Sömürmedi hiç kimseyi, kendi
dahil.
Gözlerinin içlerinde hep başka
dünyalara daldı. Kimi, neyi sorularını sorup nesneyi bulmak varken, o hep gizli
öznesi oldu bütün sevgi sözcüklerinin.
Ne yardan geçti ne serden küçükken ağlardı, büyüdüğünde
ağlıyordu. Gölgelerden sıkılırdı. Her verdiğini geri istemezdi. Sıcaktan da
soğuktan da pek hoşlanmazdı. Küçükken de ağlardı büyüdüğünde de. Belki bu kez
sesi çıkmazdı ama yanaklarındaki ıslaklıklar ağladığının ve hüznünün
göstergesiydi. Henüz hiç sevinçten ağlayamamıştı. Arabeskti biraz, biraz Türk
filmi kıvamında yaşardı. Vefasızdı insanlar, yıllar vefasızdı. O çare bulamazdı
zamana ağlardı. Ağlardık. Resimlere manalar yüklerdi. Resimlerde objektife
masum ve çekingen bakan ezilenlere, büyümeden yaşlananlara, yaşlanmadan
büyüyenlere içindeki çocuğu öldürenlere zamana… düzeltilmesi olanaksız olan ve
düzeltilemeyen olgulara ağlardı. Zayıf olduğu için değil çare bulamadığı için…
Gidenlere kal demek isterdi,diyemezdi. Çekişenlere
vuruşanlara kırışanlara, sevmeden sevişenlere ağlardı. Gözyaşları perhitrol
görevi görürdü yanakları çözülürdü.
Susarak geçirdiği zamanlar konuşmak istediği anlardı. Tek
bir şeyden korkardı insanları üzmek. Kendi üzüntüsü içinde bir yerlerde
saklıydı. Kimseler görmedi öpüştüğünü. Sevmedi,sevemedi ama sevişti. Belki
mutlu olur diye. Olmadı.
Boş yere zaman kaybetti. Zaman onu kaybetti. O zamanı
kaybetti. Mutluluğu kovaladı. Eee kovalandı ya mutlulukta haliyle kaçacaktı.
Kaçtı yakalayamadı. Birilerine bir şey ispatlamak için aldatmak için değil
sadece belki mutlu olur düşüncesi ile sevmeden sevemeden sevişti.
Betimleyici bir anlatımın ağırlıklı olduğu paragraf
sorularını çözercesine,iki bilinmeyenli denklemleri denkleştirmek istermiş
gibi, yaşardı. Hangi yaşam basamağına ait olduğunu bilmeden.
Aldığı oksijeninin bedelini ödemeliydi. Karbondioksit
çıkarıp fotosentez yapamazken, karanlıkta boğulurdu. Klorofili iş görmezdi
karanlık ortamlarda, daima aydınlık isterdi. Güneş ışığını ve mutluluğu
soğurmalıydı. Soğurmalıydı ki karbondioksiti bile fayda sağlasın.
Onlu baharlarda hep daha kırmızı açardı gelincikler.
Gelincikler: isyan çiçekleri olurdu. Kıpkırmızı açarlardı. Narinlerdi ama
güçlüydüler. Gelin değildiler,gelinciktiler. Bu çiçeğe bu ismi koyanların bir
bildiği olmalıydı.
Zor denebilecek bir yaşantı içinde yaşardı. Bulunduğu
ortamdan değildi bu zor sözcüğü kuşağı bunu gerektiriyordu…
Seksen kuşağın mutsuzluğu vardı üzerinde. Seksen öncesi
kuşak daha mutluydu. Azdı her şey ama mutluydular. Yağ, şeker kıttı belki ama
sevgiler sınırsızdı. Mutluluklar mum ışığında anlatılan hikayelerin herhangi
bir cümlesine gizlenmişti. Parasız oldukları sevmeyi ve mutlu olmayı bilen
insanlar vardı. Keşke o vakitlerde doğsaydı.
O seksen kuşağının çocuğuydu. Bir mutsuzluk hegemonyasının hüküm
sürdüğü yıllar. Televizyon çocukları. Boş şeyleri kendilerine dert edinip
mutluluk arayan insanlar. Seksen kuşağı hiçbir bilmeden her şeyi yapmak
isteyenler. Sevmeden sevişenler kuşağı.
…
Sömürmedi hiç kimseyi kendi dahil. Tek
derdi vardı mutlu olmak. Sevemeden istemeden sevişti. Mutlu olmak için. Olmadı.
Artık mutluluk mum ışığında okunan ve bir dudağı yerde bir dudağı gökte olan
devasal yaratıkların kahramanı olduğu masallarda gizli değildi. İnsanlar
doyumsuzlaşmıştı. Mutluluk uzaklaşmıştı…