F E L S E F E, K Ü L T Ü R V E
S A N A T
A Ç I S I N D A N
Y A B A N C
I D Ü Ş M A N L I Ğ I
1993 - P A N E L L E R D I Z I S I : 2
Hazırlayan : H a l i l
G Ü L E L
Panel tarihi : 24.04.1993
Saat : 16.00
Yer : Lessing-Gymnasium
U. Lessing-Kollegschule
Ellerstr. 84 4000 Düsseldorf 1
D o ğ u - B a
t ı A r a ş t ı r m a l a r ı M e r k e z i
Z e n t r u
m f ü r
O r i e n t - O k z i d e n t S t
u d i e n e.V.
İ ç i n d e k i l e r
1. Giriş
2. Irk ve Irkçılığın
Tanımı
3. Tarihte Irkçılık
4. Kültür ve Medeniyet
Üzerine
5. Avrupa Medeniyeti ve
Kültürü
6. Avrupa Kültürüne
Etki Eden Kalıplaşmış Kaynaklar
7. Modern Avrupa
Medeniyetinin Görünüşü
8. Türk - Avrupa
Ilişkileri
9. Avrupalıların
Türklere Bakışları
10. Avrupalıların Kültür
Eserlerinin Yorumlanması
11. Yabancı Düşmanlığı
12. Bibliyoğrafya
1. GİRİŞ
Tarih boyunca insanların birbirine düşmanca bakıp, kendilerini devamlı
başkalarından farklı görmeye çalıştıkları ve bu yüzden toplumlarda üzücü
olayların meydana geldiği noktalardan birisi ırkçılıktır. Irk gerçeği dünyanın
her yerinde vardır. Bu şu anlama da gelebilir; dünyanın çeşitli bölgelerinde
toplanan insanlar renk ve bazı şekiller yönünden çeşitlilik göstermişlerdir. Bu
farklılığı da bazıları kendilerinin bulunduğu yer açısından, üstünlük ve
ayrıcalık olarak nitelendirip, ellerinde tutmuş oldukları mevkilerini
korumuşlardır. Bu tip insanlar, kendilerini destekleyecek neviden insanları da
bulmuşlar.
Bir düşünelim: Acaba firavun ile onun emri altında çalışan Nil vadisindeki
bir köylü ile ne farkı vardır? Ikisi de belli bir sürede ve bir kadından
doğarak dünyaya gelmekte, yaşarkende aynı şekilde yeyip, içmekteler,
öldüklerinde ise yanlarında hiçbir şey götürememekteler. Fakat, ellerinde
tuttukları mevkinin çeşitliliği yüzünden; firavuna, bir anıtmezar (piramit)
yapılırken, çiftçinin ise yeri yurdu belki belli bile olmamaktadır. Pekii, bu
ayrımcılık niye? dediğimizde; bunun altında yatan gerçeğin, insanların ve
toplumların bencilliğinden kaynaklandığıdır.
Nereye gidersek gidelim, ırkçılığın ve insanlık düşmanlığının temelinde; bu
egoisma (bencillik ve kibir) yatmaktadır. Bu duygunun yaygınlaştırılması için,
insanlar tarih boyunca sanat ve edebiyatı bir vasıta olarak kullanmışlardır.
Kendilerini başka topluluklardan ayıran özellikleri yüceltip, bunları adeta
kutsallaştırıp, bu durumlarını öne çıkarmışlardır. Üstün gördükleri özellikleri
bulunmayan toplulukları ise, her türlü sanat kollarını kullanarak
horlamışlardır. Böylesi durumları desteklemek için hatta dinleri de kullanmışladır.
Semavi dinler, böyle bir ayrımcılığa kesinlikle karşı çıkmıştır. Fakat,
insanlar Musevilik ve Hıristiyanlığı dahi kendi emelleri için kullanmışlar ve
ortaya çok ağır şekilde faturası ödenen savaşlar çıkmıştır.
Bugün dahi, hele sözüm ona „Altın Batı“ dedikleri Avrupa'nın edebiyatı,
sanatı, ders kitapları incelendiği zaman, ortaya öyle eserler gelmekte ve
bunlardan dolayı milyonlarca insan üzülmektedir. Kendi inancının, hayat
tarzının, kültürünün, sanatının, medeniyetinin üstün olduğunu söylemek için
mutlaka başkalarını kötülemek gerekmez. Fakat, Avrupa'daki ders kitapları
incelendiği zaman, dinimiz ve bizler hakkındaki çarpık ve önyargılı konulara
rastlayınca çok üzülmekteyiz. Bunu yapanlar, bizdeki en küçük çarpıklığı tenkit
etmekten de geri kalmamaktalar. Bu çifte standart ise ayrı bir üzüntü kaynağı
olmaktadır. Bence; „Hak güçlünün değil, eğer hak haklının olursa ve böyle bir
nizamı dünyada kurabilirsek; ne Bosna olayı, ne de Körfez olayının çarpıklığı
kalır.
Kültür ve Sanatta Irk ve Irkçılık adını verdiğimiz bu araştırma ve yorum
çalışmamızın hazırlanmasından dolayı Doğu-Batı Araştırmaları Merkezine,
yöneticilerine, mesayi arkadaşlarıma ve bana her türlü yardımda bulunan
dostlarıma teşekkürü bir borç bilirim. Bu mevzunun anlaşılabilmesi için
gelecekte daha büyük eserlere vasıta olacak bu çalışmanın elbette eksikliği ve
kusurları mevcuttur. Alakalananların ve okuyucuların hoşgörüsüne sığınarak,
saygılarımla.
Ressam
Halil G Ü L E L
Düsseldorf
/ 18.04.1993
2. IRK VE IRKÇILIĞIN TANIMI
Biz, bu meselenin daha ziyade fiziki, biyolojik ve antropolojik yönüyle
değil, özellikle de kültürel ve felsefi sahası üzerinde fikirlerimizi ve
yorumlarımızı belirteceğiz. Tabii ki bunu böyle demekle; bu mevzunun diğer
noktalarından da hiç bahsetmeyeceğimiz anlamına gelmez. Elbette, kültürel ve
felsefi sahada bir ırkçılık ve yabancı düşmanlığı mevcutsa; bunun fiziki,
biyolojik ve diğer açılardan meydana gelen farklılıkların tesiriyle başkalarını
ya „düşük“ veyahutta „üstün“ görmelerine sebep olmaktadır.
İnsanların başlangıçtan beri içice olarak yaşadıkları bazı gerçekler
vardır. Bunların başında hayal ile gerçeğin ayrılabilmesi gelmektedir. İlk
insanlar yüz yıllar boyunca hayal ile gerçeği ayıramamışlar ve bunun
neticesinde de sözlü kültür ürünlerini, kalıtsal kültür eserleri takip
etmiştir. İlk insanların sözlü kültür ürünleri yazının bulunmasıyla kalıtsal
duruma geçebilmiştir. İşte, işbu noktaya gelinceye kadar sanat ürünleri, zanaat
ürünleriyle karışmış. Karışan içice geçen sadece sanat ve zanaat ürünleri
değildir. Günlük hayatın cereyan ediş şekilleri ve o günün insanını etkileyen
tabiat olayları, sanat eserlerini etkilediği gibi dini inanışları da etkisi
alanına çekmiştir. Böylece günlük hayat, naturalist ve putperest dinlerde
sanatı da etkilemiş ve kendi açısından da yönlendirmiştir.
