Son
kitabınız "Şey"den yola çıkacak olursak, Ömer Hayyam'ın hakikati
arayışı ve yaşam felsefesi hakkında neler söylersiniz?
Hayyam'ın öyküsü şöyle başlıyor, kendi dilinden aktarayım
dilerseniz : 'Sonsuzluğun bir vaktinde anılan bir şey değildim. Benim öyküm
böyle başladı. O zamanlar henüz üzüm yaratılmamıştı ama ben sarhoştum. O
zamanlar diyorum ya, zaman bir andı.' Bu, henüz varlık yaratılmamışken insan
zikre değer bir şey değildi ilahi haberiyle okunması gereken bir ifadedir. İbn
Farıd bir şiirinde, 'biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı'der Hayam gibi.
Esasında Hayam ve diğer irfan ehlinin arayışları, 'hakikat'i arama, karanlıkta
yolunu bulma biçiminde düşünülmemelidir. Onlar, doğalarındaki Muhammedi
Hakikat'in farkında vardırılmışlardır, mesele budur. Bütün yaratılmışlar,
Efendimiz'in nurundan yaratıldıkları için, davet ümmeti olarak nitelenirler.
Kendi doğalarındaki gerçeği fark edenlere icabet ümmeti denir. Yani herkeste
Muhammed'in kokusu vardır. Kimisi bunu örter, kendisinden gizlenir, perdelenir,
kimisi fark eder ve öyle yaşar. Hayyam, başlangıçtan itibaren bunun farkında
bir sarhoştur. Onunkisi, Hz. Mevlana'nın dediği gibi üzüm sarhoşluğu değildir,
onun da sarhoşluğunun sonu yoktur. Hayyam, Tahran kitaplığında kayıtlı,
Risale-i Vücudiye (Varlık Risalesi) adlı eserinde, 'üç tür bilgi edinme
yol'undan söz eder. Birincisi felsefecilerin izlediği yöntemdir, ikincisi
kelamcıların veya zahir bilginlerinin yoludur, üçüncüsü ise irfan sahiplerinin
yoludur, der ve kendisinin üçüncü sınıftan olduğunu belirtir. Hayyam'ı kendi
anlatımından okumak en doğrusudur. Fakat burada insanları yanıltan onun bir
mazmun (imge) olarak kullandığı şarap'tır. Şarap, mey, meyhane, desti vb.
kelimeler Hayyam'ın rubailerinde en çok kullandığı kelimelerdir. Hayyam,
Hüseyin Nasr'ın da belirttiği üzre, bunları, özellikle batın ilmini inkar eden
zahir ulemasına karşı üst düzeyde bir dil oyunu olarak kullanmıştır. Hayyam'ın
bu şaşırtıcı hatta ironik olarak okunması gereken mazmuna dayalı anlatımı
şiirin dışına, kabuğuna bakan, içe nüfuz edemeyenleri yanıltır. Hele bugün
birahanelerden, meyhanelerden çıkmayanları ise tümüyle yanıltır. Gelenekte
şarap içen ama tasavvufi neşveyle şiir söyleyen az sayıda da olsa şairlerimiz
vardır. Dertli bunlardan biridir. Lakin Hayam için aynı şeyi söylemenin güç
olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bir de iki ayrı Hayyam'dan söz edenler var.
Matematikçi/astronom Hayyam ile şair Hayyam ayrı kişilerdir diyenler...Ben
böyle düşünmüyorum. Bu konu tam çözülmüş değildir ama şair Hayyam'ın
şiirini doğru okuyanlar açısından çözülmüştür. Hayyam'ın 'hayat felsefesi',
irfani gelenek içerisinde yer alan sufilerinkinden farklı değildir.
Ömer
Hayyam, hangi şarabın sarhoşluğunda neyi aramaktaydı? Onun aradığı gerçekle,
sonradan ona yakıştırılanlar arasında bir ilgi var mı?
Şey'i yazarken zihnimdeki sorulardan biri de bu idi.
