"Oryantalistler Hayyam'ı Okumaktan Acizler
Merve Çetinel, Sadık Yalsızuçanlar Söyleşisi
 
 

Son kitabınız "Şey"den yola çıkacak olursak, Ömer Hayyam'ın hakikati arayışı ve yaşam felsefesi hakkında neler söylersiniz?

Hayyam'ın öyküsü şöyle başlıyor, kendi dilinden aktarayım dilerseniz : 'Sonsuzluğun bir vaktinde anılan bir şey değildim. Benim öyküm böyle başladı. O zamanlar henüz üzüm yaratılmamıştı ama ben sarhoştum. O zamanlar diyorum ya, zaman bir andı.' Bu, henüz varlık yaratılmamışken insan zikre değer bir şey değildi ilahi haberiyle okunması gereken bir ifadedir. İbn Farıd bir şiirinde, 'biz sarhoş iken henüz üzüm yaratılmamıştı'der Hayam gibi. Esasında Hayam ve diğer irfan ehlinin arayışları, 'hakikat'i arama, karanlıkta yolunu bulma biçiminde düşünülmemelidir. Onlar, doğalarındaki Muhammedi Hakikat'in farkında vardırılmışlardır, mesele budur. Bütün yaratılmışlar, Efendimiz'in nurundan yaratıldıkları için, davet ümmeti olarak nitelenirler. Kendi doğalarındaki gerçeği fark edenlere icabet ümmeti denir. Yani herkeste Muhammed'in kokusu vardır. Kimisi bunu örter, kendisinden gizlenir, perdelenir, kimisi fark eder ve öyle yaşar. Hayyam, başlangıçtan itibaren bunun farkında bir sarhoştur. Onunkisi, Hz. Mevlana'nın dediği gibi üzüm sarhoşluğu değildir, onun da sarhoşluğunun sonu yoktur. Hayyam, Tahran kitaplığında kayıtlı, Risale-i Vücudiye (Varlık Risalesi) adlı eserinde, 'üç tür bilgi edinme yol'undan söz eder. Birincisi felsefecilerin izlediği yöntemdir, ikincisi kelamcıların veya zahir bilginlerinin yoludur, üçüncüsü ise irfan sahiplerinin yoludur, der ve kendisinin üçüncü sınıftan olduğunu belirtir. Hayyam'ı kendi anlatımından okumak en doğrusudur. Fakat burada insanları yanıltan onun bir mazmun (imge) olarak kullandığı şarap'tır. Şarap, mey, meyhane, desti vb. kelimeler Hayyam'ın rubailerinde en çok kullandığı kelimelerdir. Hayyam, Hüseyin Nasr'ın da belirttiği üzre, bunları, özellikle batın ilmini inkar eden zahir ulemasına karşı üst düzeyde bir dil oyunu olarak kullanmıştır. Hayyam'ın bu şaşırtıcı hatta ironik olarak okunması gereken mazmuna dayalı anlatımı şiirin dışına, kabuğuna bakan, içe nüfuz edemeyenleri yanıltır. Hele bugün birahanelerden, meyhanelerden çıkmayanları ise tümüyle yanıltır. Gelenekte şarap içen ama tasavvufi neşveyle şiir söyleyen az sayıda da olsa şairlerimiz vardır. Dertli bunlardan biridir. Lakin Hayam için aynı şeyi söylemenin güç olduğunu belirtmemiz gerekiyor. Bir de iki ayrı Hayyam'dan söz edenler var. Matematikçi/astronom Hayyam ile şair Hayyam ayrı kişilerdir diyenler...Ben böyle düşünmüyorum. Bu konu tam çözülmüş değildir ama  şair Hayyam'ın şiirini doğru okuyanlar açısından çözülmüştür. Hayyam'ın 'hayat felsefesi', irfani gelenek içerisinde yer alan sufilerinkinden farklı değildir.

Ömer Hayyam, hangi şarabın sarhoşluğunda neyi aramaktaydı? Onun aradığı gerçekle, sonradan ona yakıştırılanlar arasında bir ilgi var mı?

