Çözülme

Üçüncülük Ödülü

 
 
Artık kimselerin gelip gitmediği eve ürkek adımlarla yaklaşıyor­dum. Doğduğum eve her geri dönüşüm böyle sancılı mı olmak zorunda? Bu eve gelmemi istemeyen biri yoktu; ama özlemle de beklenmiyordum.
 
Acaba beni özledi mi? Bunu hiçbir zaman anlayamadım.
 
Duygularını ifade edemeyen birinden çok büyük şeyler bekleye­mezsiniz. Benim beklediğim de kapıdan girdiğimde merhabanın arka­sında içten bir gülümsemeydi. Ona baktığımda hep şunu düşünmüşüm­dür; "Bir şeye sahip olmak, onu size ait kılmaz, onunla kurduğunuz duy­gudur aidiyet." işte o da sahip olduğu ailesini hiçbir zaman ait hissetme­mişti kendisine. O, benim babamdı.
 
Bu karışık düşüncelerle, henüz 18 yaşındayken okumak için ayrıl­dığım evimizin kapısını çaldım. Kapı, artık daha geç açılıyordu. Babam yorgun vücudunu ağır ağır kaldırıyordu köşe koltuğundan. Ve sonunda kapıyı açtı. Her zamanki mesafeli duruşuyla "Hoş geldin kızım." dedi. "Hoş bulduk baba." diyebildim. Tek tuk telefon konuşmalarını saymazsak, iki yıldır görüşmüyorduk, ilk bakışta bu mesafeli duruş gerilmenize neden olabilirdi. Ama canınızı acıtan bir şey zamanla alışkanlığa dönüşebiliyor.
 
Küçük bir çantayla gelmiştim. Onu içeriye aldım. Kısa bir sessiz­likten sonra, "Yolculuğun nasıl geçti? dedi.
 
Aslına bakarsanız bu soruyu soracağını biliyordum. Evden ayrıldı­ğım; 15 yıldan beri, bu sorunun ne sırası, ne de mekanik tonlaması değiş­mişti. Ben de bu ezbere soruya, aynı ezberle cevap veriyordum. Her za­manki gibi dersimize iyi çalışmıştık.
 
"İyi, ama bilirsin yolculuk beni sarsar."
"O zaman sen biraz dinlen" dedi.
 
Dinlenmemi isterdi. Çünkü bu durum zorlandığı başka bir durum­dan onu kurtarırdı. Yüz yüze kurulacak her ilişki onu zorlardı. Görünüşte her şey yolundaydı. Babam beni düşünmüştü. Ama bu sözden sonra, onun yanında durmamın da pek anlamı kalmıyordu. Odalarımıza çekili­yorduk sessizce, işte bir kez daha ilişki başarılamıyordu.
 
Annemle babamın iki ayrı hayat kurduğu bu evde, annemin odası­na girdim. Annem öldüğünden bu yana, bu odada olmak dayanılmaz bir hüzün veriyor bana. Öleli üç yıl oldu ve ben onun yokluğuna alışamıyorum. Odadaki bütün eşyalar, hala annemin elinin izini taşıyor sanki. Çek­mecelere koyduğu lavanta çiçekleri iyice kurumuş; ama rayihası buram buram yayılıyor odaya. Şimdi daha iyi fark ediyorum; o varken bu evde bir hayat vardı. O hayat ki, onun yokluğunda bile hissediliyor. Uzaklar­dan yolladığım fotoğraflarımı çerçevelere koymuş; şimdi onlar bu odada bana gülümsüyor. En çok elimde iki dondurma taşıdığım, arkasına "Biri­sini senin için yiyorum" diye yazdığım fotoğrafımı severdi.
 
Annemin kalbine girmek öyle kolaydı ki. Hayat boyu babamdan beklediği yakınlığı unutturacak küçük mutluluklar yaratmaya çalıştı. Her bahar menekşelerini ekerdi balkonuna, onlarla konuşurken yalnızlığını unutmaya çalıştığını hissederdim. Bazı insanların küçük mutluluklardan medet umması, daha büyüklerini yaşayamayacağını bildiğinden midir acaba? Bendeki bu, görünenin altına bakma sevdası çoğu zaman başıma dert oldu; ama huylu huyundan vazgeçmiyor işte.
 