İşin burasında; insanlığın yaratılışı ve bu yaratılışın bugünkü hale ne
şekilde geldiğidir. Bu görüşleri sıralarken kendi inançlarımıza uzak olanlarını
sıralayarak başlayalım: Bunlardan ilki Darğın'in ileri sürdüğü „evrim“
teorisidir. Bu görüşün temeli „hayatın nerede, nasıl ve ne şekilde“
başladığıdır. Insanların atası olarak ileri sürülen maymunlarla benzerlikler,
bir çok ilim adamının dikkatini çekmiş ve bu görüşe taraf olan, olmayan bir çok
bulgular ileriye sürülmüştür. Bulunan kafatasları, ilmin ilerlemesiyle başka
yorumlara müsait olunca Darğın'in görüşü eskisi kadar benimsenmemiştir. İlmi
gelişmeleri çok geriden ve ikinci, üçüncü ellerden alan toplumlarda bu mevzu,
güncelliğini korumaktadır.
Komünistler ve metaryalistler ilmi, başlangıçta var kabul edip, ayrıca
insanın var oluşu konusunda Darğın tarafından ileri sürülen tezleri
benimsemişlerdir. Hem ilmi enerji de var diyorlar, hem de evrimi kabul
ediyorlar. Arada bulunan milyonlarca yıl içinde fantazilerini kullanarak tez
ileri sürüyorlar. Bir de bunun yanında ilmi ve belgeli konuştuklarını ima
etmekten geri kalmıyorlar.
„Atalarımız, binlerce yıllık
sürede, maymundan insana geçiş döneminde, ellerini yavaş yavaş uyarlamayı
öğrendikleri ilk hareketler, ancak en basit işlemler olabilirdi.“ (1)
„Kemiklerin ve kasların
sayısı ve genel yapısı, ikisinde de aynıdır; ama en ilkel vahşinin eli, hiç bir
maymunun elinin taklit edemiyeceği yüzlerce iş yapar. Hiç bir maymunun eli, taş
bıçağın en kabasını bile imal edememiştir.“(2)
„Kutsal Kitap'taki bir
mitostan geliyordu bu yanılgı: Ona göre, insanı Tanrı, „kendi suretinde“
yaratmıştı. III. yüzyılda, Darğın, bu kurama karşı, insanın çok gelişmiş „insan
benzeri“ bir maymun türünden geldiğini ileri sürdü.“(3)
(1) Friedrich Engels, Doğanın
Diyalektiği, 1977, sayfa 218
(2) A.g.e. sayfa 218
(3) Server Tanilli, Yüzyıllar
Gerçeği ve Mirası, 1984, sayfa 1,
Buraya almış olduğumuz ve Marksistlerin görüşlerini belirten bu alıntılar,
kendi aralarında dahi bir birlik teşkil edememiştir. Ne yazık ki Friedrich
Engels, birinci alıntıda insanın maymundan geldiğini iddia ederken, ikinci
alıntıda bu işin güçlülüğünü ve imkânsızlığını da belirtiyor.
İlkel dinlerde insanın yaratılışı konusunda kendilerine has mitoslardan
yararlanarak, çeşitli „yaratılış veya doğuş“ efsaneleri uydurmuşlardır. Bu
görüşlerin ilmi yol ve yöntemler ile pek alakaları yoktur.
Bu görüşlerinden başka bir de bu mevzuya semavi dinlerin bakışları vardır.
Aslında semavi dinler birbirinin devamıdır ve bu arada Islam dini hepisini de
aynı zamanda içeren ve bütünleyip, tam manasıyla kapsayanıdır. Semavi dinler
olarak şu anda dört büyük kitabın hitap ettiği dinleri görebiliyoruz. Bu
dinlerin ortak özelliği; Allah'ın birliği, kutsal kitap, peygamberler, cennet -
cehennem, öbür dünya inancı, meleklere inanç ve günah, sevap hakkındaki
tanımların benzerliği ve aynıyetidir. Semavi dinlerde; Allah'ın „tekliği ve
birliği“ ile Allah'a „eş koşulmaması, putlara tapınılmaması, peygamberlerin
inkâr edilmeyip, kabul edilmesi, Allah'ın sevmediği, yasakladığı işlerden
sakınılması ortak bir özellik olduğunu görebiliriz. Peygamberlerin getirmiş
oldukları buyruklar semavi dinlerde aynıdır.
Semavi dinlerde ortak olan bir başka nokta da „insanın yaratılışıdır. “Bu
noktada da Yahudilik, Hıristiyanlık ve Islam, insanın „Adem oğlu“ olduğunu
kabul eder. Meteryalist ve komünistlerin ileri sürdüğü gibi ne evrim teorisini,
ne de maymundan gelmeyi kabul eder.
„Rab Yahve, yeri ve gökleri yaptığı zaman, henüz
yerde hiç bir kır fidanı yoktu ve hiç bir kır otu henüz bitmemişti; çünkü Rab
Yahve yerin üzerine yağmur yağdırmamıştı, ve toprağı işlemek için adam yoktu.
Ve yerden su kaynadı ve bütün toprağın yüzünü suladı. Ve Rab Yahve yerin çamurundan
insanı yaptı ve onun burnuna yaşam nefesini üfledi ve insan yaşayan can
oldu“(4) Tekvin,2, 4,b-7
„O, sizi çamurdan yaratıp, sonra (da hayatınıza)
bir süre koymuştur. Belli bir süre (kıyamet süresi) de kendi katında vardır.
Böyle iken siz hâlâ şüphe ediyorsunuz“(5) En'am/ 2
„Andolsun biz insanı pişmemiş çamurdan, değişmiş
cıvık balçıktan yarattık.“(6) Hicr / 26
„Rabb'in meleklere demişti ki: „Ben çamurdan bir
insan yaratacağım.“ „Onu(n şeklini) düzeltip, ona ruhumdan üflediğim zaman
derhal ona secdeye kapanın!“(7) Sad / 71. 72
„Sizi bir tek candan yarattı, sonra ondan eşini
meydana getirdi ve sizin için davarlardan sekiz çift indirdi: (deve, öküz,
koyun, keçi). Sizi annelerinizin karınlarında üç karanlık içinde yaratmadan
yaratmaya: (Nufteden alakaya, alakadan et giydirilmiş kemiklere) geçirerek
yaratmaktadır. ... (8) Zümer / 6
„Biz insanı en güzel biçimde
yarattık.“(9) Tin / 4
(4) Kitabı Mukaddes, Tevrat, 1969,
Istanbul
(5) Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali,
(6) A.g.e.
(7) A.g.e.
(8) A.g.e.
Kutsal kıtabımız Kur'an-ı Kerim'de belirtilen yaratılış evrelerini verilen
ayet meallerinde görmekteyiz. Insanın ruh, nefs ve fiziki vücut olarak
yaratıldığını ve bunlarında dönemlerini verilen ayet meallerinde okumaktayız.
Kur'an-ı Ker'im'in bizi aydınlattığı tarza insanın yaratılışına inanan
bizler, konumuz olan ırkçılık ve yabancı düşmanlığının kökenleri üzerinde
duracağız. Irk nedir? diye bir soru aklımıza gelebilir. Irk, aslında ne etnik, ne de lengüistlik bir kavramdır. Irk kelimesini
tanımlayabildiğimiz tek saha ise biyolojik alandır. Biyolojik tanıma göre
ırk; belli bir bölgenin içinde yaşayan, bu yaşamış olduğu bölge içinde bir çok
irsi özellikler taşıyan, belirli bir karekter yapısı ortaya çıkaran sorumlu
genlere aşağı yukarı eşit sıklıkta sahip bulunan fertlerin oluşturduğu bir
birimdir. Belli coğrafi iklimlerde insanlar yüzyıllar boyunca kapalı bir
şekilde yaşadıkları için, onların bedenlerinde çeşitli farklılıklar meydana
gelmiştir. Buna göre ırkların oluşmasında tabiat olaylarınında büyük etkisi
olmuştur diyebiliriz. Afrika'da kızgın güneşin altında yaşayan bir zenci ile
buzlar arasına kurduğu kulübesinde yaşayan eskimoları karşılaştırdığımız da
durum anlaşılır. Iklimin vermiş olduğu zorluk ve kolaylıklardan dolayı, vücudun
gelişmesi, hareket ve yüz hatlarında belirgin özellikler ortaya çıkmıştır.
