Sonsuzluğun
bir vaktinde henüz anılan bir şey değildim. Benim öyküm böyle başladı. O
zamanlar henüz üzüm yaratılmamıştı ama ben sarhoştum. O zamanlar diyorum ya
zaman bir andı. Anın sonsuzca bölünebilir olduğunu bilmiyordum o zamanlar.
Rasathanede izlediğim yıldızın sıra dışı hareketlerinden ötürü geceyi orada
geçirdiğim bir gece beni yalnız bırakmayan bir dostum söyledi. Ona haberci
diyorum. Yıldız gibi. Bu bir haberdi benim için. An madem sonsuz bölünebiliyor
demişti dostum, o halde iki insanın, birbirine doğru yürüyen iki insanın
birleşmesi imkansızdır. Onu dinlerken gözlerimde tepedeki ufuk çizgisi belirdi.
Bir kadın ve erkek birbirine doğru yürüyordu. Bu yürüyüş sonsuzca sürüyordu.
Sonra birbirimize gelirken şey gibi bir belirsizliğe düştüğümüzü gördüm.
Aramızdaki o muazzam boşluk bir anda her şeyi yuttu. Şimdi buradan bakınca
görüyorum uçuk kaçık bir delikanlı yanında sarışın, kıvırcık saçlı, kızıl tenli
bir kadın havaalanında duty freede şarap bakıyorlar. Oraya girince nedense beni
anıyorlar. Nedense diyorum ya bu da gereksiz bir şey...Çünkü biliyorum her
şarap anıldığında, her şarap şişeşi görüldüğünde, her üzüm hasadı yapıldığında
tuhaf bir biçimde ruhum ordaymış gibi beni anıyorlar. Ben o şarabın etkisiyle
sarhoş olmadım. O şarabı hiç ağzıma sürmedim. Onun tadını bilmem ben. Kırmızı,
beyaz, pembe, kızıl, eski, yeni, ne zaman, nasıl yapılırsa yapılsın, nasıl
içilirse içilsin hiçbir şarapta benim bir izim bir gölgem yok. Ama herkes beni
anıyor şarap denince. Şarabı ben sarhoş edici bir içki olarak hiç görmedim. Ama
sarhoşluğum hep arttı. Öyle ki bir an geldi, ne kendimi ne gayrı bilemedim.
Kendimi tümüyle aradan kaldırdığım an artık hiçbir şeyin anlamı kalmadı.
Şeylerin kendi başına bir anlam ifade etmediğini anladığım andı o ama bunu
anlayacak, anlamanın keyfini çıkaracak beynim de kalmadı. Algımı tümüyle
yitirmiştim. Bir sınır vardı önce.
Onu hep görürdüm. Kimileyin genişlerdi, büyürdü. Bakardım orada sınır bekçileri
görürdüm. O bekçileri bazen bertaraf eder, sınırları genişletirdim. Onları
sürerdim ve o mülkü talan ederdim. Orası hep benim olurdu. Sonra yeniden
siperime çekilirdim. Siperimdeyken şarabın nerede ne zaman ne kadar
üretildiğini de görürdüm. Yedi yüzyıl sonrasını görürdüm. Verona'da bir
zamanlar bir yıl içinde ikiyüzyetmişiki milyon hektolitre şarap ürettiler.
Onu gördüm. Tırlar, tankerler, gemiler hep üzüm taşıdı kente. Siyah beyaz
çekirdekli çekirdeksiz iri küçük ne çok üzüm getirildi. Onları dev kazanlara
attılar. Üç dört insan boyundaki tanklarda yıkadılar, ezdiler, şırasını
çıkardılar. Onlara bakarken şarabın oinos'lu halini düşündüm. Jain ve vain
hallerini gördüm. En çok ozanlar içiyordu kızıl şarabı. Onların sarhoşluğu
diğerlerine benzemiyordu. Onların zekasından daima korktum.