Üniversiteyi Ankara'dan uzakta, başka bir şehirde kazandığımı öğ­rendiğimizde "Ben sensiz ne yaparım" diye saatlerce ağlamıştı annem. Aslında bu hali içimi parçalasa da kendi kendime biraz da ergenliğin verdiği başı buyruklukla böyle olmayacağıma söz vermiştim. Çocuklarımı çok sevsem de saçını süpürge eden annelerden olmayacaktım. Bir işim olacak, kendi ayaklarım üzerinde duracaktım. Ne büyük laflarmış. Feda­kâr annelerin isyankâr kızları olmak, bize yazılmış bir yazgı gibiydi. An­nelerimizden farklı olmayı marifet zannediyorduk.
 
Okul tatillerinde, eve dönüşlerim annemi canlandırmaya yeterdi. Balkonda beklerdi beni. Daha eve girmeden yüreğinin pır pır atışını his­sedebilirdim. "Kızımm" diye beni kucaklar, kokumu içine çekerdi.
Böylesine koşulsuz sevilince, tüm eylemlerinizi sevgisini pek gös­termeyen babanızın gözüne girmek için yaparsınız. Tabii, o zamanlar bu­nu pek fark etmiyordum. Şimdi hatırlıyorum da, sekiz yaşındaydım; bir bayram günü, babam için limon kolonyası satın almıştım. O zamanlar evlerimizde misafirlerimiz için ayrılan bir kolonya olurdu. Babamın da ken­disine ait bir kolonyası olsun istemiştim.
 
"İyi bayramlar" dedim ve heyecanla aldığım kolonyayı verdim, "İyi bayramlar" dedi. Yaptığım acemi paketi açarken gözlerimi ayırmadan onu seyrediyordum.
 
"Sağ ol, yoksa parfüm almaya paran yetmedi mi?" diye sordu.
 
Hatırlayabildiğim ilk hayal kırıklığını bir limon kolonyasının içine hapsettim ve hiç söyleyemedim.
Harçlıklarımı biriktirip parfüm aldığımdaysa, onu memnun edebi­leceğimi sanıyordum. Oysa yanılmışım; bu sefer de, "Ben kötü mü ko­kuyorum" demişti. Ne çok heves içimde karşılıksız kalıyordu.
 
Adını hatırlayamadığım bir dergide okumuştum; "Kız çocuklarının babalarından aldıkları güven duygusu, onları hayatta daha başarılı kılıyormuş." Bu güven duygusu da verdiğiniz kararlara gösterilen ilgiyle oluşuyor. Ya da yoğun bir şefkat duygusuyla sarmalanmayan hiçbir onay, etkisini uzun bir süre devam ettiremiyor. Koca bir hayata vurduğunuzda en azından.
 
Hayatta zor kararlar alabilecek ve kestiremediğim sonuçları göğüsleyebilecek kadar cesur davrandım. Ankara da ailemin yanında okumak dururken, herkesin okumak için geldiği kenti bırakıp Antalya'da turizm okumayı seçtim mesela. Ama bu seçimimden sonra da babamın gözleri­ne bakıyor, "Kızım iyi düşündün mü?" demesini bekliyordum. O ise her zamanki kayıtsız görünümüyle, "Bu senin kararın" diyordu. Evet, benim karanındı ama sadece ne kadar sevildiğimi fark edebilmek için veriyor­dum bu kararı. Sanıyordum ki yakınındayken gösteremediği sevgisini uzaklara gidersem gösterecekti.
 
Şair Can Yücel, küçücük bir çocukken, babası uzaklara gittiğinde onu o kadar çok özlermiş ki, bunun için "Ben hayatta en çok babamı sevdim." demiş. Evet, babam da bu ayrılıkla beni özlediğini anlayacak ve "Ben hayatta en çok kızımı sevdim." diyecekti. Ne kadar da yanılmışım. Ben, onun ilgisini çekmek için cesur kararlar veriyor ama her zamanki gi­bi duvara çarpıyordum.
 