Eskimonun gözleri neredeyse bir çizgi gibidir. Bütün bunlara rağmen, yani
kafatasında, deri renginde, saçlarda, yüzde ve bedendeki bu değişiklikler,
kesinlikle temel özellik olan 23 çift kromozom sayısını ve genleri
değiştirmemiştir.
Irk kavramı üzerinde konuşulurken dikkat edilmesi gereken şu iki nokta
vardır. Birincisinde insanlar ayrı ayrı gruplara dahil ederken; onların
göstermiş oldukları bazı biyolojik çeşitliklere bağlı olarak sınıflara ayırmak
ayrı bir konudur. Ikinci nokta ise söz konusu özelliklerden dolayı, çeşitli art
düşüncelerle siyasi bir üstünlük sağlamak ayrı bir mevzudur. Biz burada daha
çok ikinci noktanın üzerinde duracağız. Biyolojik çeşitliliğe dayalı
araştırmalar insanın bütün özelliğini daha yakından tanımaya yararlı olur. En
azından hangi bölgenin insanı hangi hastalığa daha dayanıklı veya dayanıksız,
bilebiliriz. Nitekim ki Kristof Kolomp'tan sonra Amerika'ya göç eden Avrupalılar,
oraya bir takım hastalıklarıda beraberlerinde götürdüler. Bu hastalıklardan
olan çiçek hastalığına karşı, vücutlarında hiçbir direnç güçü taşımayan
Kızılderililer, eğer bu hastalığa yakalandılarsa, kurtulamamışlardır. Bu,
Kızılderililerin, yüksek yerlerde baş dönmesi gibi bir durumları olmadığını
farkeden Amerikan inşaat şirketleri, yüksek binaların damlarında onları
çalıştırmaktadırlar. Konumuzun dışında olan insanın psikolojik ve biyolojik
yapısını tanıma sahası geliştikçe; dünyamızda daha rahat yaşayıp, çeşitli
hastalıklara karşı dirençli olacağız.
Bizi asıl ilgilendiren nokta ise; derisinin, gözünün, saçının renginden,
çeşitli uzuv yapılarından ve yaşamış olduğu bölgenin şartlarından dolayı bir
ayrım güdülmesidir. Siyasi bir üstünlük sağlamak için yapılan bu çalışmalara
bazen biyolojik araştırmalar, psikolojik bulgular, sanat ve kültür ürünleri,
ilmi ve teknolojik sahada ki bilgi birikimleri bir araç olarak
kullanılmaktadır.
Elbette ki insanlar hem vücut yapısı olarak, hem de psikolojik yapı olarak
aynı fabrikanın seri imalatına benzemezler. Kendileri arasında da farklıdırlar.
(9) Kur'an-ı Kerim ve Yüce Meali
Işte, bu ayrıcalıklar bazen yöneten, yönetilen - çalıştıran, çalışan - ve
yeteneklere, vücut yapısına göre farklılıklara gidilmiştir. Insanların
gelişmesi, sadece kas ve kol gücüyle değil, anlayış ve yeteneklerindeki
gelişmelerle de olur.
Biyolojik ırk ile ırk ayrımına dayanan görüşler kesinlikle farklıdır.
Insan, ilahi manada „en güzel şekilde“ yaratılmıştır. Her türlü matematiksel
orantının ve ölçünün hakim olduğu bu kainatın ve onun içindekilerin bir tesadüf
eseri olarak meydana geldiğini söylemek, isbatı mümkün olmayan bir düşüncedir.
Mutlaka bu kainatın bir yaratıcısı vardır ve O' da Allah'tır.
3. TARİHTE
IRKÇILIK
Tarihin derinliklerine indiğimiz zaman bir çok eski medeniyet ve kültür
merkezlerinde çeşitli toplum yapısı sergilendiğini, elde edebildiğimiz
vesikalar sayesinde öğrenebiliyoruz. Eski Dünya olarak nitelendirilen Asya,
Afrika ve Avrupa kıtalarında ortaya çıkan Çin, Türk, Hint, Mezopotamya Havzası,
Mısır, Iran, Yunan, Roma, Bizans, Islam ve Avrupa medeniyetler merkezlerine göz
attığımız zaman çok değişik toplum yapıları ortaya çıkmaktadır.
Şurasını kesinlikler izah etmek gerekir ki; semavi dinlere (Musevilik,
Hıristiyanlık ve Islam) sahip olmayan topluluklarda, yani natüralist ve
putperest inanışlara sahip olan toplumlarda kölecilik, ayrımcılık dikkati
çeker. Bütün semavi dinlerin hak peygamberleri insanları, sadece Allah'a kul
olmaya, O'na inanmaya davet etmişlerdir. Bu yüce davetlerini yaparlarken, davet
ettikleri bölgede ki insanların dil ve doğuş yeri farklılıklarını hiç nazar-ı
dikkate almamışlardır. Habeşistanlı Bilal, Iranlı Selman, Mısırlı, Yemenli,
Bizanslı ... daha niceleri gelerek „Yüce Davet'e“ icabetmişlerdir. Çünkü,
semavi dinlerde tek bir Allah'a kulluk vardır ve bunun yanında bütün her şeyi
O, tek Allah'ın yarattığına inanmak gerekir. Böyle bir inanca sahip olan kimse;
„Seni, bizim Ilahımız yaratmadı, sen bizden düşüksün ve değilsin“ diye katiyen
diyemez ve dediği taktirde de Allah'a eş koşmuş olur.
Natüralist ve putperest dinlerde bulunan topluluklarda ise; herkesin hem
kendine ait, hem de oturmakta olduğu köye, kasabaya veyahutta kentine ait
putları mevcuttur. Bu putlarını diğerlerinin putlarından üstün ve güçlü görme
duygusu onlarda hakimdir. Böyle bir inançta, o toplumlarda „egoismayı“ doğurur:
Çünkü, her toplum, en güçlünün kendisine ait olduğuna inanmaktadır. Bence
ırkçılığın ilk ve esas temeli böylesi bir durumda yatmaktadır.
Bu iki inanç farklılığının temelinde yatan ve ırkçılığa, yabancı
düşmanlığına yataklık edip, onu besleyen ise; kesinlikle egoistlik duygusudur.
Bencillik duygusu; daha çok putperest inanışlara sahip olan toplumlarda ortaya çıkmıştır.
Yalnız, kendi menfaatlarını düşünen bazı açık gözler, bir yerde Brahmanları,
başka bir yerde kralları, zenginleri, güçlüleri birinci sınıf olarak görmüşler
ve ilk ırkçılığın temellerini atıp, onun çeşitli sahalarda gelişmelerini
sağlamışlardır.
Semavi dinler arasına da bu tip ırkçılık düşünceleri serpiştirilmiş. Bu
serpiştirme ise, o dinin esaslarını bozan bazıları tarafından, dinin
akideleriymiş gibi oluşturulmuş. Bunlardan en çok nasibini alan ne yazık ki,
Musevilik olmuştur. Hz. Musa (A.S)'ın getirdiği bu yüce din, şu anda sadece
Israiloğullarına mal edilmiştir. Halbuki, hepimiz Allah'ın kuluyuz ve O'nun
eseriyiz. Islamiyette ise böyle bir durum zuhur etmemiştir ve edemeyecektir de;
Çünkü, bizzat Allah, bu dini koruyacağına dair Kutsal Kitabımızda
söylemektedir.