Şey'i yazarken zihnimdeki sorulardan biri de bu idi. Hayyam esasında aramıyordu, sarhoştu zaten. Hani ezel bilişikliği denir ya, sarhoşluğu ezelidiydi. Yani bir sırrı var, o sır ezeli bir sarhoşluğun sırrı zaten. Sonradan Hayyam'ın bir şarapçı, Amatem'de tedavi görmesi gereken bir alkolik veya bir pena olarak, bir canki olarak algılanması, modern bir şey. Bu algı çarpıklığı, onu okuyan modernlerle ilgili. Bir de tabi oryantalistlerin Hayyam tasviriyle ilgili. Ömer Hayyam'dan onu aşkın eser kalmış. O'na aitliği konusunda kuşku duyulmayanlara bakıldığında, yani rubaileri dışındakilere, doğru okunmaması için bir neden kalmıyor. Ne var yani denilebilir, şarap içmiş olsa ne olacak ki, önemli olan şiiridir...Ben de tam bunu söylemeye çalışıyorum zaten. Hayyam'ın şiirini daha doğru okuyabilmek için bunun üzerinde durmak gerekiyor. Hayyam'ı yine kendi ifadesinden okuyalım dilerseniz, şöyle diyor : 'Meyhane benim kabemdi, orada pirimin sunduğu ezeli kadehin çevresinde dönüp duruyordum. Onun feyizler kaynağı ağzından dökülen her söz Mesih gibi dirilticiydi. Orada zihnimdeki en çetrefil matematik soruları bir anda anlamsızlaşıyor, yerini bir yolcunun telaşıyla bir kayanın sakinliğinden karılmış anlatılması imkansız bir hale bırakıyordu. Şeyhim bir gün ellerim dizlerimde, başım öne eğik, sessizce dururken kendisine bakmam için kalbime bir kelimeyle dokundu. Başımı korku ve sadakat dolu bir gönlün gücüyle ağır ağır kaldırdım, ona baktım. Bana bakışlarıyla, 'aleme ha şimdi gelmiş ol ha eskiden' dedi, 'sonunda bir yolcusun sen, postunu düreceksin bir gün. Sana da tuhaf gelmiyor mu bu gidiş, bak kimse kalmıyor, gelen gidiyor, giden kalıyor, hiç düşünmüyor musun bu nasıl bir düzendir?'
Uzun süre bakmaya dayanamayıp başımı eskisinden daha çok eğdim. Kalbim duracak gibiydi.
Tatlı bir sarhoşluk başlıyordu yine. İşte buydu beni buraya, bu mey evine çeken.
Şeyhimin dudaklarından dökülen kanlı şaraptı beni kendimden geçiren. Dilim susuyor ama gönlüm bir türlü yatışmak bilmiyordu. Ona, 'kuşkusuz' diyordum, 'bir gün yolum düşecek izine. İşte şimdiki gibi, belki bundan daha sarhoşcasına cismim dizine yıkılacak.
Sarığım başımdan, kadehim elimden uçacak, işte o zaman saçının zincirlerine vurulacağım.'

Gezgin'de İbn Arabî'nin içsel yolculuğuna yer verdiniz. "Şey"de ise, Ömer Hayyam'ın... Kaleme aldığınız, okuduğunuz veya şahit olduğunuz arayışlardan en çok hangisi etkiledi sizi?

Herkesin menkıbesi biriciktir, değerlidir. Her insan ayrı bir dünya olduğu için, ayrı bir kainat olduğu için, herkesin hikayesinde ayrı bir zenginlik vardır. İnsan dendiği zaman gelenekte, yani irfani geleneğimizde Adem-i Hakiki, Hakiki İnsan, Kamil İnsan dendiği vakit, Allah'ın Allah ismiyle en üst düzeyde tecelli ettiği kul anlaşılır. Esasen İslam, teslim olmaktır ve kul ile Allah arasında bir vuslattır. İnsan insan olarak, Allah Allah olarak. Allah olarak diyoruz yani tarihten ve zamandan bağımsız ve Varedici Varlık olarak. Bu macera biriciktir herkes açısından. İbn Arabi ile Hayyam arasında tabi benzerlikler olduğu kadar farklılıklar da vardır. İbn Arabi, En Büyük Bilge'dir, döneminde ve sonradan Şeyhü'l-Ekber diyorlar. Hayyam ise bir 'ilim adamı' ve şair. Ama mazmunları arasında çok benzerlikler var. Her ikisinin de manevi yolculuklarında beni çok çok etkileyen şeyler olmuştur. İbn Arabi'den iki şey aktarayım. Birisi, yolun henüz başındayken bir şeyhi ona, üzerinde herhangi bir dünyevi mülk kalmamasının zorunluluk olduğundan söz eder. Ve bir giysisi dışında her şeyini terk eder. Eşyalarını, evindeki her şeyi tasadduk etmesi için babasına bırakır. Bunu, sonradan şöyle açıklayacaktır : İnsanda hem zahirinde hem içinde hiçbir Rububiyet vehminin kalmaması gerekir. Babası, kendi adına sahip olduğunu sandığı bütün eşyasını tasadduk eder, bağışlar. İkincisi : İki büyük şeyhi Ebu Meyden ile Uryebi'den bir şey öğrenir. Onlar yaşamları boyunca akşam yatmadan önce, gündüz yaşadıkları her şeyi hatırlayıp bir deftere yazarlarmış. Hataları için bağış diler, sevapları için de şükrederlermiş. İbn Arabi de bunu yapmaya başlar. Fakat, diyor, 'bir farkla ki, ben, zihnimden geçenleri de deftere yazıyor, onların da sorgulamasını, muhasebesini yapıyordum.' Hayyam'da ise beni en çok etkileyen, iktidar çevrelerine karşı tutumu idi. Giderek bir iktidar imgesi olarak dünyaya karşı da köktenci bir tutum takınıyor. Onun şiirlerindeki kalenderilik, berduşluk ve dünyayı aşağılama buradan geliyor.