Bu düşünceler içinde uyuyup kalmışım. Uyandığımda babamı köşe koltuğunda, bir başına otururken buldum. O koca adam, iyice zayıfla­mış, küçücük kalmıştı. Gençliğinde de çok fazla arkadaşı olmamıştı; bildiğim yalnızca bir yakın arkadaşı vardı. "Bir tek o beni anlar" derdi. Ken­disini anlamanın kolay olmadığını biliyordu galiba. Bu arkadaşının Antal­ya'da oturduğunu, oradan gelen Kaleiçi manzaralı bir kartpostalla anla­mıştım. "Bu eşsiz güzellikleri görmelisin" yazıyordu kartın arkasında. Ba­bamı anlayabilmiş biri vardı hayatta ve o da Antalya'da yaşıyordu. Ne tu­haftır ki, o Kaleiçi manzarası daha çok beni etkilemiş, hayatımın rotasını o yöne çevirmişti.
 
Ne olursa olsun, bu sonu kendisinin hazırladığını bilsem de böyle­sine bir yalnızlığı yaşıyor olmasına üzüldüm. Artık hiç kimsenin arayıp sormadığı, hatta dünyada var olup olmadığının bile farkına varılmadığı bir hayatı yaşıyor olması içime dokundu. Yavaşça yanına yaklaştım;
 
"Nasıl, dinlenebildin mi?"
 
"Evet" dedim, aklımda ona söyleyeceklerimin hesabına yaparken.
 
Aslında buraya gelişimin bir nedeni vardı. Bir çocuk dünyaya geti­receğimi söylemek için gelmiştim. Bunu, birkaç cümleyle geçiştirilecek bir telefon konuşması ile yapmak istememiştim. Bu, dünyaya getireceğim çocuğumun önemini ona gösterme çabası mıydı? Acaba ben anne oluyo­rum derken, bana babam olduğunu hissettiremedin demeye mi çalışıyo­rum. En sonunda dökülüverdi sözcükler ağzımdan;
 
"Baba, ben buraya sana bir şey söylemek için geldim."
 
Hayretle gözlerimin içine baktı; onunla konuşurken o da bilirdi çok rahat olamadığımı. Böyle pat diye konuşmaya başlamama şaşırmıştı haklı olarak. Kısa bir andan sonra,
 
"Tabii, buyur söyle" dedi.
 
"Ben bir çocuk dünyaya getireceğim, bunu bilmeni istedim."
 
Bu mutluluğu ona bir haber metninden, herhangi bir satırı okur gi­bi iletmiştim. Oysa içimde benimle birlikte atan bu minik kalbi öğrendi­ğimden bu yana nasıl da heyecanlıydım. O, öylesine çok istenmiş bir be­bekti ki, eşim Ricardo'yla tam beş yıl beklemiştik onu. Doktorumuz mi­nik kalbin atışını müjdelediği gün, bu mucizeyi ebedileştirmek için Roma'nın daracık sokaklarından yürüyüp, "Aşk Çeşmesi'ne" geldik. Bebeği­mize "Dünyaya sağlıklı, hoş gel" diyebileceğimiz en anlamlı mekândı bizim için. Çünkü o, aşkımızın tanığı olacaktı.
 
Ben ise, babamın gözlerinde başka bir şeye tanık oluyordum. On­lar anne olacağımı söylediğimden beri, derin bir anlam kazanmıştı. Filmlerde izlediğim, duygusal içerikli baba-kız konuşmalarından çok etkilen­diğim için, böyle bir bakışı ben mi yakıştırıyorum acaba? Ama aksi gibi böyle bakmayı sürdürüyordu. Ve bu bakışın üstüne:
 
"Çok sevindim" dedi.
 
"Sevindin demek?"
 
"Tabii ki sevindim, keşke annen de görebilseydi torununu..."
 