Hayyam esasında aramıyordu, sarhoştu zaten. Hani ezel bilişikliği denir ya,
sarhoşluğu ezelidiydi. Yani bir sırrı var, o sır ezeli bir sarhoşluğun sırrı
zaten. Sonradan Hayyam'ın bir şarapçı, Amatem'de tedavi görmesi gereken bir
alkolik veya bir pena olarak, bir canki olarak algılanması, modern bir şey. Bu
algı çarpıklığı, onu okuyan modernlerle ilgili. Bir de tabi oryantalistlerin
Hayyam tasviriyle ilgili. Ömer Hayyam'dan onu aşkın eser kalmış. O'na aitliği
konusunda kuşku duyulmayanlara bakıldığında, yani rubaileri dışındakilere,
doğru okunmaması için bir neden kalmıyor. Ne var yani denilebilir, şarap içmiş
olsa ne olacak ki, önemli olan şiiridir...Ben de tam bunu söylemeye çalışıyorum
zaten. Hayyam'ın şiirini daha doğru okuyabilmek için bunun üzerinde durmak
gerekiyor. Hayyam'ı yine kendi ifadesinden okuyalım dilerseniz, şöyle diyor :
'Meyhane benim kabemdi, orada pirimin sunduğu ezeli kadehin çevresinde dönüp
duruyordum. Onun feyizler kaynağı ağzından dökülen her söz Mesih gibi
dirilticiydi. Orada zihnimdeki en çetrefil matematik soruları bir anda
anlamsızlaşıyor, yerini bir yolcunun telaşıyla bir kayanın sakinliğinden
karılmış anlatılması imkansız bir hale bırakıyordu. Şeyhim bir gün ellerim
dizlerimde, başım öne eğik, sessizce dururken kendisine bakmam için kalbime bir
kelimeyle dokundu. Başımı korku ve sadakat dolu bir gönlün gücüyle ağır ağır kaldırdım,
ona baktım. Bana bakışlarıyla, 'aleme ha şimdi gelmiş ol ha eskiden' dedi,
'sonunda bir yolcusun sen, postunu düreceksin bir gün. Sana da tuhaf gelmiyor
mu bu gidiş, bak kimse kalmıyor, gelen gidiyor, giden kalıyor, hiç düşünmüyor
musun bu nasıl bir düzendir?'
Uzun süre bakmaya dayanamayıp başımı eskisinden daha çok eğdim. Kalbim duracak
gibiydi.
Tatlı bir sarhoşluk başlıyordu yine. İşte buydu beni buraya, bu mey evine
çeken.
Şeyhimin dudaklarından dökülen kanlı şaraptı beni kendimden geçiren. Dilim
susuyor ama gönlüm bir türlü yatışmak bilmiyordu. Ona, 'kuşkusuz' diyordum,
'bir gün yolum düşecek izine. İşte şimdiki gibi, belki bundan daha sarhoşcasına
cismim dizine yıkılacak.
Sarığım başımdan, kadehim elimden uçacak, işte o zaman saçının zincirlerine
vurulacağım.'
Gezgin'de
İbn Arabî'nin içsel yolculuğuna yer verdiniz. "Şey"de ise,
Ömer Hayyam'ın... Kaleme aldığınız, okuduğunuz veya şahit
olduğunuz arayışlardan en çok hangisi etkiledi sizi?
Herkesin menkıbesi biriciktir, değerlidir. Her insan ayrı
bir dünya olduğu için, ayrı bir kainat olduğu için, herkesin hikayesinde ayrı
bir zenginlik vardır. İnsan dendiği zaman gelenekte, yani irfani geleneğimizde
Adem-i Hakiki, Hakiki İnsan, Kamil İnsan dendiği vakit, Allah'ın Allah ismiyle
en üst düzeyde tecelli ettiği kul anlaşılır. Esasen İslam, teslim olmaktır ve
kul ile Allah arasında bir vuslattır. İnsan insan olarak, Allah Allah olarak.