Hakikati tam anlamıyla kavrayabilmek adına, nasıl bir arayış içinde olmak gerekir sizce? Aramakla bulunur mu?

Hakikati tam olarak kavramak imkansızdır. Bizim algımız sınırlıdır. Meleklerin duasıyla söylersek, 'biz, O'nun bildirdiğinden fazlasını bilmeyiz.' Hayam bir rubaisinde şöyle diyor : 'insanoğlu varlıktaki gizliliğin bilmez
hem aslı nedir, faslı nedir, nicesin bilmez
herkes gücü yettikçe mırıldanıyor amma
cevher nitedir, kimse onun değerin bilmez'
Akıl, Arapçada biliyorsunuz 'düğüm' anlamına geliyor. Yani deve düğümü, devenin bağlanmasında yapılan düğüm. Bir sınırlama, bağlama, kayıt altına alma anlamı var. Akıl, sınırlar, bir kayda bağlar. İtikad da öyledir. Ukde'den geliyor. O da bağlamak, düğümlemek, sınırlamak demek. İbn Arabi şöyle diyor, 'tüm yalınlığı içindeki itikad bile sınırlar ve tanımlar. Allah hiçbir itikada sığmaz. Sonsuz ve Mutlak bir Varlık nasıl bizim algılarımıza sığabilir ki. Allah, Kendisini Allah olarak vaz ettiği düzeyin de ötesindedir.' O halde Hakikat'i tam olarak anlamaktan, algılamaktan söz etmek doğru olmaz. Biz, hakikate açık ve hazır hale gelmeye çalışabiliriz. Yapabileceğimiz tek şey bu. Aramakla bulunmaz, ancak bulanlar arayanlardır denmiştir. Doğrudur. Ama buradaki sırrı anlamak da bizi aşıyor. Aramak nedir, nerede başlar, nasıl sürer, kim sürdürür, bizi aramaya iten, arayışı doğuran nedir, kimdir, bunlar akıl ermez işlerdir. Zaten aklın ermesi, yani erginleşmesi halinde biz, aklın sınırlayıcı etkisinden kurtulabiliyoruz. Akıl, uçağı havalanmadan önce pistte yürüten tekerlek gibidir. Uçağın uçabilmesi için tekerlerinin yerden kesilmesi, yani tekerlmeklerden kurtulması gerekir. Buna ise aşk denir.

Arayışların tarihi, İnsanoğlunun geçmişi kadar eski olsa gerek... Sahi ademoğlu ne arar? Has niyetle çıkılan içsel yolculukların ortak bir yönü olduğundan bahsedebilir miyiz?

İnsanoğlu esasında, kendi asli doğasındaki sırrı arar. O sır, dediğim gibi Hakikat-i Muhammediye'dir. Kainatın yaratılmasında, Efendimiz'den naklen şöyle bir şey anlatıldığını söylemişti Tuğrul Hoca : 'Allah, Kendi nurundan bir parça ayırdı. Ona, 'Kün Muhammeda (Muhammed ol)' buyurdu. Böylece nur suretinde bir insan olarak Efendimiz yaratıldı. Ve dile gelip, 'Lailahe illallah' dedi. Bunun üzerine Cenab-ı Hak, 'Muhammedun Resulullah' buyurdu. Varoluşun başlangıcına ilişkin bu rivayet naklediliyor. Ve bütün kainat, Efendimiz'in nurundan yaratılıyor. Efendimiz'in sırrı, Hakikat'inde, nurundadır. Yaratılmışlar da , kendi sırlarını arıyorlar. Herkes özündeki sırrı arıyor.