Annemin ölümünden bu yana onu özlediğine ya da yaşadığı acıya dair tek bir şey söylememiş olan babam, annemin de torununu görmesi­ni istiyordu.
 
"Evet, annem de görebilseydi keşke." diyebildim sadece. Onun bu yakınlaşmasıyla, yıllar önce atılmış o sıkı düğüm çözülmeye başlıyor muydu yoksa?
 
Şaşkınlığımı kelimelere dökemediğim o an bir kurtarıcı gibi cep te­lefonum çaldı. Arayan Ricardo'ydu. Zor anlarımda yanımda olduğunu hissettiğim eşim, işte yine yanımdaydı.
 
"Ricardo," dedim.
 
"Merhaba hayatım, seni özledim." dedi.
 
Telefonla aradığında ne kadar uzaklıkta olduğumuz hiç önemli de­ğil, hep böyle başlardı konuşmaya. Seni seviyorum demenin bir yoluydu özlediğini söylemek. Biz özlemi büyütürken içimizde sevgimizi de bü­yütmüştük.
 
"Çok yakınımdasın Ricardo" dedim, "Mesafeler hiç önemli değil." "Ben de seni özlüyorum."
 
Yıllar önce, sevildiğimi fark edebilmek için doğduğum evden çok uzaklara gitmeyi göze almıştım. Sonra, Ricardo çıktı karşıma. Anladım ki sevgi çok yakınımızda, bir kalp atımı mesafedeymiş.
 
Turizm Yüksek Okulunu bitirmek üzereydim onu tanıdığımda. Son sene, okulun bir fuar organizasyonunda görevliydim. O tur operatörü olarak Roma'dan okulumuza gelmişti. Roma'da bir turizm şirketi vardı, İtal­yanca bildiğim için İtalyan konukla ilgilenmek benim görevimdi. Ben ona Antalya'yı tanıtırken, o da bana mesleki tecrübelerini anlatıyordu. Mesleğe atılacak olmanın heyecanıyla ona o kadar çok şey soruyordum ki.
 
"Turist kendini müşteri gibi hissetmemeli, ona ülkende misafir ol­duğunu hissettirmelisin; tıpkı şimdi senin yaptığın gibi" derdi.
 
Bazen dilim yetmezdi söylemek istediklerime "Dilinin anlatamadığı­nı kalbin anlatır, kelimelerden önce de kalp vardı" der, beni yine şaşırtırdı.
 
Dönmeden önce son gece, Yat Limanı'ndan denizi seyrediyorduk birlikte. Denize vuran yakamoz, gökyüzündeki yıldız kümeleri bizim ye­rimize konuşuyordu sanki.
 
"Çok sessizsin bu gece" dedi.
 
"Gece konuşuyor, baksana yıldızlara" dedim.
Birdenbire "Dilini bilmediğim kıza âşık oldum" dedi,
"Sana söyle­miştim, kelimelerden önce de kalp vardı."
 
Kalbimin böyle delice atışı aşkı kanıtlamaya yetebilir miydi?
 
Ricardo döndü ülkesine ama benim kalbime yerleşmişti bir kere. Sık sık telefonlaşıyorduk. Bütün telefon konuşmaları "Seni özledim" diye başlı­yordu. Bir telefon konuşmamızda "Benimle evlen, artık birbirimizi yan ya­na özleyelim" dedi. işte biz, o zaman özlemi dindirmemeye söz verdik.
 
"Evet" dedim ona, çok da fazla düşünmeden. Bu seferki kararım sadece kendim içindi. Sadece kalbimin sesini dinleyerek verdiğim bu ka­rar, beni hiç bilmediğim diyarlara götürecekti. Kısa bir zaman sonra an­neme ve babama açıkladım bu kararımı. Daha da uzaklaşacak olmam an­nemi çok üzdü ama bu sefer teselli ediyordu kendisini; sevmiştim çünkü. Babama göreyse her zamanki gibi kendi karanmdı.
 
