Hoyratça yere atılan alyans, parkenin üzerinde döne döne kendine bir yer
buluyor. Işığını yitirmiş… Vedalaşıp ayrılacakken yeniden birleşiyoruz. Birkaç
saat önce coşkuyla girdiğim evim ötelerce uzağımda şimdi. Bu evde benim gibi
ilk gecesini geçirmekte olan terliklerim de bir köşeye sinmiş. Terkedilmişliği,
coşkunun acıya dönüşümünü yaşıyoruz birlikte. Tırnaklarımın kırmızı boyasını
dişimle kazıyarak çıkarmışım. Hangi ara yaptığımı anımsamıyorum. Duvarlar
etrafımda dönüp birbirine çarparken olmalı… Duvar rengini seçerken nasıl da
titiz davranmıştım. İlle de leylak beyazı olacak… Aydınlık, ferah… Çok mu koyu
olmuş ne?
Yatağın ucunda düştü düşecek gibi oturuyorum. İğreti, her an kalkıp gitmeye
hazır… Varış yeri olmayan kurak bir yol uzanıyor önümde. Başımdaki ağrı daha da
şiddetleniyor. Bir ölünün kafatasının içini kemiren yüzlerce böcek beni de
kemiriyor sanki.
Uzun koridorun sonundaki odanın kapısı açılıyor. Yaklaşan ayak sesiyle
kıpırdanıyorum. Odaya düşen gölgesi yakınımda. Kendisi uzağıma düşmüş… Öylece
durup bakıyor bir süre. Gözlerinin ardında fıldır fıldır dönen nefreti görse
kendinden ürkebilir. Yuvarlak pürüzsüz yüzü küllü… Alt dudağının kenarında
pıhtılaşmış kanı seçebiliyorum. Dudağını dişlemiş olacak. İkimiz de bitiğiz…
— Sizinkileri arayacağım. Altından kalkamıyorum tek başıma.
— Sakın… Lütfen oturup konuşalım. Anlatacaktım sana. Çok denedim fırsat
kolladım ama bir türlü beceremedim. İnan bir günahım yok.
“İnan
bir günahım yok…” Son cümleme tosluyorum.
“Günah!” Üniversitedeydim. Çok
aşıktım… Onunla olsun istemem günah mı?
— Sana inanamam güvenemem bundan sonra. Başka ne yalanlar çıkacak senden
bilmiyorum. Daha ne sırlar…
Gururum inciniyor aşağılanıyorum ama hâlâ buradayım. Çıkıp gitmeliyim hemen
şimdi. Ayağa kalkacak derman yok dizlerimde. Kalkarsam yığılacağımı sanıyorum.
Bir umut mu var içimde? Düzelir mi? Düzelse bile bu geceyi yok sayabilir miyim?
Telefonu alıp numaraları çevirmeye hazırlanıyor.
— Lütfen arama gece yarısını çok geçti. Oturup konuşabiliriz. İkimiz de
eğitimli insanlarız. Bu durumu içimizde çözebiliriz. Sonra istersen ayrılırız.
İstersen… Demek hâla istemiyorum gitmeyi. Bunun faydasızlığını, ona ulaşmanın
güçlüğünü görmüyor gibiyim. Kapıya yaslanıyor.
— Seni ben taçlandırmak isterdim…
Acı
gülüşü yüzünde mask gibi. Yaşam tüm
çıplaklığı, ikiyüzlülüğüyle maskın
ardına gizlenmiş. Taçlandırılmak… Gülmek geliyor
içimden. Gülersem
ayıplayabilir beni…
Telefonu yerine bırakıyor.
— Peki. Ama yarın bitecek bu iş. Bununla başa çıkamam…
Bana dokunmamaya çalışarak başını hiç koymadığı yastığını alıp gidiyor. Sağdaki
yastığı seçişinden anlıyorum yatağın sağını kendine ayırdığını. Kapı yine
şiddetle çarpılıyor. Bu gece yüzüme çarpılan beşinci kapı…
Yaz gecesi esintisinin yürütmeye çalıştığı perdeye takılıyor gözüm. Esintinin
ardına takılıp gitmek için nasıl da can atıyor. Kanatlanıp uçmak için
sabırsızca titriyor yüreği. Esinti bir çağırıp bir bırakıyor… Onunsa tek
beklediği asi rüzgar. Uzaktan güvercin gurultusu duyuyorum. “Gurk, gurk, gurk”
Daha da yakınlaşıyor ses.
Güvercinlerimizi anımsıyorum…
Evimizin çatısında abimle birlikte beslerdik güvercinleri. Beyaz, gri, kiremit
rengi… Sadece kırmızı yoktu içlerinde. Kırmızı bir güvercin…
— Neden kırmızı değiller abi?
— Deli misin sen, kırmızı güvercin olur mu?
— Olmaz mı? Sen bilmiyorsun anneme soracağım bir de.
— İnanmazsan inanma kızım.
— Peki biz boyasak kırmızıya. Ben kırmızıyı çok severim.
