Babmın Bıyıkları Yoktu

 
                                                                           Yusuf Yavuz’a sevgiyle  (*)
Eleleydiler. Az ötemde duruyorlardı. Merdivenlerden tam çıkmak üzereydim. Koşarak geldiler. Yedi sekiz yaşlarında, şirin mi şirin, güzel mi güzeldiler. Okulun bahçesindeydik. Kaş Kitap Şenliği kapsamında Kaş’a 20 km. uzaklıktaki bir köy okuluna gelmiştik. Ne iyi etmiştik de gelmiştik.
Bu sevimli kızlar iyice yaklaşıp, biraz mahcup, biraz çekingen:
“Günaydın,” dediler.
“Günaydın çocuklar, nasılsınız?”
İkisi birden:
“Günaydın.”

Sarı saçlı olanı:
“Okulumuza hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk, teşekkür ederim.”
Arkasından gamzelisi, daha çekingen, daha utangaç:
“Siz yazar mısınız?”
“Evet, öyle.”
Nasıl da sevimliydiler, besbelli benimle sohbet etmek istiyorlardı. İsimlerini sordum:
“Benimki Emine.”
Öbürüne döndüm.
“Ya seninki?”
“Benim ki de Emine.”
“Aman ne güzel, demek adaşsınız. Siz iki Emine hep böyle beraber mi dolaşırsınız?”
“Evet, hiç ayrılmayız.”
“Aynı sınıfta mısınız?”
Sıkılganlıkları gitmişti, ikisi birden yüksek sesle ve de uzun uzun:

“Eveeeet, aynı sınıftayız.”
Şimdi tam anımsamıyorum, ilköğretimin ya birinci ya da ikinci sınıfında oldukları kalmış belleğimde.
Sorularını yinelediler.
“Siz yazar mısınz?”
“Evet, öyle.”
 Bir süre bakıştılar, sonra gamzeli olanı atıldı, sorgulayan gözlerle:
“Bizim sizden bir ricamız var.”
“Söyleyin çocuklar neydi ricanız?”
“Bize bir roman yazar mısınız?”
Şaşırmıştım.
“Roman mı dediniz?”
Şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak:
“Emin misiniz roman istediğinizden, yani şiir falan istemiyorsunuz.”
Daha rahat, daha kararlı konuşuyorlardı, yine ikisi birden:                                     
“Evet roman olsun lütfen, ne olur lütfen lütfen, roman olsun!”
“Peki nasıl bir roman olsun?”
“Güzel bir roman olsun.”
Gülmemek için kendimi zor tutuyordum. Şaşkınlığım içten gelen bir mutlulukla sürekli yer değiştiriyordu. Belli etmeden:
“Ne zaman istiyorsunuz bu romanı?”
“Bugün olsun, yani siz Kaş’a dönmeden.”
Bayağı kararlıydılar.
“Peki çocuklar, kaç sayfa olsun bu roman?”
İki adım öteye gittiler, aralarında bir süre fısıldaştılar, sonra büyük bir ciddiyetle kararlarını bildirdiler:
“65 sayfa olsun.”
“65 mi dediniz?”
“Evet, 65.”
“Peki, neden 65, 65’in bir özelliği mi var?”
Sarı saçlısı:
“Emine’yle evlerimiz yan yana, onların ev numarası 6 bizimki 5 de ondan.”
“Yani 56 sayfa da olabilir.”
Biraz düşündüler:
“Evet, evet 56 da olabilir.”
İşim zordu doğrusu... Biraz konuyu dağıtmak istedim, olur da unuturlar, vazgeçerler diyordum. Okulun bahçesinde dolaşma önerisinde bulundum. Sevindiler. Üstünde henüz toplanmamış portakallar, limonlar bulunan ağaçlara doğru yürüdük. Aşağılara yukarılara baktık, gökyüzüne baktık, masmavi denize, yemyeşil dağlara baktık. Doğanın o olağanüstü güzelliğinden söz ettik. İnsanların bu güzellikleri betonlaya  betonlaya nasıl kirlettiklerinden yakındık.
Bu sevimli kızları kırmadan onlara ne yanıt bulabilirdim? Dedim ya  işim gerçekten zordu. Uygun bir yanıt bulmak için biraz daha zaman kazanmak amacıyla,  bu sefer soruları ardı ardına ben sormaya başladım. Babalarının yaptığı işlerden konuştuk biraz. Geçimlerini nasıl sağladıklarını sordum. Gamzelinin babası turizmin yoğun olduğu yaz aylarda Kalkan’daki lokantaların birinde garsonluk yaparmış. Fazla para kazanmıyormuş ama çok iyi bir babaymış. Emine’yi her sabah öper koklar öyle yollarmış okula. Uzun bıyıkları Emine’nin yanaklarına batıp biraz acıtırmış ama olsun, acıtsın, öpmediği zaman Emine daha çok üzülürmüş. Kış ayları çoğu köylünün yaptığı gibi babası da evin iki ineğine bakmak ve köy kahvesinde okey oynamakla vakit geçirirmiş.
Sarı saçlı olanına ise sorup soracağıma bin pişman oldum. Garibim geçen yıl bir trafik kazasında kaybetmiş babasını. Annesi hem baba hem anne olmuş dört kardeşe. Kaş’ta zengin yazlıkçıların evlerinde çalışırmış çoğu zaman. Emine ara sıra annesine temizlik işlerinde yardım edermiş. Ama o zengin kadınların davranışlarını hiç sevmezmiş sarı saçlı Emine. Büyüyünce onlarla ilgili bir de roman yazacakmış. Bunları anlatırken birden susuverdi. Bir suçlu gibi başını önüne eğip bir şeyler mırıldandı. Anlayamamıştım dediklerini. Çenesini okşayıp yüzünü bana doğru çevirdim. Tekrarlattım söylediklerini. İçini çeke çeke, belli belirsiz bir daha mırıldandı:
“Benim babamın bıyıkları yoktu.”
Sarı saçlarını okşadım okşadım… Bir şeyler söylemeye yeltendim, ama olmadı, bir türlü beceremedim. Sözcükler boğazımda tıkanıp kaldı. Dalıp dalıp gittim sadece.
Ancak benim de konuşmacı olduğum panelin başlamak üzere olduğu haberini ilettiklerinde kendime gelebildim. Yanaklarını öperken etkinlik bitiminde kendilerini bir daha görmek istediğimi söyledim. Sevindiler... Hoplaya zıplaya arkadaşlarının yanına döndüler. Uzun uzun  baktım arkalarından. Bir daha bir daha sordum kendime, mutlu muydum, evet, hem de nasıl. Panel daha ileri sınıflardakiler içindi. Bir süre gözüm boşuna da olsa onları aradı. Tam bana konuşma sırası gelmişti ki, bir de ne göreyim, bizim Emineler giriş kapısını aralamışlar, gözlerini bana dikip gülücükler yolluyorlar. Kapının yanında yine el eleydiler, pek anlamasalar da, benim konuşmamı sonuna kadar dinlediler.
Hani bir düşünür, “Mutluluk yoktur, mutlu anlar vardır,” demiş ya, işte o anlardandı benim yaşadıklarım.
O gün ben onlara roman yazamamıştım, ama onlar bana şiirin en güzelini sunmuşlardı. Biri gamzeli, biri sarı saçlı, pırıl pırıl iki şiirdi onlar.
 
(*)     Kaş Kitap Şenliğini her yıl büyük bir özveri ve başarı ile gerçekleştiren, yazar kardeşim Yusuf Yavuz’u ve katkıları olan herkesi sevgi ile anıyorum. T.G


  Tekin Gönenç