanenin duvarında, her kapının tokmağında, her çeşmenin burmasındadır onun izi, sesi, aksi… Bu ünlü seyyahın rivayetine göre; gerek Yunan tarihçileri olsun, gerek diğer tarihçiler; İstanbul’un Hz. Süleyman tarafından kurulduğu konusunda hemfikirler. Hz. Süleyman’dan sonra ise, oğlu Ruhbaam İstanbul’a hükümdar oldu. Daha sonra Madyanoğlu Yanko, İskender, Pozantin, Rum Kayseri Yanko Bizes Vizondon (Kadın hükümdar), Vizondon oğlu Ya’fûr ve Konstantin geldiler. 

       Hz. Muhammed’in doğumundan tam 1600 sene evvel Davut oğlu Hz. Süleyman insanlara, cinlere ve hayvanlara hükmetti. Ama gelin görün ki batıda, okyanusta Ferenduz adlı bir adada (Eskiden “balık avı yeri” anlamına gelen Sidon adıyla ünlü Fenike şehriydi.) Sidon adında ün kazanmış bir padişah vardı. Bu padişah Hz. Süleyman’ın hükümdarlığını tanımadı ve başkaldırdı. Bunun üzerine Hz. Süleyman büyük bir ordu ve hayvan sürüsüyle Sidon’un bütün ülkesini yakıp yıktı, Sidon hükümdarı da yakalanıp Hz. Süleyman’ın huzurunda, ateşe atıldı.

         Sidon’un Alina adında, eşi benzeri olmayan peri yüzlü, çok güzel bir kızı vardı; Süleyman Peygamber onu ganimet olarak aldı, Rumeli’ye götürdü ve o sırada eşi ölmüş bulunduğu için onunla evlendi. Ancak kız, (şeytanın aldatmasıyla) sürekli ağlıyordu. Hz. Süleyman kızın bu durumunu ona sorduğunda, kız ona “Ya Eminullah! Benim için burada bir saray yapmanızı ve ömrümü hep ibadet ederek geçirmeyi diliyorum. Babamın resmini yaptırıp, gözüm ona ilişince ağlamaktan vazgeçerim,” dedi. Bunun üzerine Hz. Süleyman hemen bütün insanlara, cinlere ve perilere emir verdi; Filibe, Edirne, İstanbul ve İzmit’te havası ve suyu güzel yerleri gezerek, gelip haber verdiler. Süleyman Peygamber de Atina’da “Temâşâlık” adında bir köşk yaptırdı. (Hala kalıntıları vardır.) 

         Süleyman Peygamber sonra İstanbul’a geldi ve Sarayburnu’nda hala Hünkâr Bahçesi denen yere çadırını kurdurdu. Bir gece uyurken, rüyasında, orada büyük köşkler ve saraylar yaptırdı ki dillere destan oldu ve Hz. Süleyman “Dünya var oldukça, zengin ve şenlikli olsun,” diyerek İstanbul toprağı için dua etti. Ancak hikâyenin sonu hazin… Meğer çok sevdiği karısı Alina, bu sarayda gizli gizli babasının heykeline taparmış. Hz. Süleyman bunu öğrenince sevgilisi Alina’yı öldürttü ve “Biz Allah’ın kullarıyız, hep Allah’ın katına döneceğiz,” diyerek o putu, yani Alina’nın babasının heykelini kırdı. Ardından dünyanın en güzel yerinde yaptırdığı bu sarayda karısı tarafından işlenen günahın affını diledi. Daha sonra Süleyman Peygamber bu sarayda daha fazla duramayarak Arz-ı Mukaddes’e gitti ve orada Hz. Davud’un yapmaya başladığı Mescîd-i Aksâ’yı tamamlarken öldü. 

         Sonra Hz. Süleyman’ın oğlu Ruhbaam hükümdar oldu. İstanbul’da babasının yaptırdığı binalara nicelerini ekledi ve burayı hükümet merkezi yaptı.  Ondan sonra üçüncü kurucu olan Madyan oğlu Yanko hükümdar oldu.                          

 Bir gün Madyan oğlu Yanko, eğlenip içki içmiş ve kendinden geçmiş bir durumda yatarken, sabahleyin kendini tahtı ile Sarayburnu denen yerde buldu ve uzun süre orada kaldı. İstanbul’un Sarayburnu semtinin havasından ve suyundan hoşlandı ve burada bir kale yaptırmaya karar verdi, elde ettiği ganimetlerle de, “Hz. Süleyman’ın binası ve makamıdır,” diyerek İstanbul surlarına başladı.  Bütün Yunanlılar buna İkinci Süleyman derlerdi. Yanko’nun kardeşi Yenvan ise, Yedikule’yi yaptırdı.

 Lafı fazla uzatmayalım ve gelelim büyük Konstantin’e…  Yunan tarihinde anlatılanlara göre, daha önceden Mecusî olan Konstantin, yakalandığı cüzam hastalığından mucizevî bir şekilde kurtulması üzerine Hıristiyan oldu ve İstanbul Kalesi’ni yapmaya başladı. İstanbul’daki bütün putları kırdı ve bunların yerine kiliseler yaptırdı. Bizans halkı İstanbul’a kısa ve öz olarak “şehir” (polis) dedi. Çünkü onlar için şehir demek, İstanbul demekti. Zira dünya onda toplanmış gibidir... Velhâsıl o “dünyanın arzuladığı şehir”dir. 

Müslümanların İstanbul’u ilk kuşatması ise, Muaviye dönemindedir. İslam kuşatmaları içinde en ilginci 674 – 680 yıllarında yapılan, 7 yıl süren kuşatmaydı ki; bu kuşatmaya katılanlardan biri de meşhur Battal Gazi idi. Osmanlı Devleti’nden ilk İstanbul kuşatmayı ise Yıldırım Beyazıt yapmıştır. İstanbul’a giren ilk Türkler de, Kuman Türkleridir ve işin ilginç tarafı, Kuman Türkleri İstanbul’a Fatih’in girdiği kapıdan girmişlerdir…

Hz. Süleyman’dan, Ruhbaam’dan, Yanko’dan, Konstantin’den bahsettik bol bol… Ama -Mustafa Armağan’ın da dediği gibi- kabul edelim ki bütün bu rekli tabloyu kucaklayan en yetkin isim, “Doğu’nun ve Batı’nın Sultanı”, “Sultânu’l- Berreyn ve’l Bahreyn” Fatih Sultan Mehmed’dir. O aynı zamanda büyük bir âlimdir, şairdir, sûfîdir, aydındır, hatta kimilerine göre Yeni Konstantin’dir… Evet, yanlış okumadınız. Papa, Fatih’i İstanbul’un fethi ile Yeni Konstantin ilan eder. Yani Papa Fatih’e demektedir ki: Hıristiyan ol, başımıza geç, birlikte dünyayı fethedelim! Kendi sözlerinden duyalım bir de:

“Hıristiyan ayinlerine dönün ve İncil’e inanın. Bunu yapın, dünyada sizi ihtişam ve ululukta geçecek, güç bakımından denginiz bir hükümdar olmayacaktır. Söz veriyoruz: Sizi Greklerin ve Doğu’nun imparatoru olarak adlandıracağız. Şimdi cebren istila ettiğiniz topraklara o zaman hakkınızla sahip olacaksınız ve sizi hâkimleri yapacaklardır. İslam şeriatını takip ederek muvaffak olmanız mümkün değildir.” 

Ancak fazla söze de gerek yok gibi. İşte Abdülhak Şinasi Hisar’ın Fatih Sultan Mehmed’ in türbesinde asılı olan şiiri: 

Emsâr bahşişindir, ebhâr yadigârın…

(şehirler bahşişindir, denizler yadigârın.)

 Hâsıl-ı kelâm, takvimler 857 ya da 1453… Rebiülevvel ya da Mayıs… Charles Dickens bu tarihler için hem “zamanların en iyisi”, hem “zamanların en kötüsü” der. Daha da isabetlisi onun için bu tarihler “çağların delirme vakti”dir.

        

                                               

 
Bırak, bozuk saatler yalan yanlış işlesin!
Çelebiler çekilip haremlerde kışlasın!
Yürü aslanım, fetih hazırlığı başlasın...

                                                                        (Arif Nihat ASYA)

 
          1453 senesinde Murad Han oğlu, Mehmed Han, büyük bir orduyla Edirnekapısı yakınlarına ordugâhını kurdu. İslam askeri bir araya toplandığında, başlarında yetmiş yedi evliya ve ermişler bulunuyordu. Bunlardan bazıları Akşemseddin, Sivaslı Kara Şemseddin, Molla Gürânî, Ensârî Dede, Şeyh Zindânî gibi sultanlardı. 

           Ancak Genç Hakan’ın işi hiç de kolay değildi. Kale içinde bulunan iki yüz bin Bizans askeri bir araya toplanıp, kale burçlarını çeşitli hilelerle savunuyorlardı. Hiçbirinin deniz yönünden korkuları yoktu ama dışarıda asker, asıl kalenin dibine kadar gelip, yer yer gedikler açmaya başlayınca, onları da iyice korku sarmıştı. Diğer taraftan bütün papaz ve keşişler adamları yüreklendiriyor ve çeşitli sözler veriyorlardı. Yıldız falıyla da kalenin talihini öğrenmişlerdi: 

          “Ahir zamanda, bir Muhammed gelecek. Binlerce kiliseyi yıkacak, onun ümmetleri Antakya, Kudüs, Mısır ve Konstantiniyye’yi alacak. Karadan nice bin parça yelkenleri açılmış gemiler ile gelecek ve başında kadı kavuğu olacak ve katıra binmiş, ayağında mavi çizme olacak. O Muhammed gelip kiliseler yakılalı, Mısır’ı, Antakya’yı ve Kudüs’ü ümmetleri fethedeli sekiz yüz elli yıl oldu. Karadan gemi yürütülüp bu kale fethedilemez. Bu Muhammed, o değildir. Büyük Muhammed’den beri Konstantiniyye on bir kere kuşatıldı. Fetih Araplara nasip olmadı da Türklere mi olacak?”


    Ancak durum Mehmed Han için biraz farklıdır… Kutlu ateş içine düşmüş bir kere… Tek sözü: “Ya İstanbul beni alacak, ya ben İstanbul’u” On gün olup da kale fethedilemeyince Mehmed Han, bütün şeyhleri toplayıp “Acaba bu işin sonu ne olacak? Kalenin alınması ihtimali günden güne zayıflıyor,” deyince Akşemseddin cevap verdi: “ Beyim! Sen üzülme. ‘Bu kalenin fatihi sen olacaksın!’ diye sana şehzadeliğinde müjde vermiştik. Kalede Şeyh Maksûd halifelerinden Yâvedûd adında meczub bir can vardır. O ölmeden bu kalenin alınma ihtimali yoktur; ama elli günde ölür,” diyerek sırrı açığa vurdu: “Beyim! Sen yine çabanda devam et. Allah’ın sırrı burada kalsın.”

          Ve 21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece Mehmed Han’ın emriyle gemiler, Tophane limanlarından karaya çekilmiş, Tepebaşı civarından Kasımpaşa limanına indirilmişti.  İstanbul yarımadası artık üç taraftan kuşatılmıştı. Ancak bu gemilerin nasıl ve hangi güzergâhtan çekildikleri biraz karışık. Zira bu konuda birbirini tutan kaynaklar yok denecek kadar az. Tek gerçek gemilerin karadan yürütülmüş olduğudur. 

         Fetihle ilgili bazı ayrıntılara da, kuşatma sırasında Konstantinopolis surları içinde bulunan Nicolo Barbaro adlı Venediklinin tuttuğu günlükte rastlıyoruz. Barbaro, gemilerin geçtiği güzergâhın yuvarlatılmış taşlarla döşendiğini; yaklaşık 2 km uzunluğundaki engebeli yola, bu taşların dökülmüş ve bunların iç yağıyla mükemmel bir şekilde yağlanmış olduğunu söylüyor. Önce bir deneme yapılmış ve küçük teknelerle işe başlanmış. Gemileri karadan yürütme işi düşünülenden daha kısa bir sürede ve daha kolay bir şekilde gerçekleşince hemen büyük gemileri çekmeye başlamışlar. 15 ila 22 çifte kürekli geminin de içinde bulunduğu toplam 72 adet gemi, yağlanmış taşlar üzerinden kaydırılarak Haliç’e indirilmiş. Venedikli Barbaro, bu şekilde hadiseyi anlatırken içindeki kızgınlığı da: "Bu alçak insanların yaptığı karadan gemi yürütme işi dünyada görülmüş şey değildi." diyerek kâğıda dökmüştür.

          Gelin görün ki denizcilik tarihimize baktığımızda bu gemileri karadan yürütme işi ne ilk, ne de sondur. Bu dahi hükümdarın babası Murad Hüdâvendigâr zamanında da, Aydınoğlu Gazi Umur Bey aynı operasyonu başarıyla gerçekleştirmiş, gemileri 11 km yürüterek İnebahtı körfezine indirmiştir. Ayrıca Fatih daha sonra, Belgrad ve Eğriboz kuşatmalarında da aynı şekilde gemileri karadan yürütmüştür. 

          Biz fethe geri dönelim; İstanbul’un 53 gün süren son kuşatmasına… 1453 Mayısının 29’uncu Salı sabahında Sultan Mehmed; başında Hz. Muhammed’inkine benzer kavuğunu giyip, ayağına mavi çizmesini çekerek, Düldül gibi bir katırla, Edirnekapı ile Topkapı arasındaki beşinci askerî kapıdan girdi İstanbul’a… İçine düşen kutlu ateş baştanbaşa kapladı şehri… 

          Fatih’in, İstanbul’a girer girmez, yönü Ayasofya Kilisesiydi. Kiliseye varınca atından indi, yere kapandı ve bir avuç toprak alarak başının üstüne götürdü. Daha sonra da Cuma gününe kadar Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesini emretti. Takvimler 1 Haziranı gösterdiğinde ise, 1000 yıldır Hıristiyanlığa hizmet etmiş olan bu kilisede, başka bir dille ve başka bir dinle aynı Allah’a ibadet edildi; ilk Cuma namazı kılındı. Bu olay sanırım Müslümanlar arasında çok da şaşılacak bir durum değildi. Zira Müslüman Araplar Ayasofya’nın şöhretine ezelden aşinaydılar ve Hz. Muhammed’in doğumunda Ayasofya’nın kubbesinin çatladığını söylüyorlardı. 

        Bu arada unutmadan, hani en başta demiştik ya, zavallı Dukas güzel İstanbul’unun başına gelenler için üzülmüş, ağıtlar düzmüştü diye… Çok değil, sadece 100 sene sonra keşke tekrar gelebilseydi sevgili şehrine ve görebilseydi onun hala en güzel olduğunu… O göremedi ama 1555’de, “İstanbul’dan daha hoş görünüşlü ikinci bir şehir yoktur,” diyen Busbeck’ten, onun efsunkâr havasına kapılan De Amicis’ye kadar binlerce şahidin gözleri bu güzelliği gördü… 

         Son olarak Mustafa Armağan hocamızın dikkatinde vücut bulduğunu gördüğüm, küçük ama sonsuz ehemmiyete sahip olan bir detayı da eklemeden edemeyeceğim: “Fatih İstanbul’u değil, Konstantiniyye’yi fethetti.  Umarım biz İstanbul’un fethini yaşamayız.”






Bu sayfadaki resimlerin tümü:                                   
www.bilimarastirmavakfi.org/Turkiye_ve_Balkan... sitesinden alınmıştır.
  1. (sunu) İstanbul'un Fethi
  2. Osmanlı dönemindeki İstanbul'u resmeden bir tablo
  3. "İstanbul'da Yelkenliler", duralit üzeri yağlıboya, Salvator Colacicco
  4. Ayvazovski'nin "İstanbul Manzarası" isimli yağlıboya tablosu
  5. Osmanlı'da günlük yaşamı konu alan bir yağlıboya tablo

  İlknur Sisnelioğlu