Allah olarak diyoruz yani tarihten ve zamandan bağımsız ve Varedici Varlık
olarak. Bu macera biriciktir herkes açısından. İbn Arabi ile Hayyam arasında
tabi benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da vardır. İbn Arabi, En Büyük
Bilge'dir, döneminde ve sonradan Şeyhü'l-Ekber diyorlar. Hayyam ise bir 'ilim
adamı' ve şair. Ama mazmunları arasında çok benzerlikler var. Her ikisinin de
manevi yolculuklarında beni çok çok etkileyen şeyler olmuştur. İbn Arabi'den
iki şey aktarayım. Birisi, yolun henüz başındayken bir şeyhi ona, üzerinde
herhangi bir dünyevi mülk kalmamasının zorunluluk olduğundan söz eder. Ve bir
giysisi dışında her şeyini terk eder. Eşyalarını, evindeki her şeyi tasadduk
etmesi için babasına bırakır. Bunu, sonradan şöyle açıklayacaktır : İnsanda hem
zahirinde hem içinde hiçbir Rububiyet vehminin kalmaması gerekir. Babası, kendi
adına sahip olduğunu sandığı bütün eşyasını tasadduk eder, bağışlar. İkincisi :
İki büyük şeyhi Ebu Meyden ile Uryebi'den bir şey öğrenir. Onlar yaşamları
boyunca akşam yatmadan önce, gündüz yaşadıkları her şeyi hatırlayıp bir deftere
yazarlarmış. Hataları için bağış diler, sevapları için de şükrederlermiş. İbn
Arabi de bunu yapmaya başlar. Fakat, diyor, 'bir farkla ki, ben, zihnimden
geçenleri de deftere yazıyor, onların da sorgulamasını, muhasebesini
yapıyordum.' Hayyam'da ise beni en çok etkileyen, iktidar çevrelerine karşı
tutumu idi. Giderek bir iktidar imgesi olarak dünyaya karşı da köktenci bir
tutum takınıyor. Onun şiirlerindeki kalenderilik, berduşluk ve dünyayı
aşağılama buradan geliyor.
Hakikati
tam anlamıyla kavrayabilmek adına, nasıl bir arayış içinde olmak gerekir sizce? Aramakla bulunur mu?
Hakikati tam olarak kavramak imkansızdır. Bizim algımız
sınırlıdır. Meleklerin duasıyla söylersek, 'biz, O'nun bildirdiğinden fazlasını
bilmeyiz.' Hayam bir rubaisinde şöyle diyor : 'insanoğlu varlıktaki gizliliğin
bilmez
hem aslı nedir, faslı nedir, nicesin bilmez
herkes gücü yettikçe mırıldanıyor amma
cevher nitedir, kimse onun değerin bilmez'
Akıl, Arapçada biliyorsunuz 'düğüm' anlamına geliyor. Yani deve düğümü, devenin
bağlanmasında yapılan düğüm. Bir sınırlama, bağlama, kayıt altına alma anlamı
var. Akıl, sınırlar, bir kayda bağlar. İtikad da öyledir. Ukde'den geliyor. O
da bağlamak, düğümlemek, sınırlamak demek. İbn Arabi şöyle diyor, 'tüm
yalınlığı içindeki itikad bile sınırlar ve tanımlar. Allah hiçbir itikada
sığmaz. Sonsuz ve Mutlak bir Varlık nasıl bizim algılarımıza sığabilir ki.
Allah, Kendisini Allah olarak vaz ettiği düzeyin de ötesindedir.' O halde
Hakikat'i tam olarak anlamaktan, algılamaktan söz etmek doğru olmaz. Biz,
hakikate açık ve hazır hale gelmeye çalışabiliriz. Yapabileceğimiz tek şey bu.
Aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır denmiştir. Doğrudur. Ama
buradaki sırrı anlamak da bizi aşıyor. Aramak nedir, nerede başlar, nasıl
sürer, kim sürdürür, bizi aramaya iten, arayışı doğuran nedir, kimdir, bunlar akıl
ermez işlerdir. Zaten aklın ermesi, yani erginleşmesi halinde biz, aklın
sınırlayıcı etkisinden kurtulabiliyoruz. Akıl, uçağı havalanmadan önce pistte
yürüten tekerlek gibidir. Uçağın uçabilmesi için tekerlerinin yerden kesilmesi,
yani tekerlmeklerden kurtulması gerekir. Buna ise aşk denir.
Arayışların
tarihi, İnsanoğlunun geçmişi kadar eski olsa gerek... Sahi
ademoğlu ne arar? Has niyetle çıkılan içsel yolculukların
ortak bir yönü olduğundan bahsedebilir miyiz?
İnsanoğlu esasında, kendi asli doğasındaki sırrı arar. O
sır, dediğim gibi Hakikat-i Muhammediye'dir. Kainatın yaratılmasında,
Efendimiz'den naklen şöyle bir şey anlatıldığını söylemişti Tuğrul Hoca :
'Allah, Kendi nurundan bir parça ayırdı. Ona, 'Kün Muhammeda (Muhammed ol)'
buyurdu. Böylece nur suretinde bir insan olarak Efendimiz yaratıldı. Ve dile
gelip, 'Lailahe illallah' dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, 'Muhammedun
Resulullah' buyurdu. Varoluşun başlangıcına ilişkin bu rivayet naklediliyor. Ve
bütün kainat, Efendimiz'in nurundan yaratılıyor. Efendimiz'in sırrı,
Hakikat'inde, nurundadır. Yaratılmışlar da , kendi sırlarını arıyorlar. Herkes
özündeki sırrı arıyor.