Bir gün iç ve dış evreni gördüm, birlikte, aynı anda. Bu yaşlı kürenin nice
bilgisiyle kuşandım, donandım. Oysa gerçek bir cahildim ben, sarhoşluktan daha
üstün bir şey sanıyordum bilgiyi. Bir şey var sanıyordum bilgide. Bilgiyi öte
yanda sanıyordum. Bu sanılarıma gömülmüş, notlarımla baş başayken Sultan
çıkageldi bir akşam rasathaneye.
Azid, aşura günü ölmüş, Selahaddin, soyundan gelen kim varsa çoluk çocuk
demeyip öldürmüş, kökünü kazımıştı. Kazımak dedim de, içim kazınıyordu, bir
şeyler yemek üzere kalktım ki kapı çaldı, açtım. Sultandı. Sultan-ı muazzamın
veziriydi ama ben ona sultan diyordum.. İslamın rüknü. Muzafferlerin
babasıydı. Ona sadece sultanım, derdim. Başka bir ünvana sığmıyordu. O da bana
cemalim diye seslenirdi. Onunla bir dönem medresede birlikteydik. Sonra babası
çekip aldı ve sarayda özel hocaların gözetimine girdi. Babasının ölümüyle
birlikte tahtın sahibi oluncaya değin görüşmedik. Tahta çıkışının üçüncü günü
beni çağırdı. Gittim. Sarayda onlarca bilgin, şair ve düşünürle karşılaştım.
Kalabalıktan fena halde sıkıldığım, dizelerimi süsleyen şarabı soluğumda
aradıkları için fazla kalamadım. Sultan heyecanla düşlediklerini anlatıp
duruyordu. Bilimsel çalışmalara hazineden yüklü bir tahsisat ayıracağını söyledi,
yeni bir rasathane yaptıracaktı, şairler için haftanın iki günü bir panayır
düzenleyecekti, kitaplık binasını yenileyecek, bunun için Şam'da yaşayan ünlü
bir mimarı görevlendirecekti. Beni yanından ayırmadı. Haset dolu, öfkeli
bakışlar arasında bir zaman kaldıktan sonra izin istedim ve ayrıldım. Aylarca
yine görüşmedik. Benim her fırsatta inzivayı seçtiğimi bildiği için o da fazla
rahatsız etmedi.
O sıralar gökteki düzenekle, yıldızlarla, seyyarelerle, kamerle, şemsle,
göktaşlarıyla, onların kağıtlara düşürdüğü ihtimal hesaplarıyla, süratlerini
belirleme çabalarıyla, şiirle ve şarapla meşguldüm. Gökte her şey yerli yerinde
ve yolundaydı ama arz için aynını söylemek imkansızdı. Hasan ve Nizam ölmüş,
ben çoktan ahirete göçmüştüm. Bizden sonra, haberleri gitmiş niceleri de geçip
gitmişti. Baki olan ne vardı ki biz kalalım, o saltanat sürsün, feleğin
çarkları çevrilmesin, dursun. Kimin için dururdu ki çarkı feleğin?
Hülagu dalgası kaleleri, evleri, çocukları, kadınları ve hayvanları yerle bir
etmişti.