Tarihin derinliklerine göz atarak bazı milletlerdeki efendi - köle
ilişkilerine şöyle bir göz atalım. Mısırlılardaki insanların sınıflandırmada
birinci mevkiye saray soyluları ve ruhban zümresi gelmektedir. Bunun arkasından
askeri erkan, köylüler ve köleler ile savaş esirleridir. Bu sınıflandırmada
köle alım satımı dikkati çeker. Hiç kimse saray soyluları gibi görkemli
„anıtmezarlar“ yaptıramazdı. Yine eski Mısırlılar insanları resim ve
relyöflerinde; deri rengine göre dört sınıfa ayırmışlar: Bunları şöyle
sıralayabiliriz; kırmızı renkliler Mısırlılar, Sarı renkli - gür sakallı
olanlar Asyalılar, siyah renkli - yapağı saçlı zenciler ve beyaz renkliler ise
Avrupalılardır.
„III. Sesostris (M.Ö. 1887 -
1849) tarafından Nil'in ikinci çağlayanının yukarısına dikilen taş üzerinde
„Hiçbir zenci, dikili taşla belirlenen bu sınırın ötesine ne karadan, ne de
sudan geçebilir.“(10)
Yukarıdaki sınıflandırmada dikkati çeken nokta; yapısı ve kültürel
ilişkiler yüzünden de farklılıklar ve sınıflaşmalar özellikle „deri rengi“ ile
ortaya çıkmıştır. Mısırlı ile Alman, Zenci ile Norveçlinin, Hintli ile
Kızılderilinin, Italyan ile Çinlinin bu özelliği dikkati celbeder.
Eski Çinliler de insanlar, deri rengine göre beş sınıfa ayırırlarmış. Babil
Imparatorluğunda ise M.Ö. III. bin yıllarında da kölelik niteliğini
korumaktadır. Burada „aile köleliği“ önemini sürdürmektedir. Köle, efendisinin
mutlak mülkiyetine dairdir. Efendisi, isterse onu kiraya verebilir, hediye
edebilir, ya da miras bırakabilir. Genellikle köleler savaş esirleri, ya da
satılanlardır. Satılan kimseler ise çoğunlukla mahkum olmuş kimselerdir.
Hindistan
da ise Hinduizmden gelen bir kast sistemi mevcuttur. „Kast,
„aynı
işle meşgul olan; atadan miras kalan hakları, vazifeleri ve adetleriyle
birbirine
sımsıkı bağlanan şahıslar grubu“dur. Kast seçilemez ve
ancak, onun içinde
dünyaya gelinir.(10) Bu sınıflandırma da birinci sınıfı Brahmanlar
(din
adamları, rahipler), ikincisini Kşatriya (hükümdar
sülalesi ve askerler),
üçüncüyü Vaisya (tüccar, esnaf ve
çiftçiler) dördüncüyü de Sudra
(işçiler)
meydana getirir. Her kasttın kendine has nişan, düğün
törenleri, yemek yeme
içme usulleri vardır. Bir kastta bulunan diğerinin sofrasında
yemek yiyemez.
Eski Araplarda da soy, kan bağı ile birbirine bağlandığı için cahiliye
devrinde kendini üstün görenler çoğunluktaydı. Islamiyet bunların hepsini
ortadan kaldırdı.
Eski Yunan ve Roma ırkçı görüşlerin çeşitli şekillerde hakim olduğu
noktalar mevcuttur. Yunan uygarlığının temelini oluşturan onun mitolojisi ve bu
mitolojik eserlerin dışa doğru gelişimidir. Yani, Yunan da plastik değerler
dışa doğru gelişmiştir ve eşyanın dış görüntüsüdür. Bu dış görüntü veya eşyanın
elle tutulabilir, gözle görülebilir özelliği düşüncesinden Avrupalı, bugün dahi ayrılmamıştır. Işte eski
Yunan'daki bu düşünce Hıristiyanlığı bile Avrupa'ya naklederken, onun
asliyetini değiştirmiş, putlaştırmış ve kendi inançlarından da ilaveler
yapmıştır. Eski Yunan'da ırkçılığı gayet açık olarak görebilmemiz için Ligurk
kanunlarına şöyle bir bakmamız yeterlidir.
Yunan mitolojisi, bugünkü
Batı yalanının ilk kaynağıdır. (11)
(10) Prof.Dr. G. Tümer - Doç.Dr. A.
Küçük, Dinler Tarihi, 1988, sayfa 65
(11) Necip Fazıl Kısakürek, Batı
Tefekkürü ve Islam Tasavvufu, 1991, sayfa 20
Eski Yunan'ı meydana getiren Ispartalıların üç ayrı sınıfa ayrıldıkları
dikkatimizi çeker. Birinci sınıfı, Ispartalılar meydana getiriyordu. Bunlar,
yönetici ve üstünlüğü olan bir sınıfı meydana getiriyorlardı. Görevleri
hükmetmek ve yönetmekti. Çiftçilikle uğraşmazlar ve onların mesleklerinin
başında askerlik bulunuyordu. Ikinci tabaka ise, Periyeklerdir. Bunlar
toprakları ve malları olan özgür kişilerdi. Siyasal hakları yoktu. Ayrı bir
bölgede otururlardı ve Ispartalılar ile evlenemeyip, onlara vergi öderlerdi.
Ilotlar ise yenilmiş ve emir altına alınmış olan kitlelerdi. Bunlar devletin
köleleri olup yetiştirdikleri ürünleri efendileriyle belirli bir oranda
paylaşırlardı. Durumları öteki köleler gibi değildi, çünkü efendilerinin
yanında çeşitli hizmetlerde bulunmak gayesiyle savaşa dahi giderlerdi. Devlet,
halkın özel hayatına varıncaya kadar karışırdı. Doğan çocuklar altı yaşına
basıncaya değin anasının, babasının yanında kalırdı ve bu yaştan sonra da
devlet o çocuğu alıp, özel bir eğitime tabi tutardı.
Atinalılara gelince onlarda üç ayrı sınıfa ayrılmışlardı. Öpatridler adı
verilen asiller, Geomoreler adı verilen küçük toprak sahibi köylüler,
Demiurgeler adı verilen parası olan, fakat toprağı olmayan tacirler, esnaflardı.
Bunların dışında halkı meydana getiren Demoslar, bunun yanında özgür ama
yurttaşlık haklarından yoksun olan Metekler ve kölelerdir.
Yunan kelimesi Iyon tabirinden gelmektedir. Iyonya ise bugünkü Anadolu'nun
Batı bölgesidir. Ege Bölgesi olarakta nitendirdiğimiz bu bölge esas Ege
uygarlığının merkezidir. Batı da Yunanlılar, Grek tabiriyle tanınır. Grek
sözünün hangi anlama geldiği gayet açık olarak sözlüklerde ve ansiklopedilerde
yer almakta. Ispartalılar, yetiştirdikleri Ispartalı gençleri, yılın belirli
bir gecesinde şehre bırakırlardı ve o gençlerin yakalanmadan herhangi bir şey
çalmalarını söylerlerdi. Yakalanırsa, o genç için durum pek iç açıcı olmazdı.
