Çölde Son Mavi

 

Derin nefesler aldı. İlerleyen yaşına rağmen çevik bir hareketle sundurmadan atlayıp otların arasında gördüğü ve oracıkta aşık oluverdiği sarının en güzel tonundaki kır çiçeğine elindeki bardaktan iki yudum su döktü. Kalanını da kendisi içti. Ne dediği anlaşılmayan bir fısıltıyla konuştu.Sonra gözleri doldu duygulandı ve ağlamaya başladı. Ağladığını kimseden saklamazdı. Yalnız martılardan çekinirdi. Onların yaşama sevinçleri, umutları, kıpır kıpır gökyüzü gösterilerine kendi hüznünü karıştırmak istemez, onlardan gözyaşlarını bir ananın çocuğundan sakladığı gibi saklardı. Aşık olmayı öteden beri iyi becerirdi. İstedi mi hemen oracıkta aşık olur ve aşkını kurtla, kuşla, börtü böcekle paylaşmaktan çekinmezdi.

       Bir kırçiçeğiyle suyunu paylaşan bu adam, kimilerine göre bir meczup, kimilerine göre bir eren, eleştirmenlere göre emprestyonist bir ressamdı. Kendisine sorarsanız, renklerin üzerinde panayır kuran inanmış bir gökkuşağı taciriydi. Çiçeğe son kez parmağının ucundan sevgi emzirdi. Gözyaşının arkasına gizli bir huzur yerleştirip ağır ağır barakanın yolunu tuttuğunda güneş iyice yükselmiş, iliklerine kadar şükre bulanmıştı.

       Bu sabah dünya tüm görüntülerinin özsuyunu tahta barakanın verandasından bu yaşlı, sevimli adama sağdırıyordu. Adına bazılarının sanat dediği, yaratıcının yani görüntünün gerçek sahibinin insana verdiği en değerli yetilerden birini taşıyorsanız, bu barakada dünyalı olmanın bir takım ayrıcalıklarını bulabilirdiniz. Buram buram kokan toprak, saçlarınıza ananızdan sonra şefkati son kez öğreten rüzgar, altınızda uzayıp giden mavi çığlık, düş kıpırtıları yani deniz ve güneşin sulardaki egzotik  raksı, içilen çayın bakire lezzeti sizi baştan çıkartabilirdi. Bedeninizin üç boyutla sınırladığı görünürlüğünüz, ruhun ulaşılmaz derinliğinde sadece bir gölge yani yansıma olarak kalırdı. Ve adam bunların hepsinin fazlasıyla farkındaydı.

     Verandadan çıkıp odasına girdi. Dağınıklığına kendisi de kızarak boyalarını, tuvalini, sehpasını toplayıp özenle sırt çantasına yerleştirdi. Kenardaki sararmış aynadan kendisini süzüp, saçına, üstüne başına çeki düzen vermeyi ihmal etmedi. Denize yani sevdalısına giderken her sabah bunu yapardı.

       "Yavuklum"

 derdi; denize,

       "Hayırsız yavuklum"

       Gittikçe hızlanan adımlarla tepedeki keçi yolundan aşağıya inmeye başladı. Daha sonra köşedeki zeytin ağacının dallarının arasına dün bıraktığı ekmeği kontrol etti. Yuvadaki kuşun huzursuzluğuna aldırmadan bir kaç ekmek kırıntısını daha ağacın en geniş yerine bıraktı. Bir haftası kaldı yavrularının çıkmasına diyerek ana kuşa teselli vermeyi de ihmal etmedi.

     Tekrar deniz kenarına yöneldi. Denize yaklaştıkça heyecanlanıyor, soluğu tıkanıyor, sevdalısıyla o ilk buluşmalarındaki gibi duygular ayağına dolanıyor, adımlarını hızlandırıyor, hızlandırdıkça düşüncelerine yetişemeyip, "biraz yaşlandım mı?" şüphesine kapılıyordu. Önünden geçen küçük bir yılana yol verdi. İnce bir tebessümle tarla kuşunu selamladı. Minik bir arının kendisini sokmasına izin verdi. Başının üzerinde acemi daireler çizerek dolanan, ürkek dağ kuşuna martılarla tanışıp, denizi sormasını önerdi. Bunların hepsi on adıma sığmıştı. Hayatın hepsi olsa olsa on adımdı zaten…

       Deniz sabah buruşukluğunu atmış, gergin mavi bir atlas gibi gökyüzünün mavisini tahrik ediyordu.  Ayaklarını çıkarıp denize soktu. Bir yudum su içti. Suratını ekşitti.

      -Bu gün yine aksiliğin üzerinde

 diye söylendi. Resim sehpasını kumsala yerleştirirken oldukça zorlandı. Ayak baş parmağını ısıran yengece kızdı. Sonra bir sigara yakıp kenarda oynaşan kefal yavrularına daldı gitti.

       Vakit öğlene yaklaşırken  tepedeki güneş rahat çalışmasını engelliyor, sık sık uğraşına ara vermek zorunda kalıyordu. Tuvaline iki metre kadar uzaktan tekrar baktı. Sarının hükmüne giren renkler gittikçe belirginleşen bir çölün habercisiydi. Deniz kenarında, denize bakıp çöl çiziyordu.Tepelerdeki ormanlara bakıp çöl çiziyordu.