Çilehanelerde,
penceresiz ufak odalarda, bir lokma kuru ekmek eşliğinde kendini
ibadete ve tefekküre adayan zâtların arayışı ne
içindi? Ne aradılar ve Buldukları neydi?
Onlara sormak veya yazdıklarına, anlattıklarına bakmak
lazım diyeceğim ama, anlattıkları yaşadıklarının pek azı olsa gerek. Esasında
sırrı deşifre etmek doğru değildir. Hatta sır, deşifre edilemeyendir derler.
Hatta hatta, sır, henüz verilmemiş olandır da derler. Riyazet, çile, perhiz,
zühd, bunlar, yola çıkanların belirli bir bilinç düzeyine gelene kadar yapması
zoruinlu olan şeyler. Gelenekte böyle görülmüştür. Bu insanların ne aradığına
gelince. Wıttgenstein'ın Yan Değiniler'de bir söz var, şöyle diyor : 'Eskiden
kendilerini manastırlara kapatan ve orada yaşamları süren insanlar vardı.
Bunlar aptal olmadıklarına göre, durum, sandığımızdan daha kötü idi.'
Modern zamanlarda durum nasıl acaba?
Efendimiz’in
erayışından söz edebilir misiniz? İlk
vahiy gelmeden önce, Hira'da inzivaya çekildiği esnada, hangi arayışlar içindeydi?
Efendimiz, kendisine vahiy gelmeden önce de, kendi
hakikatinin taşıyıcısı idi. Hakikat-i Muhammediye, Efendimiz'e vahiyle
bildirilmedi. Esasında vahyedilenler, Efendimiz'in manevi kişiliğinde saklı
idi. Kuran, dünya semasına bir çırpıda inmiştir. Oradan sure sure ayet ayet
Efendimiz'in kalbine...Oradan aklına. Yani Kuran, Efendimiz'in kalbinden aklına
inendir. Bizim okuduğumuza Mushaf denir. Mushaf, Kuran'ın harfe, yazıya
bürünmüş halidir, Kuran'ın ete kemiğe bürünmüş haline de Hakikat-i Muhammediye
denir. Kuran, cevamiül kelim'dir, bütün semavi öğretileri içerir. Dolayısıyla
Efendimiz, seçilmiş olarak ve kendi hakikati itibariyle, vahiy almadan önce de
bir arayış gerektirecek halde değildi. Zaten vahiy almadan önceki hayatında
Kuran'a aykırı bir tek fiili görülmemiştir. Hira'ya gelince...O, bütün
peygamberlerin sünnetidir. Hz. Musa, Tur dağında kırk gün kalmıştır. Efendimiz
Hira'da kırk gün geçirdi. Bu yüzden erbain yapılır, veliler de kırk gün
halvette kalırlar.
Bizim
geleneğimiz, gerçeği arayışların, tahammülün
örnekleriyle dolu... İbrahim Ethem... İbn Arabi... Mevlana...
Ömer Hayyam... Hepsi, hakikati, farklı noktalarından yakalamaya
çalışmış olmalı... Kendimize dönüp baktığımızda, bizbu
gerçeklerin ne kadarını bulduk acaba? Hiç aradık mı?
Evet sorun da burada zaten. Hani Şems-i Tebrizi bir gün
giriyor odaya, bilginler kendi aralarında hararetli bir tartışmada, o bunu dedi
bu şunu dedi, şurada şöyle deniyor burada böyle deniyor. Bağırıyor : 'Bırakın
bu dedi koduları, kıyl u kali, asıl siz ne yapıyorsunuz, siz ne diyorsunuz onu
söyleyin!' Hani ilim bir kıyl u kal imiş ancak diyor ya Fuzuli, o mesele. Biz
ne yapıyoruz? Bu soruyu ancak herkes kendi kendine sorabilir. Kimse başkasına
ve başkası adına soramaz. Sorsa bile anlamı yoktur. Yani kendisi sormuş ve
cevabını bulmaya çalışıyor ise zaten haliyle bunu soruyor demektir.
Biz
ne
aramaktayız? Sahi, bulduklarımız, gerçekten bilmemiz ve sahip
olmamız gereklere uzanıyor mu? Gerçeği yakalayabiliyor muyuz?
Biz, belamızı arıyoruz desem çok mu abartmış olurum.
Tabi bela'yı iki anlamda da kullanarak...