Sonra Alamut düşmüştü, onu da gördüm. Bu önceden görüşlerim beni semaya
yöneltiyordu. Yerde olup bitenler insanların sonugelmez tutku ve ihtirasları
yüzünden kanlı bir bilmeceye, kirli bir oyuna dönüştüğünde gözlerimi göğe
çeviriyordum. Orada gördüklerimden sonra arza baktığımda Cengiz'in dokunduğu
her şeyi bir anda eriten, üzerine zehirli bir asit dökmüşçesine yok eden,
pelteleştiren, yırtıcı kuşlar gibi lime lime eden cüce askerleri gibi bana
küçük, aşağılık ve bayağı geliyordu. Bu oyunlardan, bu küçük kavgalardan
giderek tiksinmeye başladım ve beynimde uçuşan soruların uğultusundan her
fırsatta rasathaneye ve meyhaneye sığındım. Meyhane benim kabemdi, orada
pirimin sunduğu o ezeli kadehin çevresinde dönüp duruyordum. Onun feyizler
kaynağı mübarek ağzından dökülen her söz Mesih gibi dirilticiydi. Orada
zihnimdeki en çetrefil matematik soruları bir anda anlamsızlaşıyor, yerini bir
yolcunun telaşıyla bir kayanın sakinliğinden karılmış anlatılması imkansız bir
hale bırakıyordu. Şeyhim bir gün ellerim dizlerimde, başım öne eğik, sessizce
dururken kendisine bakmam için sanki kalbime bir sözcükle dokundu. Başımı korku
ve sadakat dolu bir gönlün gücüyle ağır ağır kaldırdım, ona baktım. Bana
bakışlarıyla, 'aleme ha şimdi gelmiş ol ha eskiden' dedi, 'sonunda bir yolcusun
sen, postunu düreceksin bir gün. Sana da tuhaf gelmiyor mu bu gidiş, bak kimse
kalmıyor, gelen gidiyor, giden kalıyor, hiç düşünmüyor musun bu nasıl bir
düzendir?' Uzun süre bakmaya dayanamayıp başımı eskisinden daha çok eğdim.
Kalbim duracak gibiydi. Tatlı bir sarhoşluk başlıyordu yine. İşte buydu beni
buraya, bu mey evine çeken. Şeyhimin dudaklarından dökülen bu kanlı şaraptı
beni kendimden geçiren. Dilim susuyor ama gönlüm bir türlü susmak bilmiyordu.
Ona, 'kuşkusuz' diyordum, 'bir gün yolum düşecek izine. İşte şimdiki gibi,
belki bundan daha sarhoş cismim dizine yıkılacak. Sarığım başımdan, kadehim
elimden uçacak, işte o zaman saçının zincirlerine vurulacağım.'
Yalancı bir tarih yazıcısı o sıralar hazine ve kitaplıklarda araştırma yapıyor
ve Hülagu'nun çekirge afeti gibi geçtiği yerleri kurutan ve zehirleyen
askerlerinin zaferini tebcil edercesine, Kutsal Kitab'ın, 'ölüden diri çıkarır'
haberinin gerçekleştiğini yazıyordu. Yalancılar her zaman ve zeminde kendisine
inanan ortaklar bulduğundan Hasan'ın babasının Yemen'den Kufe'ye, oradan Kum'a,
Kum'dan da Rey kentine gelerek yerleştiğini yaymak güç olmadı. Bunu okuduğum
günün gecesi defterime şu dizeleri not ettim: 'nerde şarabım a kuzum gelecek
mi? Bana yakuttan dudakların bir gün değecek mi? Müslümansın, sakın şarap içme
diyorsun. İçmedim, peki bu dine yetecek mi?' Bunu bir oyun olarak yapıyor ve
sonsuz keyif alıyordum.
Hasan ve Nizam'la birlikteyken medresede buna benzer dizeler yazar herkesi
şaşırtır, beyinciklerini hırpalar, bundan zevk duyardım. Benim keyfim de buydu.
Matematik, cebir ve uzayla ilgili rakamlardan yorulan zihnimi de
dinlendirirdim. Beynimi ödüllendirdiğimi düşünürdüm. Nizam, adının etkisiyle mi
yoksa çocukluktan itibaren kendisini hazırladığından mı hep düzenliydi ve
sınırlara büyük oranda riayet ederdi. Gökcisimlerini izlerken de ihtimal
hesaplarıyla uğraşırken de aklı hep yönetmenin büyüsüyle doluydu. Hasan'ın ruhu
taşkındı, bir şeyi son sınırına değin götürme çabasından asla yorulmazdı.