Her bahar yollarını gözlerdim güvercinlerin. Bir gün kırmızı olanı çıkıp
gelecekti emindim… Gelip de çatıda yuva kurmaya başladıklarında izlerdim
onları. Gerdan kırarak yürüyüşlerini, gözkapaklarını edayla açıp kapatışlarını,
ahenkli kanat çırpışlarını… Annem istemezdi gelmelerini. “Evde kuş beslemek
uğursuzluk getirir. Kazayla bile olsa yuvaları bir bozulursa yuvamız dağılır”
derdi. Onlar her bahar annemle inatlaşırcasına çatıda yuva kurarlardı etraftan
topladıkları çalılarla. Biz abimle onları kolladıkça annem bağırırdı “Sakın ha
yuvalarını bozmayasınız…”
Kaskatı bedenimi yatağa bırakıyorum. Açık kalan ışık gözlerimin içini yakıyor.
Avizelerdeki tüm ampul yuvalarını doldurmuşum. Çocukken avizelerinden ışıklar
dökülen evlerin mutlu yuvalar olduğunu düşünürdüm. Uzun kış gecelerinde ışıklı
avizelerin altında bir köşede sultanlar gibi ağırlanan sobanın çıtırtıları,
közlenen patates ve tombalaydı mutlu yuva benim için. Her şeyin yerli yerinde
olduğu bir yuva… Yuva! Şimdi yuva olacağı umuduyla coşkulu geldiğim bu evde en
zehirli otlardan daha çok yakıyor sevdiğim adamın sözleri…
Yerde duran alyansa bakıyorum. Sırtı dönük bana. Yoksa bana mı öyle geliyor?
Öfkesini, nefretini alyansına emanet etmiş yanımdan ayrılırken. Alyansa
baktıkça yaşadıklarımı unutmaya hazırlanıyorum. Sabah erkenden kalkıp kahvaltı
hazırlamayı ardından sevgimle onu uyandırmayı bile geçiriyorum aklımdan. Sabah
olunca yapabilir miyim? Saçını okşamak, sarılmak, bu geceden sonra ona kendimi
kabul ettirmeye çabalamak önemli mi artık? Boyun eğişimin yanına bir de
yaltaklanmayı koyup üzerine sevgimi ekleyebilir miyim? Yaşamımın kırılma
noktası olacak bu gece biliyorum…
Odanın kapısı yeniden açılıyor. Kapı gıcırtısını duyuyorum. Yağlamayı
unutmuşum. Oysa aklımdaydı. Daha yaşamaya başlamadan bu evi sahiplenmişim
meğer. Hâlâ da sahibim… Hiç gitmeyecekmiş gibi… Ayak sesleri bana doğru
geliyor. Tekrar kapının önünde durup yaslanıyor. Sakinleşmiş. Af dileyecek
besbelli…
— Uyuyamıyorum bir türlü. Sen… Kim bilir başka kimlerle…
Oldu mu sahi başkaları? Olmadı hayır. Aklım benimle oyun oynuyor. Hiçbir şeyi
anımsamak istemiyorum. Benliğim paramparça… Yaşadığım her ana yabancıyım şimdi…
İnip kalkan göğsünün hırıltısını duyabiliyorum. “Babamın da göğsü hırlardı
öfkelendiğinde. Ben de ona benzemişim” dediğini anımsıyorum.
— Söyledim, anlattım her şeyi…
Sesim yitip gitmiş… Konuşmak istemiyorum artık. Dudaklarım susmamı emrediyor.
Dilim içime doğru çekilip derinlerde kayboluyor. Sabah yapmayı düşündüklerim
için kendimden af diliyorum. Uzun koridorda kapının hızla çarpılışı
yankılanıyor son kez…
Işığı söndürüp yatakta kendime sokuluyorum. Gözlerim ağır ağır kapanıyor.
Güvercinlerin gözkapaklarının kapanışını düşünüyorum. Bir de yorgun gözlerimi…
Odanın içinde güvercin gurultusu. “Gurk, gurk, gurk” Beyaz bir güvercin
yatağıma tırmanıp yaklaşmaya çabalıyor. Badi badi yürüyüşü dişilere has…
Ayaklarında getirdiği çalıları yatağın ucuna bırakıyor. Yuva kurmaya
hazırlanmış o da. Annem derinden sesleniyor “Uğursuzdur evde kuş beslemek”
Beyaz güvercin şimdi ellerimin arasında. Hüzünlü gözlerini hiç kırpmadan bana
bakıyor. Gece karanlığında yıldız yıldız kadife tüylerini okşuyorum. Yumuşacık…
Ellerim üzerinde kayıyor. Avuçlarımdan sıyrılıp yanıma oturuyor. Annem
bağırıyor “Yuvalarını bozmayasın sakın” Anne sus!.. Ben hiç yuva bozmadım ki…
Beyaz güvercin ellerime sarılıyor. Avuçlarımın sıcağıyla kendinden geçiyor. Onu
sahiplenmem için yalvaran bakışları canımı sıkıyor. Başucumda duran bıçağın
şimdi farkına varıyorum. Bir bıçak… Ucu parıldıyor… Sapı sıcacık. Benden önce
birileri kullanmış sanki… Bıçağı boynuna uzatıp çekiyorum. Öylece bakıyor
yüzüme. Kaçıp kurtul ellerimden n’ olur… Bir daha uzatıp boynuna dayıyorum.
Bıçağın soğuğundan irkilmiyor. Hep boynuna dayatılmış gibi alışık. Kıpırtısız
teslim oluyor… Bir anda her yer kırmızı. Güvercinim de. Kan, kıpkırmızı bir
nehir gibi kıvrılarak iniyor bacaklarımın arasından. Yukarı çekilip içime
giriyor. İçim kanıyor kanıyor…