Ricardo, tüm yolların çıktığı kente, Roma'ya beni götürmek için, Ankara'ya geldi. Ailemle tanışmaya can atıyordu; babam her zaman ki mesafeli duruşuyla "Hoş geldiniz" dedi. O, bilmediği bir dilde konuşamasa da, "Beden diliyle" kendisine ne kadar yaklaşılabileceğini anlatabili­yordu. Annemle anlaşmak ise her zamanki gibi kolaydı. Bu ilişki biçim­leri tam beklediğim gibi, beni hiç şaşırtmıyordu. Ricardo, annemin yaptı­ğı nefis yemeklere içten bir gülümsemeyle "Ellerine sağlık" demeyi ihmal etmiyordu. Biz Türk kadınlarının hassas noktalarını anlatmıştım ona. Adetlerimizi kendine yakın buluyor, içinde sevgi olan her şeyi çabucak kavrıyordu. Bir akşam, yemekten sonra çay içiyorduk.
 
"Envai çeşit İtalyan kahvesi olduğunu biliyor musun?" diye sordu. "Evet biliyorum; ama sen de kahvenin hatırının bizde olduğunu biliyor musun?"
 
Çok şaşırdı; kırk yıldır içtiği kahvenin hatırının, buralarda saklı ol­duğunu nereden bilebilirdi.
 
Bir hikâyenin başlangıcı doğduğumuz evde gizlidir belki de. Doğduğum evden yola çıkarken, bu kadar uzaklaşacağımı ben de hesaplamamıştım.
 
Ayrılık günü geldi çattı. Ayrılık seremonilerinden oldum olası hoş­lanmamış ben, ilk kez, ülkemden ayrılırken anladım; "Gideni uğurla­mak tez gitsin diye arkadan su dökebilmek, bir gün döneceğini bilerek yolcu etmek" ne kadar önemliymiş.
 
Son kez arkama baktım, annem ağlıyor, babam dudaklarını ısırıyordu. Ben ise babama söylemek istediğim kelimeleri yine içimde bıra­kıp, sadece "Sizi özleyeceğim" diyebilmiştim.
 
Ona şöyle söylemek isterdim: "Belki de sevgileri bırakacak yarın kalmadı, ihtiyacım olan sadece şefkatindi".
 
Sevdiğim adamın elini tuttum yeni bir hayata başlamak için. Nasıl bir hayattı benimki, sevildiğimi hissetmek istediğimde özletmeye, sevdi­ğimi anladığımda özlemeye ayarlanmıştım.
 
Özlemek benim seçimim olmuştu artık. Roma'daki ilk günlerim sandığımdan da zordu. "Gurbeti yaşamayan bilemez" diyenlerdendim ar­tık. Gündüzleri Ricardo'nun yanında turizm şirketinin Türkiye masasında çalışıyordum. Türkiye'ye gitmek isteyen yabancılara, hasretini çektiğim ülkemi öyle bir coşku ile anlatıyordum ki, benimle konuşanlar birden Türkiye'ye gitmeye karar veriyordu. Karşıma müşteri olarak oturanlar, özlemimi paylaştığım bir dosta dönüşüyordu sanki.
 
Akşamları ince belli bardaktaki demli çayımı elime aldığımda gü­nün yorgunluğu ayaklarımın ucundan akıp gidiyordu. Ama gönlümün yorgunluğu; Ricardo "Sana sevdireceğim buraları" dese de, alışmak kolay olmuyordu. Bir bayram günü kimsenin gelmeyeceğini bilsem de bayram tatlısı yapmak istiyordum. Çünkü yapmadığımda da mutsuz oluyordum. Refleks tepkileri bir anda koparıp atmak kolay olmuyordu. Bir nihavent şarkının beni ağlatabildiğini de ilk kez yurtdışında anladım.
 
 
Anlayamadığım şeyler de vardı tabii ki. Babamın ailesine bu kadar uzak olmasının bir sebebi olmalıydı. Babamı anlayabilmiş o asker arka­daşının yerinde olmayı ne çok isterdim. Hani çocukken izleyip hiç bir şey anlayamadığınız bir filmi, yıllar sonra izlediğinizde, her şeyi anlayabildi­ğinizi fark edersiniz. Artık başka türlü bakabildiğiniz için, o film de başkalaşır sizin gözünüzde.
 