Çilehanelerde, penceresiz ufak odalarda, bir lokma kuru ekmek eşliğinde kendini ibadete ve tefekküre adayan zâtların arayışı ne içindi? Ne aradılar ve Buldukları neydi?

Onlara sormak veya yazdıklarına, anlattıklarına bakmak lazım diyeceğim ama, anlattıkları yaşadıklarının pek azı olsa gerek. Esasında sırrı deşifre etmek doğru değildir. Hatta sır, deşifre edilemeyendir derler. Hatta hatta, sır, henüz verilmemiş olandır da derler. Riyazet, çile, perhiz, zühd, bunlar, yola çıkanların belirli bir bilinç düzeyine gelene kadar yapması zoruinlu olan şeyler. Gelenekte böyle görülmüştür. Bu insanların ne aradığına gelince. Wıttgenstein'ın Yan Değiniler'de bir söz var, şöyle diyor : 'Eskiden kendilerini manastırlara kapatan ve orada yaşamları süren insanlar vardı. Bunlar aptal olmadıklarına göre, durum, sandığımızdan daha kötü idi.'

Modern zamanlarda durum nasıl acaba?

Efendimiz’in erayışından söz edebilir misiniz?  İlk vahiy gelmeden önce, Hira'da inzivaya çekildiği esnada, hangi arayışlar içindeydi?

Efendimiz, kendisine vahiy gelmeden önce de, kendi hakikatinin taşıyıcısı idi. Hakikat-i Muhammediye, Efendimiz'e vahiyle bildirilmedi. Esasında vahyedilenler, Efendimiz'in manevi kişiliğinde saklı idi. Kuran, dünya semasına bir çırpıda inmiştir. Oradan sure sure ayet ayet Efendimiz'in kalbine...Oradan aklına. Yani Kuran, Efendimiz'in kalbinden aklına inendir. Bizim okuduğumuza Mushaf denir. Mushaf, Kuran'ın harfe, yazıya bürünmüş halidir, Kuran'ın ete kemiğe bürünmüş haline de Hakikat-i Muhammediye denir. Kuran, cevamiül kelim'dir, bütün semavi öğretileri içerir. Dolayısıyla Efendimiz, seçilmiş olarak ve kendi hakikati itibariyle, vahiy almadan önce de bir arayış gerektirecek halde değildi. Zaten vahiy almadan önceki hayatında Kuran'a aykırı bir tek fiili görülmemiştir. Hira'ya gelince...O, bütün peygamberlerin sünnetidir. Hz. Musa, Tur dağında kırk gün kalmıştır. Efendimiz Hira'da kırk gün geçirdi. Bu yüzden erbain yapılır, veliler de kırk gün halvette kalırlar.

Bizim geleneğimiz, gerçeği arayışların, tahammülün örnekleriyle dolu... İbrahim Ethem... İbn Arabi... Mevlana... Ömer Hayyam... Hepsi, hakikati, farklı noktalarından yakalamaya çalışmış olmalı... Kendimize dönüp baktığımızda, bizbu gerçeklerin ne kadarını bulduk acaba? Hiç aradık mı?

Evet sorun da burada zaten. Hani Şems-i Tebrizi bir gün giriyor odaya, bilginler kendi aralarında hararetli bir tartışmada, o bunu dedi bu şunu dedi, şurada şöyle deniyor burada böyle deniyor. Bağırıyor : 'Bırakın bu dedi koduları, kıyl u kali, asıl siz ne yapıyorsunuz, siz ne diyorsunuz onu söyleyin!' Hani ilim bir kıyl u kal imiş ancak diyor ya Fuzuli, o mesele. Biz ne yapıyoruz? Bu soruyu ancak herkes kendi kendine sorabilir. Kimse başkasına ve başkası adına soramaz. Sorsa bile anlamı yoktur. Yani kendisi sormuş ve cevabını bulmaya çalışıyor ise zaten haliyle bunu soruyor demektir. 

Biz ne aramaktayız? Sahi, bulduklarımız, gerçekten bilmemiz ve sahip olmamız gereklere uzanıyor mu? Gerçeği yakalayabiliyor muyuz?

Biz, belamızı arıyoruz desem çok mu abartmış olurum.
Tabi bela'yı iki anlamda da kullanarak...






Kaynak (grafikler):

http://www.sadikyalsizucanlar.net/turkce/guzeran/roman/sey.htm

  Merve Çetinel & Sadık Yalsızuçanlar