Umut Edebiyat

 

                   

        Semih, bilgisayarının başındaydı. Parmakları klavyenin tuşları üstünde tıkırdıyor- du. Mavi gözleri, daktilo ile yazılmış dosyanın kopyalarındaydı. Dizgi yapıyordu. Küçük bir yayınevinde iş bulmuştu. Bekârdı. Flörtüyle nasıl evleneceklerini tartışıyorlardı cafelerde, sinema fuayelerinde. Boşa koyuyor dolduramıyor, doluya koyuyor aldıramıyordu…

       Sigarasının  dumanlarını burun deliklerinden çıkardı. Kel başını okşadı bir süre. Terlemişti. İlk yazın öğle güneşi, Babıali Yokuşunu ısıtmaya başlamıştı…

Cep telefonu tatlı tatlı öttü. Tarkan’ın  güzel bir şarkısının melodisiydi. Üniversitedeki bayan arkadaşı sanmıştı arayanın. Kendisi de yanında olmalıydı şimdi. Sınavlarını verebilseydi keşke… Evinin kirasını çıkarabiliyordu basın emekçilerinin yanında…

Telefonu açtı. Baro’da görevli, üniversiteden arkadaşıydı. İktisat Fakültesinden…

       “Dostum dergimizin dizgileri bitti mi?” diye soruyordu.

       “Bitmek üzere.” dedi Semih.

Aydınger çıkışlarını alabilmesi için, dizgi ücretini ödemesi gerektiğini anımsattı patronun diliyle. Borçları birikmişti birikmesine. Emir, demiri kesiyordu çünkü.

       “Murat kusura bakma. Zeki Bey söylememi istedi…”

       “Fark etmez dostum. Ortaklarla görüşeceğim.”

Telefonlar kapanmıştı. Semih dizgiyi sürdürüyordu… İstiklâl Caddesi Baro Binasındaki Murat, odasına gelen insanlara AİHM formları, bilgisayar çıktılarını veriyordu… Yazıyordu da. Siyasi, edebi, eleştiri yazılarını dergilerde yayımlıyordu. Odasında kimse kalmayınca, masasındaki hesap makinesini çekti önüne. Rakamlara dokanıyor, hesaplıyordu.

    “Ortaklardan her ay elli milyon alsak, bir buçuk  milyar eder. İki aylık çıkaracağımıza göre üç milyar yapar. Bizde olmayan tek şey; para!..”

       Barodan aldığı memur maaşının bir bölümünü, kitap dergi için ayırıyordu Murat. Kitaplarını matbaaya borçlanarak bastırıyordu. Konferanslar veriyordu Kültür Merkezlerinde, üniversite fuayelerinde… Usuna bir fikir gelmişti Murat’ın. Öğle yemeğinde Babıali’ye gidecek. Aydınger çıkışlarını alıp matbaaya kendi götürecekti.

       “Maaşımdan öderim.” dedi.

Derginin  ilk sayısında, edebi denemeleri olacaktı Murat’ın. Telefonla aradı Semih’i.

    “Öğle yemeği benden koçum. Adana dürüm, ayran. Bendensin. Aydıngerler senden.”

Nazları geçiyordu birbirine. Tünel’deki Galipdede Caddesinden Kuledibi’ne, Yüksekkaldırım’dan Galata Köprüsü’ne çıktı. Sigara içmiyor, köprüden aldığı susamlı simidi yiyordu. Mısırçarşısı’nın albenili, mis kokulu havasına girdi. Dünyanın en güzel kokulu çarşısıydı onun için. Turist kadınlar, dükkân sahiplerine hoş kokulu çuvalların içinde ne olduğunu soruyorlardı kendi dillerinde. Tatlı tatlı gülümsedi Murat. Emperyalizme sövdü kısık sesiyle…  Sultanhamam Meydanında bir gömlek baktı kendine. Parlak kravatlara kaydı gözü. Renk renk, ışıl ışıl gözalıcı bir biçimde şeffaf kutulardaydılar.

       “Düğünümde bile giymedim bu kadar çalımlı şeyleri.” diye söylendi. “Neyime gerek benim. Kanıma girmiş bir kez matbaa, kartuş, şerit kokusu. Sigara gibi tiryakisi olmuşum.”

          Ara sokaklarında yürüyordu Sultanhamam’ın. Büyük Postane’nin önüne gelmişti bile. İki dakikada yokuşa ulaşırdı şimdi.

        Basamakları ikişer ikişer çıkmıştı Evren Hanın… Saçsız başını okşayıp, çayını yudumlayan arkadaşını bilgisayar başında görünce, gülümsedi Murat.

“Dostum” diyorlardı birbirlerine. Ellerini sıktılar, sarıldılar; sırtlarına pat pat vurarak…

         Bir iskemle çekip oturmuştu bilgisayar başına Murat. Semih, yazıcıdan aydın- ger çıkışlarını alıyordu derginin. Kapağın renk ayrımı, harf  karakterleri bağlamında söyleştiler. Sıcak çayları tütüyordu masalarında… Küçük bir yayınevinin dizgi odasını ısıtmıştı dost gülüşleri. Düzenli dizgi yapıyordu Semih. Dışarı yemeğe çıkmaz, lokantadan sipariş getirtirdi. Öyle yaptılar yine. Dürümlerini, ayranlarını söylediler. Ailelerini sordular birbirlerine. Eşlerini, dostlarını…

       “Dostum nasıl satacaksın dergiyi. Millet okumak istemiyor. İnternet, televizyon insanların beynini dondurdu.” dedi Semih.

Hazırcevaptı, ataktı  Murat. Kimsenin sözünün altında kalmazdı. Sözü, gediğine koyardı. Ciddi baktı. Sol kaşını kaldırdı kara gözlerini kısarak.

       “Aziz  Nesin, Markopaşa Dergilerini nasıl sırtlayıp Eminönü, Karaköy, Taksim Meydanlarında sattıysa; Rıfat Ilgaz, Adembaba Dergisini elli bin basıp satmışsa biz de satacağız. Vapur iskelelerinde, tren istasyonlarında, otobüs duraklarında, otogarlarda, Beyazıt, Taksim, Kadıköy Meydanlarında, Üniversitelerde; gerekirse apartmanlara girerek, kapı kapı dolaşarak satacağız kitaplarımızı, dergilerimizi. Medyaya dağıtacağız. Kültür Bakanlığı’na göndereceğiz kitaplıklar için. Türkçe konuşan herkese ulaştıracağız. Halkımızı aydınlatacağız…” 

       Zafer kazanmış ordu komutanları gibi, birbirlerine dolu dolu gözlerle bakıyorlardı. Yüreklerindeki inanç, direnç, umut yüzlerine yansımıştı. Matbaaya birlikte gidip, Umut Edebiyat Dergisi’nin aydıngerlerini verdiler… Sevinçliydiler… 

Zafer kazanmış ordu komutanları gibi, birbirlerine dolu dolu gözlerle bakıyorlardı. Yüreklerindeki inanç, direnç, umut yüzlerine yansımıştı. Matbaaya birlikte gidip, Umut Edebiyat Dergisi’nin aydıngerlerini verdiler… Sevinçliydiler… 

       Dergi,  kitapçı  raflarında  kaldı!..
                                                                                                                                                                              

  Yılmaz Uçar