Babam, ilk kez Ricardo'nun telefonundan hemen önce, "Keşke an­nen de görebilseydi torununu" derken, bildiğim babamdan nasıl da fark­lı görünüyordu. Babam ilk kez duygularını ifade edebilmişti. Gerisi ge­lebilecek miydi, koca bir geçmişe inat.
 
Telefonu kapatıp, tekrar babamın yanına geldim. "Ne kadar mutlu olduğunu görüyorum" dedi. "Evet, mutluyum" diyebildim. Devam etti konuşmaya, "Ne çok sustum değil mi? Hayatıma sahip çıkmayı göze alamadığım için susmayı tercih ettim. Belki de seçim hakkımı bu şekilde kullandım."
 
Hiçbir şey anlayamıyordum dediklerinden,
 
"Ailemi kendi ellerimle inşa etmeyi öyle çok isterdim ki, her şey o zaman farklı olurdu."
 
"Ama biz senin ailendik" dedim sadece.
 
"Geçen yılları geri alamayız ama her hikâyenin bir başlangıcı var" dedi ve anlatmaya başladı.
 
"Ben gencecik bir delikanlıyken, yıldız bir futbolcu olmak hayatımın en büyük amacıydı. 1950'lerde,
Ankaragücü genç takımında oynuyordum. Hocam, gelecek vaat ettiğimi, çalışmaya devam edersem büyük takımlar­dan birine transfer olabileceğimi söylüyordu. Ama evdeki hava bundan çok farklıydı. Babam futbol hayatımın geçici bir heves olarak kalmasından yanaydı. O zamanlar kimse futboldan gelecek beklemiyordu. Top peşin­de koşmak haylazlıktı. Bense futbol oynarken kendimi öyle güçlü hissedi­yordum ki, bana o an yetiyordu. Bir gün antrenmana gittiğimde, hocam an­laşmayı feshettiğini söyledi. Şaşkındım, "Nasıl yani?" diyebildim. Babamın gelip kendisi ile konuştuğunu, henüz on sekiz yaşını doldurmadığım için, onun bu kararına uymak zorunda olduğunu bildirdi."
 
Babamın yıllar önceki şaşkınlığını, şimdi ben yaşıyordum, içinde kalan bambaşka bir hayatı benimle paylaşıyordu. Rochefault'nun "İnsan birden fazla hayat yaşadığı için acı çeker" sözünü şimdi daha iyi anlıyo­rum. Babam sahaların yıldız futbolcusu olmayı umarken, bir köşecikte tüketmişti ömrünü.
Babam çözülmeye devam ediyordu:
 
"Futboldan kopartıldıktan sonra, yaşayan bir ölüydüm adeta. Haya­tıma, nasıl sahip çıkacağımı bilemiyordum. Liseyi zar zor bitirip, askerliğimi yaptım. Askerlik dönüşü, yine babamın isteğiyle, devlet kapısında memur odum. Artık eli iş tutan her delikanlı gibi, helal süt emmiş bir kız bulup, havırlı bir evlilik yapma zamanı gelmişti. Mahalleden, annemin görüp be­ğendiği bir kızı Allah'ın emri ile istedik, işte kızım, biz annenle böyle ev­lendik. Hayatıma ait hiçbir kararda, hele böylesine önemli bir kararda bile söz sahibi olamadım. Hal böyle olunca, babama inat yaşadım ömrümü. Madem ben kurmadım bu hayatı, içinde de olmama gerek yoktu. Aslında annen çok iyi bir kadındı. Ama babama öyle kızgındım ki, ona olan kızgın­lığım yüzünden sizin hayatınızdan da çaldım." dedi.... Ve sustu babam.
 
Bunca yıllık irini akıtmıştı, artık babama kızamıyordum. Bir anlık sessizlikten sonra, boğazıma kocaman bir yumru takılmış gibi yutkundum;
 
"Sadece bizden mi baba, kendi hayatından da çaldın."
 