Işte „hırsızlar“ anlamına gelen ve cesareti, kurnazlığı içeren „Grek“ sözü
ortaya çıktı. Ege havzasının doğu yakası Iyonya, batı yakası da Grekya olarak
tanınırdı. Her iki yakada da hakim olan sanat eserleri çok idealize edilip, dış
yüzleri kusursuz olarak yapıldı. Bir erkek heykeli ile bazen bir kadın
heykelini ayırmak gayet zordur. Erkek heykelleri dahi çok idealize edilip, çok
ölçülü biçimde yapılınca gerçek hayattan fersah fersah uzaklaştı. Roma da ise,
durum bundan farklıdır. Yaşlı bir kralın heykelinde yüzdeki kırışıklıkları
görebiliriz, fakat eski Yunan'da bu tip olaylara rastlayamayız. Edebiyat,
tiyatro, şiir, felsefe, heykel ve güzel sanatların bir çok dalında ilginç
eserler verilmiş ve bunların yanında bazı sapıklıkların da bu bölgede yaygın
olduğu, bu tür ilişkiler için (Sophie) gibi şairler Lesbos adasında, şiirler
söylemişlerdir. Diğer bölgelerde cezaya tabi olan erkek, kadın arkadaşlığı
burada kanunlar ile korunur hale gelmiştir. Yunan uygarlığı inandığı tanrısını
karşısında görmek istediğinden, onların heykellerini yapmış ve daha sonra ana
tanrıcasını (Artemis'i) Efesoslular kanalıyla Hıristiyanlığa aktarmış ve onu
Meryem Ana olarak kabul ettirmiş. Ne acı bir olay ki, bugün belki eski bir
Artemis tapınağının kalıntısının olabileceği yerde (Bülbül Dağına) bir Meryem
Ana mezarı rüyâsını bir rahibeye gördürmüşlerdir.
4. KÜLTÜR
VE MEDENİYET
Mısır sanatında, Babil sanatında eski Iran sanatında, Hint ve Çin
sanatında, Yunan ve Roma sanatında kendilerine has özellikleri görebiliriz.
Mısırlılar, kendilerini ve hiyerarşilerini eserlerinde özel bir çizim ve teknik
ile göstermişlerdir. Omuzlar ön cepheden, kalçalar yandan, bakışlar ekseriya
profilden ve ayaklarda yandan görünmekte. Bu gibi bazı diğer özellikleri de
ilave edersek; nerede görürsek görelim, Mısırlıların eserleri hemen belli olur.
Yunanlılarda ise insanın bir nevi yüceltilmesi göze çarpar. Buradaki
heykellerde kusursuz bir burun, çok güzel ve ölçülü bir yüz, ağladığı ve
güldüğü kalıplaşmış şekillerle kesinleşmiş dudaklar mevcuttur. Bu yüzden Yunan
heykeli kadar simetrik, tam kurulmuş ve güzel bir vücut yoktur. Onlar, tabiatı
idealize ettiklerini söyler ve bunun için, sanatçıları bir portrede veya
resimde son rütüjları yapan fotoğrafçı niteliğine koyarlardı. Yunanlı ressam ve
helkeltıraşlar, kentlerde asiller arasında pek öyle eşit sayılmaz, onlara aşağı
tabakadan birisiymiş gibi davranırlardı. Bu sanatçıların yapmış olduğu
eserlerin gerçeğe benzeyip benzemediğini pek söyleyemeyiz. Roma da ise durum
değişmiştir. Yine tanrılarının resimlerini ve heykellerini idealize
etmişlerdir, fakat şahısların heykel ve resimlerinde bunları göremiyoruz. Romalı
sanatçı, Yunanlı meslektaşından daha gerçekçidir ve yaltakçı da değildir.
Tanrıların ve insanları çok güzel bir şekilde kalıplaştırma yolunu insana
öğreten Yunan ve Roma sanatı, Hintlilere de, kendi kurtarıcıları için bir mana
ve tesir sahası olmuştur.
Kültür ve medeniyet iki ayrı kavramdır. Kültür hem millidir ve hem de çok
uzun yılları içerir. Bir toplumun büyük bir kültür ürünleri meydana getirmesi
demek, onların çok yüksek medeniyete, teknolojiye sahip olduklarını göstermez.
Tarih sahnesine yeni adım atmış olan bir topluluk, var olan bilimi ve tekniği
alıp zengin ülkeler safına yükselebilir. Medeniyet, milli değil insanlığın
ortak malıdır. Bir milletin geliştirdiği uygarlık ürünleri, başka bir millet
tarafından alınır ve geliştirilir. Fakat, kültür ürünlerinde böyle bir durum
yoktur. Burada da kullanış teknikleri ve bazı ortak motifleri gelişebilir.
Hatta, ortak bir inanç ve siyasi birliğe bağlı değişik milletlerde ortak kültür
daha rahat görülebilir. Buna en güzel örneklerden birisi, büyük dinlerin
geliştirmiş olduğu ortak kültür eserleri mevcuttur. Bu ortak kültür içinde de
şubeleşmeler yine mümkündür. Mesela minare, islam mimarisinin en önemli
ürünlerindendir. Türk minaresi ile, Magrip veya Arap minareleri gayet
farklıdır.
5. AVRUPA
MEDENIYETİ VE KÜLTÜRÜ
Avrupa medeniyeti II. yüzyılda ezici bir üstünlük olarak yaşarken iki dünya
savaşına da neden olmuştur. Avrupa medeniyeti ilmi gelişmeleri her ne kadar da
eski Yunan'dan aldığını söylerse de bunun aksini iddia eden ve ispatlayanlar
mevcuttur. Hıristiyanlık, eski Yunan uygarlığının ve kültürünün toprakları
üzerinden Avrupa'ya geçmiş ve adeta taşlaşarak, katılaşarak ve loşlaşarak zuhur
etmiştir. Yunan'dan aldıkları ikiz kenar üçgenleri daha sonra mimaride
portallerde kullanacaktır. Ruhban sınıfın kiliseyi ve Hıristiyanlık
öğretilerini tekeline alması Avrupa'yı etkileyen bir başka noktadır.
Colessium'da, esirleri, köleleri, mazlumları, ilk Hıristiyanları aslanlara
parçalatan putperest Romalıların, yaptığı bu işi daha sonraları, Orta Çağ'da
kilise tarafından, farklı düşünenlere engisizyon adı altında uygulanmıştır.
Avrupa, eski Yunan'dan edebiyat, sanat ve felsefeyi almış, fakat ilmi ve teknik
metotlarını müslümanlardan öğrenmişlerdir.
Bunun kanıtı ise, Endülüs medreseleri, Haçlı seferleri ve diğer ilişkiler
ile ortaya çıkan sonuçlardır. Sayıların, cebirin, kimyanın, sulamanın, tarım ve
bahçecilik tekniğinin, tıp ilminin, astronominin ilk kaynakları müslüman
alimlerdendir. Bizim şu anda yapmadığımız ama onların yaptığı bir özellikle, bu
ilimlerin müslümandan alınmadığını, müslüman alimlerinin isimlerini Yunanca,
Italyanca, Latince yazılışının öğretilmesidir. Mesela Ibni Rüşt'e Averos, Ibni
Sina'ya Avicenna adı verilmesi aslında ırkçılığın veya müslüman düşmanlığının
bir başka görüntüsüdür. Belki, o zamanlar kilise ve papazlar, hür olan Endülüs
medreselerinden, biz bu ilimleri öğrendik deselerdi, bütün Avrupalıların
müslüman olacağından korkuyorlardı. Dünyanın yuvarlaklığı, mikrobun bulunuşu,
gözün ameliyatı daha önce müslüman alimleri tarafından bulunmuştu ve
bilinmekteydi. Bunları öğrenen Galile, Kopernik gibi Batılı alimler buldu diye
ne yazıkki bizlerde öğrendik. Demek oluyor ki, onlar bizden öğrendikleri
herşeyin mucitinin adlarını kendilerine uydurup, benzeterek gelecek nesillere
aktarmışlar.