       Tuvaldeki çöl gittikçe büyüyor, kuzeydeki kenti yutuyordu. Karıncaların nefesleri, köpek ulumaları birbirine  karışıyordu. Bir adamın köpeği ısırması, kentin karantinaya alınmasına sebep oluyordu. Dedelerini müzelerde saklayan çocuklar küçük ayrıntılar olarak kentin figürleri arasına sızıyordu.

       Çölün ortasına büyükçe bir sinema inşa ediyorlardı. Çöldeki çaresiz ve aç insanlar anlaşılmaz bir şekilde içinde bulundukları durumu unutmuş sinema için adeta bayram yapıyor, sevinç gösterilerinde bulunuyorlardı. Onlara bunu hediye eden Amerikalı amcaların önünde saygıyla eğiliyorlardı. Zencilerden ve mavi derililerden uzunca bir kuyruk oluşmuştu. Kuyruktakiler itişip, kakışıyor olabilecek sosyal patlamalara zemin hazırlıyorlardı. Ekmeksiz kaldıklarında, açlıklarını onurlarıyla bastırabilen bu insanlar, çocukları açlıktan  kırılırken bile bir şey istemeyen bu insanlar, bir bilet için onursuzca yalvarıyorlardı.

       İhtiyar  tabloya kenetlendikçe yüz hatları geriliyor asabileşiyor, çölün üzerine ısrarla kırmızı bir gök boyamaya kalkıyordu. Bu durum denizden azan histerik mavilerin insanları  boğmasına neden oluyordu. Kendi çizdiği tablodaki insanlara derdini anlatamıyor, bu kandırılmışlığa, bu soysuzluğa çözüm üretemiyordu.

       -Ey..! İnsanlar

Var gücüyle bağırdı;

       -eyy..!

       Sanki hepsi sağır, hepsi kör olmuşçasına en ufak bir tepki vermiyorlardı. Ressam kahroluyor, inadına bağırmaya devam ediyordu. Her türlü çabasına rağmen sinema açıldı. Üç  boyutlu bir film, super dolby ses efekleriyle çöl halkını deli etmiş filmi eleştirenler daha ilk cümlelerini söylemeden oracıkta katledilmişlerdi. Filme karşı çıkanlar gerici ve modern yaşantının önündeki engeller olarak lanse ediliyordu. Perde karmakarışık kahramanlarla dolmaya başladı.

       İhtiyar  olanca gücüyle müdahale ediyor, her çıkan karakteri  tuvalden silmeye çalışıyor  ama gücü teknolojiye yetmiyordu. Perde gitgide kalabalıklaşıyordu. Leyla’ların arasına, Emmanuel’ler, Mecnun’ların arasına  Don Juan’lar, Köroğlu’nun  yerine Alcapone, İstanbul’ un yanına Newyork, inananlara kravat mağazası, şairlere idam cezası …Her şey ama her şey muazzam bir oyunla çöl halkına sunuluyor, işin acı yanı çölün zavallı insanları her sahneyi alkışlarla karşılıyordu. Kenardaki savaşları, Bosna’yı, Kudüs’ü, Bağdat’ı Çeçenistan’ı, Lübnan'ı  İgilizce yorumluyorlardı. Ressam son bir gayretle sahneye kendi kahramanlarını koymaya çalışsa da boşa gidiyordu.  makinist  yerlere dökülen beynine rağmen ustaca kesintilerle kahramanlara mani oluyordu. Tarih yeniden yazılıyordu.Tarihi kurşun kalemleriyle ,kahramanları asanlar yazıyordu.

       Postallar ve silahlar çöl halkının iştahını kabartıyor makinist kahramanlaşıyordu. Çaresiz ihtiyar, son kez gücünü toplayıp tekme savurdu. Tuval denize uçtu. Derin bir oh çekti, kargaşa  bitmişti.

    Çöle ağır ağır deniz yürüyordu. Mavi her şeyi örtüyor hatta gökyüzüyle birleştiğinde bütün ayrıntıları kaybediyordu. Kenti umuda sarıp sarmalıyordu. Bu durum en çok sinemacıları rahatsız etti ve perdeden kötüler silinip gerçek kahramanlar yerini alıncaya kadar mavi  hükmünü sürdürmeye devam etti. Artık aşkı Leyla ile  Mecnuna ,kahramanlığı Köroğlu’na vermek zamanıydı ki her şey sular altında kaldı.

       İhtiyar ressam denize doğru yürüdü, su boyunu aşmak üzereydi ki tuvale ulaştı. Tuvali sudan çıkardığında hayretle donakaldı; tablodaki deniz köpükten gövdesiyle şaha kalkmış bir kısrağı andırıyordu. Gök patlamış fırtınalar ve boranlar arsında tam denizin ortasında muhteşem bir mabet yükselmekteydi.

         -Çok şükür

         -Allah hepsini boğulmaktan kurtardı…Çok şükür bağışladı

       İhtiyar tuvalini alıp barakanın yolunu tuttuğunda bir yazar aşkı tekrar yorumluyor, dünyanın herhangi bir yerinde umut  tekrar yeşeriyordu. Kısacası sanat gerçek sahibine hizmet etmeye yöneliyor ve aşk her sabah dünyanın bütün bahçelerinde, gül ile bülbül arasında tekrar başlıyordu.



  Şahan Çoker