Kitaba göre yalancı bir tarihçinin bir cönkten aktardığı şiir şöyle diyordu:
'aslen Kayindensin, Kuşkek'te oturuyorsun. Ey acemi düzenbaz! O halde Kutlanda
ne arıyorsun?' Hasan bu dizeleri okuduğunda hep güler, Kayin'i Merih'e,
Kuşkek'i Mars'a ve Kuşkek'i Venüs'e benzeterek, 'orada her ne kadar Yusuf
peygamber oturuyorsa da, ikinci sakini ben olacağım, Yusuf'a komşu olmayı
yeryüzünde benden çok kim hak ediyor?' derdi. Güzelliğe meftun oluşuyla güzel
bir peygamberin yuvasına göz dikişini ben dahil kimse yadırgamazdı.
Yalancı yazıcı kitabında Hasan'a olmadık iftiralar yöneltti. Onun başı daima
afyonluydu. Onun da benim gibi sarhoşluğu ne şaraptan ne afyondan geliyordu.
Benim başımı döndüren evrenin yatışmaz yapısı, onu sermest eden varlığın
varolanca tehdit edilişiydi. Bu tehdidi püskürtmek için beynini kemiren
sorularla boğuşup durdu.
Oniki imamın soyundan geliyordu, bir kezinde, Şaran tepesinde semayı
seyrederken söyledi. Geceydi. Sırlarına ilişkin küçük bir işaret aramak için
oraya gitmiştik. Beni cami veya havraya çağıranlara, 'bırakın bütün bunları'
diyordum, 'onun gizlerine ermiyorsanız bu anlamsız yatıp kalkmak neden?
Sonradan onu da gördüm. Bir mollayı, 'namaz yatıp kalkmak değildir, namaz
Ali'ninki gibi kılınmadıkça namaz değildir' dedikleri için Sultan'a gammazladılar.
'Efendimiz, namazı tahkir ediyor bu kafir' dediler. Başını boynundan uçuran bu
sözün son nefesine dek ardında durdu molla.
Onu da bir gece yalnızken, yine yıldızımı izliyorken semada gördüm. Başı
gövdesine bitişikti, alnından bir ışık vuruyordu. Onu ilkin bir yıldız sandım.
Sonra yanıp sönmediğini gördüm. Sonra sürekli ışıdığına göre bu benim gibi, ne
cenneti ne cehennemi umursayan bir yiğit diye düşündüm. Sonra yaklaşmaya
başladı. Yakınlaştıkça çehresi belirginleşiyordu. Sonra bir arşın kadar
yaklaştı ve bana gülümseyerek, 'gözünü semaya dikmiş, işin aslını anlamaya
çalışan kederi ve ıstırabı bir yana fırlatıp atmış olan bu çılgın da kim?' diye
sordu. Ona, 'feleğin bir oyuncağıyız biz' dedim. 'O halde' dedi, 'her soluğu
keyif çatarak geçirmeli.' 'Bak' dedi bana, gözlerini gözlerimden bir an olsun
ayırmaksızın, 'gündüz masmavi olan göğü şimdi kapkara görüyorsun. Oysa aynı
gözlerle bakıyorsun ona. Çaban boşa çıkmasın istiyorsan, göğü gece gündüz aynı
aydınlıkta görebilecek gözler edin.' Ve gözden yitip gitti. Onu gördüğümü
kimseye söylemedim. Ertesi
gün Hasan'ı aradım. Medresede yoktu. Rey'e gitmişti. Meğer Emire
Zerrab'la buluşmuş, sık sık yaptığı ateşli tartışmaların birini daha
tekrarlamıştı. Zerrab zeki ve düşüncelerini
olağanüstü tutarlı, sağlam bir
biçimde savunan, cerbezesi güçlü biriydi.
Hasan, onunla giriştiği tartışmaların
sonunda hep yenik düşer, düşüncelerinin
çürüdüğünü görür fakat asla
inancı
sarsılmazdı. Mezheplerindeki farklılık ikisini ateşli kavgalarda
buluşturur,
Hasan, yenilginin acısıyla döner, Zerrab'ın beynine
yönelttiği kuşkuların
kalbine girmesine izin vermezdi. Böylesi bir tartışmadan sonra
düştüğü amansız
hastalık sırasında, onun mezhebinin daha doğru olduğunu fısıldamıştı
kendi
kendine. Hastalığın verdiği yüksek ateşle sayıklamıştı, yoksa
fısıltısı
yüreğinden gelen inançtan değildi. Ateşi düşünce
anımsadı ve , 'eyvah' diye
ünledi, 'ne yaptım ben! Bu halde ecel pençesini bedenime
çalarsa, kuşkulara
batmış bir halde gidecek, gerçeğe ulaşmadan
göçeceğim.' Haftalarca yakaza
halinde yattı, berzahta kaldı, dünya ile ahiret arasında, herhangi
birinin, bir
hekimin yardımı olmaksızın hastalığı savuşturdu. Ayaklanınca doğruca
Necm
Sarrac'a gitti. Batınilerin inançlarına ilişkin bilgiler istedi.
Sarrac
sayesinde Batınilerin sırlarını öğrendi. Dönüp geldi ve
Mümin'den biat andını
kabul etmesini diledi. Mümin, 'sen' dedi, 'benden
üstünsün nasıl benden
yeminini benimsememi istersin?' Hasan dinlemiyordu, 'bırak bunu şimdi'
dedi,
'dinle' Mümin çaresiz kabul etti ve andını dinleyerek
benimsediğine tanık oldu.
Abdulmelik'in Rey'e gelişiyle birlikte Hasan, iktidar çevresine
ilk adımını
attı, melik onu dailik naipliğine atadı.
Bu atama, Hasan'la aramızdaki mesafeyi büyüttü, çok az görüşür olduk. Tayinden
sonraki ilk görüşmemizde, onu, sarayın en geniş odasında, onlarca komutana,
arma, çetr ve nevbette yapılacak değişikliği anlatırken buldum. 'Kuzum' dedim,
'senin afyonun başına vurmuş. Nedir bu çetr telaşı?' 'Yapma çadırcı' dedi,
gözleri parlıyordu. Hastalığın yıprattığı bedeninden umulmadık bir çeviklikle,
omuzlarımdan kavrayarak sarstı, 'küçük bir kubbe. Böyle saltanat şemsiyesi mi
olur?' Kubbe diye düşündüm, bakıyordum ama onu görmüyordum. Başka bir şey
gördüm.
Onu gördüm. Onu küçük bir kadeh biçiminde gördüm. Devleti kadim şaraptan daha
üstün tutuyordu. Oysa yolu o şarabın yurduna varmazsa güdük kalacaktı,
unutmuştu. 'Niye öyle bakıyorsun, niçin susuyorsun?' diye sarsınca kendime
döndüm. 'Bir bardağı yeğdir' dedim, 'şaha şarabı, senin melikinin tacına, küp
kapağını değişmem.' İtti beni. Saraydan çıktım. Dönüp baktım. Görkemli bir
çadıra benziyordu. Çadırı tercih ederdim. Bu kubbeler göğü yere indirmek ister
gibiydi. Sultan avda olmalıydı. Ortalık tenhaydı. Issızlığın içinde bir zaman
kaldıktan sonra, içimdeki sessizliğe dönmek üzere kentten ayrıldım. Rasathaneye
döndüğümde, hala kestane kokan masamın üzerindeki kağıt tomarına baktım. Çırayı
ateşledim. İçeri geçip sekine virdini okudum. Sermaye uçup gidiyor, ölüm meleği
azık istiyor diyordu zikrimdeki feta. Gidenlerden bir haber yok, kimse dönmüyor