Avrupa uygarlığını etkileyen ilimler; Endülüs medreselerinde tahsil gören
Avrupalı öğrenciler tarafından çeşitli Avrupa kentlerine taşınmıştır. Bir başka
müslüman alimleriyle tanışma sahası ise Sicilya adası olmuştur. Haçlı Seferleri
ise işin hem teorisi ve hem de pratiğidir. Avrupa'dan şu duygularla yola çıkan
Hıristiyanlar; „Sürün... Türkleri.... memleketlerimizden çıkarın.“(12) Böyle
bir kararla yola çıkan Hıristiyanlar, Müslümanların teknik ve ilmi sahada ki
üstünlüklerini görünce, bunları öğrenmişler ve memleketlerine döndükleri
zamanda, öğrenmiş olduklarını geliştirmişler; böylece Rönesansı
başlatmışlardır.
6. AVRUPA
KÜLTÜRÜNE ETKİ EDEN KALIPLAŞMIŞ KAYNAKLAR
Avrupa, ilmi, Müslümanlardan almıştır. Daha önce de söylediğimiz gibi ilim
bir milletin tabi malı değildir. Müslümanlarda elbet bu ilimlerde ilerlerken,
başka milletlerden yararlanmışlardır. Ilim, hür düşüncenin ve disiplinli bir
çalışmanın olduğu yerde gelişir, hele bir de toplumda bu yola talep varsa daha
da gelişir. Daha önceki cahiliye dönemi bencil bir düşünceye sahip olduğu için,
ilmi çalışmaları kısıtlıyordu. Islamiyet, ilmi araştırmayı, öğrenmeyi ve
öğretmeyi buyurduğu için ve „Alimlerin uykusu, cahillerin ibadetinden daha
hayırlıdır“ düsturuna bağlı olduğundan birden gelişmiştir. Hıristiyanlıkta ise
bir kilise ve din adamları hegomanyası, tekeli vardı. Dünyanın döndüğüne de,
ortasına da, hücreye de, doğuma da, temizliğe de papazlar, patrikler, papalar
karar veriyordu. Onların tekelinde olan ve hiçbir ilmi temele dayanmayan bu
durumda, bazen ortaya öyle gülünç kararlar çıkarıyordu ki, papalık yüzyıllar
sonra da olsa böyle kararlarından dolayı özür dilemek zorunda kalmakta.
Avrupa kültürüne etki eden eski Yunan aklı + Roma nizamı + Hıristiyanlık
ahlak ve hassasiyeti ve ortaya çıkan durum ise Avrupa medeniyetidir. Eski Yunan
aklını felsefi alanda ve tabii ilimlerde görüyoruz. Bu ilimler, müslümanların
yapmış olduğu tercümeler ile Avrupalılara kazandırıldı. Biz işin daha ziyade
kültür sahasında durduğumuz için, Roma nizamını fazla açıklamaya lüzüm görmüyoruz.
Askeri alanda ve hukuk mevzusunda ki başarıları bugünkü toplumları dahi
etkileyecek durumdadır. Hıristiyanlık ise başlangıçtaki azgın zalimleri ve
yoksulları, köleleri, mazlumları ezen kayserleri, kralları dize getirmiştir.
Ardından da kilisenin koyu taasubunu düşüp, herşeyden şüphelenir olmuşlardır.
Eski Yunan aklı ve sanatı Roma'yı etkilemiş. Roma, Yunan'ın idealizminden
kaçmış ve gerçeğe sığınmıştır. Ardından büyük devlet olmanın verdiği gurura
kapılan Roma, insanları ezmiş ve onu da, mazlumlarla beraber ayağa kalkan
Hıristiyanlık yıkmıştır. Böylesine bir iddia ile ortaya çıkan Hıristiyanlık ise
daha sonra her gücü elinde tutabilmek için, hür düşünceye karşı çıkıp,
engisizyon mahkemeleri kurmuştur. Gerçeğe uymayan öğretilerinden ve baskısından
kaçış ile hür düşünce ve ilim ortaya çıkmış ve bugünkü medeniyet doğmuştur.
Elbette, saydığımız her geçiş döneminden, bugünkü Avrupa medeniyetinde iz
bulmak mümkündür.
7. MODERN
AVRUPA MEDENIYETİNİN GÖRÜNÜŞÜ
Orta Çağ'ın sonlarından beri kıpırdanmaya başlayan ve Yakın Çağ'dan
itibaren dünyaya hakim olan Avrupa medeniyetinde kendisine has bazı özellikleri
görebiliyoruz. Bu zaman zarfında haçlı savaşları olmuş ve halen de devamedenleri bulunmakta, Amerika kıtası bulunmuş ve bunun neticesinde hem maddi
kaynaklar, hem de imkânlar Avrupa medeniyetini etkilemiştir. Bütün bunların
neticesinde Avrupa'nın değişmeyen gayeleri gözle görülür bir şekildedir. Avrupa
kazandığı bu maddi imkânları, siyasal egemenliği için gerekli olan ilmi ve
teknolojik çalışmalara yatırınca daha da çok kazanmıştır. Bu çok kazanma ve
güçlü olma ise ona fazla gurur ve kibir vermiştir. Bir defa Avrupalılar „çifte
standartı“ çok güzel uygulamaktadırlar. Karikatür ve resimlerinde devamlı, bir
kazana konan bir Avrupalı seyyahı pişiren Afrikalıları, „yamyam“ olarak
gösterenler, kendileri Afrikalıları kolonyalizmden dolayı yıllarca
sömürmüşlerdir. Işin bu tarafını basın yayın kanalıyla örtmeyi de becerebilmektedirler.
(12) Peter Milger, Die Kreuzzüge,
sayfa 47
Her hangi bir konuda muhalifleri haklı olsa bile, onlara „haklısınız ama
şöyle de olabilir“ demekten çekinmezler. Doğrunun ve iyinin yalnız kendilerinde
olduklarına inanırlar. Rakiplerinden almış oldukları faydalı işlerin ve onları
bulanların mutlaka adlarını değiştirerek alırlar, fakat kendilerine ait olan
bir şeyin öğrenilirken adının değiştirilmesine garip bakarlar. Kendilerinden
zayıf gördükleri milletlerin ellerinde bulunan ham maddeleri çeşitli oyunlar
ile almaktan çekinmezler. Kendi idare ve sistemlerinin en iyi sistem olduğuna
inanırlar ve bunu başka ülkelere de empoze etmeye çalışırlar. Başka ülkelerin
içişlerine karışıp, onları bölmek, parçalamaktan geri kalmazlar. Kendi inanç ve
menfaatlerine zerre kadar zarar geldiği zaman „insanlık adına“ çocuğu - yaşlısı
ayağa kalkar, lakin bir müslüman belde kan içinde kalsa bile (Filistin, Bosna,
Karabağ v.s.) hiç seslerini çıkarmazlar. Menfaatlerine dokunan „Körfez“
olayında ayağa kalkan Avrupa, o yıl karnaval eğlenceleri dahi yapmamıştır,
fakat tam ortasında cereyan eden ve Sırp vahşetini gözler önüne sergileyen
Bosna, olayında gayet vurdum duymaz olmuştur. Körfezdeki bir varil dolusu
petrol için karnavalı kutlamayan Avrupa, Bosna'da ırzına geçilen kadın ve küçük
çocuklara ve binlerce öldürme olayına rağmen karnavalı büyük bir coşku ile
kutlamıştır.