"Ama benim pişmanlığım; bir inat uğruna size yaşatamadıklarımda..."
 
"Evet, o bayram sabahı aldığım kolonyayla mutlu olabilmeni çok isterdim... Ama bir şişe limon kolonyası, elinden alınmış bir hayatı tesel­li edemezmiş."
"Teselli etmeliydi kızım. Senden özür diliyorum."
 
Artık babamın şefkate ihtiyacı vardı. Sessizce başımı omzuna koydum, "İlk defa gerçekten babam olduğunu hissediyorum" dedim. Bir süre hiç konuşmadan öylece kaldık. Ama bu sessizlikte huzur vardı. Hiç geçmesin dediğim o kısacık ama sıcacık an, tüm geçmişimizi ya­lanlıyordu.
 
Ahh anneciğim, yan yanayken göremediğin bu sevgiyi, bir yerler­den görüyorsun değil mi?
 
"Hadi baba, eminim annemin daha fazla huzura ihtiyaca var."
 
Balkondaki çiçekleri babamla birlikte suladık. Annemin çiçekleri bu sefer yalnızlığı unutmak için değil, sevgiyi büyütmek için sulanıyordu. Babama döndüm;
 
"Çiçekler sevgiyle büyürmüş" dedim.
 
"Evet" dedi.
 
Hayata merhaba dediğimiz bu anı kutsadık her bir çiçeği sularken. Birden bire Behçet Necatigil'in kalbime mühürlediğim dizeleri dökülüverdi dudaklarımdan.
 
"Gizli bahçenizde açan çiçekler vardı.
Gecelerde ve yalnız.
Vermeye az buldunuz yahut vakit olmadı."
 
Artık sevgimizi vermeye az bulmuyoruz. Ama kaybettiğimiz zaman bizleri affedebilecek mi?
Zaman, yalvarırım sana biraz daha izin ver!.. Zaman, ne olur biraz daha!..
Artık, "Bu senin kararın" derken takındığı o kayıtsız halini de anlı­yordum üstelik. Kendi hayatına ait hiçbir kararda söz sahibi olamamış ba­bam, beni alabildiğine özgür bırakmıştı. Bir tutsak özgür olmanın haya­li ile yaşar ya babam da bana verdiği özgürlükle kendi hayatını olmasa da kızının hayatını kurtarıyordu.
 
Başımı omuzundan kaldırdığımda, ilk kez böyle gülümsediğini gördüm.
 
"Artık sevgiyi sulama zamanı" dedi.
 
"Anlayamadım" dedim.
 
"Annen, hasta yatağında, benden sonra çiçeklerimi sulamayı sakın unutma demişti. Yerinde huzurlu olması için, 'her akşam çiçeklerini sula­rım' diye ona söz verdim. Bu son isteğinde bile aslında beni düşünmüş. Bana yaşamak için bir amaç bırakmış."







TRT TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON KURUMU
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu,
EVİNDE YABANCI, TRT Yayını, 2007
1.basım, 2007
1000 adet basılmıştır.
Yapım: TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu
Yayına Hazırlayan: Pınar Şenel
Sayfa Düzeni: Gülümser Yalçınkaya
Kapak Tasarımı: Ayhan Bilasa
Baskı:
TRT Genel Sekreterlik
Basım ve Yayın Müdürlüğü
Ofset Tesisleri'nde basılmıştır. Ankara, 2008
ISBN: 978-975-7655-77-0
 
TRT Dış Yayınlar Dairesi Başkanlığı Türkiye'nin Sesi Radyosu
06109 Or-An Ankara/Türkiye
Tel: (+90.312) 4909820-4909806-4909808    Faks: (+90.312) 490 98 45
http://www.trt.net.tr   http://tsroyku.blogspot.com
e-posta: tsr.oyku@trt.net.tr •  tsr.turkce@trt.net.tr


       
                                                     

  
 Buket Düzgen
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar