“Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır” dedi ninem. Sonrada ellerini göğe kaldırıp bu günleride ihsan ettiği için Tanrı ya
uzun uzun dua etti.
Soba gürül
gürül yanmaya başlamıştı. Ben de köşedeki minderin
üzerine oturmuş ders çalışıyordum. Ninem de
önündeki gaz ocağının
üzerindeki toga çorbasını karıştırmaya başlamıştı.
Oğlum, iyi ki bu sene
mayalardan birini keserek kışlık odun yaptık, yoksa bu kocakarı soğukları beni
öldürürdü vallahi, dedi.
Nine...!. Seneye mayalardan birini daha mı keseceğiz, dedim. Sonra da ; Ama okulda
öğretmenimiz; “Yaş kesen baş keser, ağaçları,
ormanları, doğayı koruyalım” diyor, dedim.
Ninem dişsiz ağzıyla bir şeyler geveledi ama ben anlayamadım. Sobadaki alevlerin gürültüsü artmıştı, içindeki odunlar çatırdamaya başlamıştı. Alevlerin şavkı karşı duvara
vuruyor, garip şekiller meydana geliyordu. Bu arada
sobanın bana bakan yüzü kıpkırmızı adeta kor gibi olmuştu. Mevsimlerden kışın son günleriydi. Dışarda yağmur hışımla yağmasına devam ediyor arada bir sert rüzgâr camları yokluyordu.
Çukurova’da böyle kış pek olmaz ama olunca da bu on, onbeş günlük süre içerisinde yüz, yüzelli kişiyi götürürdü.
Anneannem 75 yaşına gelmişti. Dedem
ölünce annem, ninemin ısrarlarına dayanamamış, ona can yoldaşı olmam için beni ninemin yanına göndermişti. Ninemin
yanında kalmaya alışmıştım. Ninem bir
dediğimi iki etmiyor her istediğimi alıyordu.
Artık ilkokul üçüncü sınıfa gidiyordum.
Ninemin evi köyün sonunda önü geniş bir bahçeyle
çevrili iki odadan kurulu, üstü çinko, duvarları kerpiçten yapılmış tipik bir Anadolu evi idi. Kış günleri yattığımız büyük odayı mutfak olarak da kullanırdık. En zoruma giden şey helânın bahçenin bir ucunda olmasıydı. Kış günleri soğukta titreye titreye tuvalete gidip gelmek
beni öldürüyordu. Hele geceleri ıssızlığı bozan o köpek
havlamalarının vermiş olduğu korkuyla, gaz
lâmbasını her zaman yanıma alırdım.
Sık sık ;
Nine, niye helâyı hemen eve bitişik yapmadınız
da… cehennemin bir ucuna yaptınız ? dediğimde
Ninem;
Buraya yapalım da kokudan burnumuzun direği kırılsın öyle
mi, derdi.
Ben, o zaman ki çocuk aklımla bu cevabı pek yeterli bulmazdım. Gaz ocağının söndüğünü hissettim. Ardından ninem seslendi ;
Oğlum, bırak o kitabı da gel yemeğini ye, hem sana hoşaf bile koydum, dedi.
Tahmin edersem saat, sabahın dört buçuğu civarındaydı.
Dışarda daha şafak atmamış, zifiri bir
karanlık vardı. Ramazan ayının ortalarındaydık.
Ninem, her sahura kalktığında beni de uyandırıyor, yemeğimizi beraber yiyorduk. Ninem de böylece sabahları benim için ayrıca
kahvaltı hazırlamaktan kurtuluyor, bende bu arada sakin kafayla bol bol ders
çalışıyordum. O gece sahura kalktık, yemeklerimizi yedikten sonra ninem bulaşıkları bir leğenin içerisine koydu.
Yarın yıkarım bunları artık, ben geri yatıyorum, dedi. Ardından “aman oğlum yatmadan önce sen de sobayı söndürmeyi unutma” diye tembih etti.
Biraz daha oturup ders çalışmak istiyordum.
Zaman epeyce geçmiş, oda yavaş yavaş soğumaya başlamıştı. Yüzüm sobaya dönük olduğundan ön
tarafım sıcaktı, sırtımın ise iyice soğuduğunu hissediyordum. Kalkıp sobanın önüne sırtımı vererek oturdum ve
yeniden ders çalışmaya daldım. Sırtımda bu arada ısınmaya başlamıştı. Birden belimde şiddetli bir sıcaklık hissettim. Elimi arkama bir attım ki sırtım
yanıyor.
Nine… Nine… yetiş! diye, bir çığlık atmışım.
Ninem karyoladan apar topar atlayıp yanan yeri söndürmeye koştu. Ninemin yardımı ile elbiselerimi aceleyle çıkarttım ama belimin
ortası avuç içi büyüklüğünde yanmıştı.
Yara soğudukça acılar artmaya başladı. Ninem şaşkınlığını halâ üzerinden atamamış “ yavrum...!
yavrum...! “diye telaşla merhem aramaya başlamıştı. En sonunda yanık yere sürmek için kara
bir merhem getirdi.
Oğlum, bu merhemi geçen sene kasabadaki
eczaneden almıştım. Eczacı kız “yanığı, yara bereyi şıp diye iyi eder“ demişti. Şunun üstünü oku, bakalım nasıl sürülecekmiş dedi.
Ninem okuma yazma bilmiyordu. Acı içinde aldım merhemi elinden,
üzerindeki kullanma şeklini okumaya başladım.
Nine, merhemden yanık olan yere bolca sürülecekmiş ve üzeride gazlı bez ile sarılacakmış, diye yazıyor.
Ninem ;
Aman oğlum, gazımız tenekede hiç kalmamış, iyi ki lâmbada var, artık ona batırıp sarayım, dedi.
Ben yüzü koyun inleyerek yatıyordum. Ninem yanık merhemini iyice yanan
yere sürdü, üzerine gazyağına iyice bulanmış bezi koyup sarmaya başladı. Ninem bezi yaraya sürdükçe ben daha
bir acı ile bağırmaya başladım. Can
havliyle sırtımdaki bezi atmaya çalıştıkça,
Ninem ;
Dur oğlum, iyi olacaksın niye gazlı bezi
sırtından atmaya çalışıyorsun ? Bak merhemin üzerinde ne yazıyor
“yarayı gazlı bez ile saracaksın“ diyor. Ben de gazyağına batırdım, sarıyorum niye rahat durmuyorsun ki ?
Bense acıdan çığlık üstüne çığlık atıyordum. Bu arada yağmur kesilmişti. Şafak sökmüş, horozların sesi köyün içini çınlatmaya
başlamıştı.
Benim çığlığımı duyan komşular kapıya doluşmuşlardı. Komşumuz Şeker Hasan ile Orçan Nadire ileri atılıp;
Hamide kadın ne oldu, çocuğa ne yapıyorsun
da böyle bağırıyor, diye sordular.
Ninem de;
Ah...! Sormayın başımıza gelenleri, torunum ders çalışırken sırtını sobada yakmış ben de yanık
merhemi sürdüm ve üzerinde yazıldığı gibi gazlı
bez ile sarmaya çalışıyorum o da huysuzlanıp sardırmıyor, dedi.
Şeker Hasan, sırtımdaki gazyağlı bezi tuttuğu gibi odanın öbür köşesine fırlatıp attı.
Ve;
Aman Hamide Hanım, sen çocuğu öldürecek
misin? Merhemin üzerinde yazılı olan gazlı bez eczanelerde satılır, onunla saracaksın. Yoksa bezi gazyağına batırıpta sarmak olur mu? dedi.
Şimdi ne zaman herhangi bir yanık veya bir yara görsem, aklıma ninemin o
zaman ki yaptıkları gelir.
Bölgesel sözcükler :
maya (incir ağacı)
toga çorbası ( Akdeniz bölgesinin, Amanos dağı
yöresinde bulgur ve yoğurtla yapılan
çorba)