ki biraz aydınlanalım. Şeyhim medet. Binlerce istiğfardan sonra yüreğimin
bağları çözülmeye başladı. O dizeleri oyun olsun diye yazıyordum kimse
bilmiyordu. Sadece şeyhim anlıyordu ama o da bana bile anladığını
hissettirmiyordu. Onun kalbiyle kalbim arasında, kendi kalbimle kendim arasına
Senden başka kim girebilirdi! Sonra Senden başka varlık olmadığını tekrarlamaya
başladım. Bugün de yine gün boyu dünyayla sevişip durmuştum. Saraylarda
gezinmiştim. Sana ulaşmayan sorularla uğraşmıştım. Senin adının tedbiri
altındayken ondan gafil nice saatler geçirmiştim. Keyif çatmıştım, hesabını
görmeksizin harcayıp durmuştum, sen istemeden bahtımı yazmıştım gün boyu. Şimdi
eşiğindeydim. Şimdi, bu an, Seni andığım, Senden başkasını her soluğumla
birlikte bir kez daha sildiğim şu an, korkarak türlü günahtan, bu derin yasa
gömülüp, kendimi de siliyordum. Senin adını yineliyordum. Seni anıyordum. Seni
andıkça şeyler silindi. Birer birer her şey yok oldu. Şimdi sadece sendeydim.
Seninleydim. Giderek kendim de silindim. Sadece sen vardın. Zaman yoktu.
Onu gördüm. Onu gördüm, zamansızlığı gördüm. Seni görüyordum, sadece seni
görüyordum. Şimdi senden başka hiçbir şey bilinmiyordu. Bu denklemi ilk kez
gördüm. Bilinmeyene şey derdim. Şimdi her şey şeydi. Onu gördüm, Mürsiyeli
bilginler onu xay diye yazdılar. Senin dışındaki her şey bilinmeyendi, bu
denklemi ilk kez kurdum. Kalbime doğru her sallanışında bedenim biraz daha
hafifledi, daha hızlandı, kalbimin çevresinde dönmeye başladım. Şeyler
flulaştı, yok oldu, sadece kalbim kaldı. Büyüdü, genişledi, o denli büyüdü ki,
orada tümüyle yitip gittim.
Gün doğmuştu, yığılıp kaldığım halının üzerinde sereserpe uyurken, vitraylardan
süzülen güneşle uyandım. Kapım çalıyordu yine. Saraydan haberciler gelmişti.
Bugün cumaydı. Sultan yine sarayda şölen düzenlemişti. Hacibü'l-Hüccab ne mürai
bir adamdı, yine sofranın
en zengin köşesindeydi, çevresinde Sultan'a yakınlaşmak için akılalmaz
düzenbazlıklar yapan softalar, iktidar sevdalısı hilekarlar, vezirler, arkada
sofrayı gözeten, muhafızların gözaçıp kapayıncaya kadar bile gaflete
düşmemeleri için devinip duran Emir Candar, Atabegler,
Emir-i Silah, Camedar, Şarabdar, Abdar daha nice görevliler divane gibi
dönüyorlardı. Nizam ve Hasan da oradaydı. Sultan beni görünce, Hasan'la arasındaki
gerginliği üzerime boca etmek ister gibi, 'yokluğun güneşin yokluğu gibiydi,
geldin divanı aydınlattın, beni bu karanlığa niçin itiyorsun?' dedi. Geceden
kalma sarhoşluk henüz geçmemişti. Dilimden dünyaya ilişkin bir söz düşmek
istemiyordu. Selam verdim. Hasan'la Sultan'ın arasına oturdum. Hasan'ın bütün
asabı gerilmişti. Yaydan çıkmak üzre olan bir ok gibiydi. Soluklanışından ve
kalbinin vuruşundan, çehresine oturmuş olan o kasvetli ifadeden korktum.
..."
*Yalsızuçanlar’ın
ŞEY (Bir Ömer Hayam Anlatısı)adlı romanından bir bölüm :