Modern Avrupa'da sıcak, soğuk su evlerin içinde rahatı sağlamakta,
otoyollar kaliteli, her türlü meyveyi yılın her mevsiminde bulabilme imkânına
sahip, dev fabrikaları mevcut, ama buna rağmen çöküntü içindedir. Aile mevhumu
kapitalizmin ve gevşeyen dini olguların yüzünden büyük yara almıştır. Dev
fabrikalar, insanlara bir çok kolaylığı sağlarken, aniden onları
zehirleyebilmekte. Insanlar yaşlandıkça yalnızlığa itilmekte, gençler ise
alabildiğince bencil hale gelmiştir. Her üç küçük kız çocuğundan birisine kendi
yakınları tarafından kötü davranılmakta ve ruhen çöküntü içindedir. Kültür
olarakta şu anda Amerikan kültürünün etki alanına girmiş durumdadır. Milli
kültürleri, kendi çocukları olan Amerikalılar tarafından eritilmektedir.
8. TÜRK
- AVRUPA İLİŞKİLERİ
Bugünkü Avrupa tarihi'nin yaklaşık 1600 yılı Türkler ile alakalıdır. Yani,
Hunlar ile başlayan bu ilişki şu anda bizim ile sürmektedir. Avrupa'ya
Türklerin üç ayrı geliş biçimi vardır. Bunların ilki Hunlar, Avarlar, Macarlar,
Peçenekler, Kumanlar, Bulgarlar ve Gökoğuzların meydana getirdiği tarihtir.
Bunların tesirleri uzun yıllar sürmüştür ve bu Türk boyları ile yapılan savaş
ve mücadeleler kiliselerin ayinlerine kadar girmiştir.
Ikinci dalga ise Osmanlılardır. Müslüman Türklerin 12 eylül 1683 yılına
kadar süren ilerlemeleri Viyana önlerinde durdurulmuş ve Sakarya Zaferi 1921'e
kadar bizim geri çekilmemiz ile ayrı bir yönde hız almıştır. Üçüncü dalga ise
bazı Avrupa ülkeleriyle imzalanan işçi getirme anlaşmasıyla başlamış ve
durdurulmasına rağmen değişik kanalların vasıtasıyla (evlilik v.s.) devam
etmektedir. Ilk iki geliş şeklinde Türkler, bu bölgelere yönetici, hükmeden
yani efendi olarak gelmişler, fakat üçüncü hususta ise üçretli işçi olarak
bulunmaktalar. Tabiiki bu 1600 yılı aşan tarihin içinde Türkler ile diğer
milletler arasında hafızalardan çıkmayacak çok olaylar olmuştur. Bunların
tartışmasını başka bir çalışmamıza bırakarak biz işin kültür yönüne dönelim.
9. AVRUPALILARIN
TÜRKLERE BAKIŞLARI
Böyle bir konu işlendiği zaman çoğumuz hemen olumsuz yönünden alır mevzuyu.
Elbette, Avrupalıların Türklere bakışlarında olumlu ve olumsuz yönlerde
mevcuttur. Fakat, üzülerek söyleyelim ki, olumsuz görüşler olumlulardan kat ve
kat fazladır. Bunların çoğunluğu „din ve inanç“ duygusundan kaynaklanmamakta.
Osmanlı Türkleriyle bizler aynı dindeniz ama, geliş gayelerimiz ne yazık ki
farklıdır. Müslüman olmayan Türkler (Hunlar, Avarlar, Peçenekler, Kumanlar, Bulgarlar,
Gökoğuzlar v.s.) ile Osmanlı Türkleri arasında din farkı mevcuttur, lakin
Avrupa'da bulunuş gayeleri aynıdır. Böyle bir ilginç duruma rağmen Hunlara ne
söylendiyse, aynısının Osmanlılara da söylendiğini görüyoruz. Güya Hun
askerleri kılıçlarını hıristiyan çocuklarının boyunlarında denerlermiş, aynı
sözü, Osmanlıların Yeniçerileri içinde söylendiğine kaynaklarda rastlıyoruz.
Bunun yanında Türklük ile Islamiyetin, Avrupa'da aynı şeyi ifade ettiğini
zamanımızdaki bazı siyasal olaylar bizlere göstermektedir. 1900 yıllarının
başında çizilen bu karikatür Fas'ı hedef almasına rağmen, üzerinde ki bayrak
Türk bayrağıdır. Ayyıldız, Türkün işareti ve Avrupalının gözünde ise her
ikisidir.
Böylesi çalışmalara zamanımızda ki yayınlarda da rastlamaktayız. Bir başka
örnekte bazı yanlış siyaset takipleri yüzünden ilişkilerimiz sarsılan Almanya
ile Türkiye arasında ki söz düellosu zamanında, aynı motifleri içeren şu
karikatür manidardır. Burada ki
motiflerin kullanılışını olumsuz bir anlamda değil, lakin yine de onların
gözünde biz hangi giysiler ile görünmekteyiz, ona örnek olsun diye bu
karikatürü çalışmamıza aldık.
Irandaki rejim değişikliğini gösteren karikatürde yine ay - yıldız
bulunmaktadır.
10. AVRUPALILARIN
KÜLTÜR ESERLERİNİN YORUMLANMASI
Avrupalıların hakkımızdaki eserlerine baktığımızda eserlerin büyük bir
kısmının olumsuz motifler içerdiği malumdur. Önyargısız ve yanlış bilgi ile
işlenmemiş eserleri de yok değildir. Avrupalıların, özellikle böylesi konulardaki
eserlerini incelerken, onları şu dört kategoriye almak gerekir.
1. Bu eserlerin bazıları bizleri sadece tanımak ve tanıtmak
amacıyla yapılmıştır. Burada da önyargılı tanıtan eserler olduğu gibi, hiç bir
önyargıya meydan vermeyen ve doğru tanıtan eserler de mevcuttur.
2. Avrupalı diplomatlar, ülkemize ressamlarıyla, yazarlarıyla
birlikte gelmişlerdir. Bu arada misyonerler ve ülkemiz hakkında bir çok
önyargıya sahip kişiler; bizi, ülkemizi, dinimizi ve kültürümüzü kendi
istedikleri gibi tanıtmak gayesiyle bu eserlere başvurmuşlardır.
3. Bazı sanatkarlar, diplomat, papaz ve devlet adamlarının
tesirinde kalarak Türkleri nasıl yenip, Avrupa'dan sürebilecekleri konusunu
işleyip, bu yolla gelecek kuşaklara fikir verip, yol göstermişlerdir.
4. Türklere olan hayranlıklarından dolayı yapılan eserlerde
mevcuttur. Bizi, kültürümüzü, medeniyetimizi ve özelliklerimizi tanıyan bazı
Avrupalı sanatkârlar, bütün önyargı ve kilisenin engellemelerine rağmen bu
eserleri gerçekleştirmişler. Özellikle IVII. yüzyıldan sonra böyle bir durum
adeta moda olmuş, Avrupa'nın çeşitli merkezlerinde yaygınlaşmıştır.
10.1. Bizi tanımak
ve tanıtmak gayesiyle yapılmış resimler, yazılmış eserler vardır. Bu
sanatkârlar hiç bir önyargıya sahip olmadan, bizi Avrupalılara tanıtmak
istemişlerdir. Bunlardan Jean Etienne Liotard (1702 - 1789) Türk kıyafetleriyle
çok resim yapmıştır. Gentile Bellini, Tizian, Albert Dürer, Jens Juel Funen,
Hans Holbein, Jean-Baptiste von Mour, Jean Baptiste Tavernier, Douai, Carl
Gustaf Pilo, Carl von Steuben, Robert Scott Lauder, Henry Ğilliam Pickersgill,
T. Gericault, Ğilliam Hogarth, A. van Dyck, H. Eğorth, Charles Jervas, Cesare
Dandini, Jean Auguste D. Ingres, F.Cormon, J.L. Gerome, P.A. Renoir, Matisse
gibi bir çok ressam Türkler hakkında resimler yapmışlardır.
10.2. Hakkımızda ön
yargılı resimlere örnekler verecek olursak, bunlarda güdülen gayenin, bizim
sadece ve sadece hıristiyanlığa cephe almamız yetmez; bunun yanında, Avrupa'yı
elinde tutan, kralların ve kilisenin etkisini sarsan ve hoşgörüye dayanan idaremizin
de etkisi çok büyüktür. Onlar bizleri her fırsatta şöyle tanıtmaya
çalışmışlardır.
„Fransızların iki önemli
destanları vardır: 1-Antiyok (Antakya) Şanson (Destan), 2-Rolan Şanson... Rolan
Şanson'da, Tunus, Cezayir ve Fas'taki müslümanları nasıl yendiklerini, Antiyok
Şanson'da ise, Antakya üzerine gittikleri Haçlı seferini ballandıra ballandıra
anlatarak okullarda çocuklara öğretirler... Bu destana göre, Fransız papaz
Pierre Lermitte, Haçlı seferine gönüllü toplarken, orada aç kalırsa ne yiyeceklerini
soran hıristiyan gönüllülere „Aç kalırsanız Türkler'i kızartıp yeyin,“ der.
Birinci hamlede beşbin Türk'ü, ikinci hamlede de otuzbin Türk'ü kızartıp
yediklerini öğünerek kahramanlık destanlarında anlatırlar.“(13)
Haçlı seferlerine katılan veya hazırlayan papazlar elbette Islam ve Türk
düşmanlığını körükleyeceklerdir. Lakin, hümanist (insancıl) geçinen papaz veya
din adamlarına ne demeli?.. Işte bu gibilerine bir örnek. Roterdamlı büyük
hümanist Erasmus'un bu konu hakkında yazmış olduğu kitabına bir bakalım:
„Acaba hıristiyanlar çok mu
günah işledi de, onları cezalandırmak için Tanrı, Türkleri mi yarattı; çok
eskiden Mısırlıların üzerine kurbağa, kımıl ve çekirge yolladığı gibi
hıristiyanların üstüne onları gönderdi. Insan iki tarzda bu konu üzerine
gitmeli; ya Tanrıyı darıltmaya son vermeli, veyahutta Türklere karşı
savaşmalıdır.“ (14)
Bu tip önyargılı eserleri resim sanatında da görmekteyiz. Bunlardan 1854
yılında yapılan ve Fransızların Cezayir'i işgalini anlatan eserdir. E. Jean
Vernet (1789 - 1863) tarafından 193i123 cm büyüklüğündeki, „Kabilya'daki Ilk
Ayin“ adlı yağlı boya resmini yaparken kendisi şöyle söylemiştir. (Lozan -
Sanat Müzesinde)
„Dini bir resim yapmak
istiyorum. Bunun için Tanrı, borçlu kıldı. Onun için ayin ve kurbanların
resmini yapacağım.“(15)
Resimi incelediğimiz zaman; Türk askerlerinin diz çöktürüldüğü ve yaralı
askerlerimize güya insancıl yardım olarak Fransız hemşerileri tarafından tedavi
yapıldığı ön planda belirtiliyor. Bu bölge özellikle koyu ton ve renklerle
işlenmiş. Resmin arka planı da koyu renkler ile işlenmiş. Bu iki koyuluğun
ortasında ve büyük bir alanı kaplayan, adeta gözün içine doğru fırlayan bölümde
ise; büyük bir Haç, özellikle de şükranlarını belirten papazların ibadeti var.
Bu resimdeki Türk askeri ve Arap yerli halkı figürleri herşeylerini yitirmiş,
aynı zamanda muazzam bir hıristiyanlaştırma kampanyasına maruz bırakılmış
gibidir.
Bu tür resimleri yapanlardan biriside Rönesansın ustalarından Tizian'dır.
„Pesaro'nun Evindeki Modanna“(16) adını taşıyan, 478i268 cm ve Venedik'te
bulunan resimde; Büyük bir sütun dibinde kutsal aile (Meryem Ana ve çocuk Isa)
oturmuş. Onlar ile öndeki figurlar arasında bir papaz bulunuyor. Bir Türk
esirine diz çöktürmüşler ve belki de onu hıristiyanlaştırmak istiyorlar.
Bizim hakkımızda en çok resim yapan ressamlardan birisi de hiç şüphesiz
Eugene Delacroii (1798 - 1863)'dır. Bu ressamın bizim hakkımızda yaptığı
resimleri sıralayacak olursak; „Sakız Katliamı“(17) başta gelir. 417i354 cm
ebatında yapılmış ve Paris, Louvr Müzesi'ndedir. Bu resimde gaddar bir Türk
subayı tarafından, çok güzel bir Yunan kadınının doğranışı, ön planda
yaralılar, çocuklar ve çaresizliğin yanında, savaşma güçü olmayan savunmasız
kalmış insanların öldürülüşü gösterilmektedir. Aynı motifleri Hun hakanı olan
Atilla için çizilmiş resimlerde de görebiliriz. Orada da çocuklar, çıplak
kadınlar, yaralılar ve aman dileyenler ile onlara açımasız şekilde saldıran
Türkler resmedilmiştir. „Bir Türk Subayının Dağda Öldürülüşü“(18) 33i41 cm
ebatındadır ve Isviçre'de özel bir koleksiyondadır. „Türk Atını Tımar Ediyor“(19)
31i39,5 cm ebatında olup, Pescatore müzesindedir. „Hasan ile Gavurun
Savaşı“(20) 74i60 cm büyüklüğünde olup, Paris'te Petit Sarayındadır. „Selim und
Zuleyka“(21) 56i45 cm ebatında olup Lion müsesindedir. „Türkler ile
Yunanlıların Savaşından Görüntü“ 65,7i81,6 cm büyüklüğünde Atina
müzesindedir.(22)
Ruslar da böyle konuları işlemekten geri kalmamışlardır. Onların
ressamlarından Repin, onbir yılda bitirdiği dev tablosuna, „Sultan'a Mektuplar“
adını taşıyan bu resim, Istanbul'un alınması için hedef göstermektedir.
Fransız sanatçılarına ne demeli?.. Kanuni Sultan Süleyman'ın yapmış olduğu
iyiliği hemen unutmuşlar ve hakkımızda hoş olmayan resimler yapmışlar, eserler
yazmışlardır. Louis Dupre (1789 - 1837), Büyük ressam J.L. David'in
öğrencisidir. 1821'deki Yunan isyanı için resim yapan ressamlardan birisidir.
Resimi incelersek; ortada yarı Osmanlı, yarı Yunanlı giyinmiş ve sol elinde Haç
motifli bir bayrağı tutan kahraman, sağ eliyle de kılıç tutmakta ve sol
ayağıyla bir Türk askerinin cesetine basmaktadır.(23)
10.3. Türkleri,
Avrupa'dan sürmek için ve bu konuya fikir vermek için eser yapan sanatkârlar da
çoktur. Bunların bir kısmı bu işin nasıl yapılacağını açıklarken, ikinci grupta
olanlar ise; kazanmış oldukları zaferlerin coşkusunu eserlerinde hem
belgelemişler, hem de sevinçlerini belirtmişlerdir.
10.3.1. Birinci gruptaki eserlerin başında Albrecht Alpdorfer'in
(1480 - 1538) „Iskender'in Savaşı“(24) adlı resimde ressam, M.Ö. 333 yılında
vuku bulan Iskender ile Darius'un bugünkü Iskenderun civarındaki savaşı
canlandırmaktadır. Küçük bir orduyla saldıran Iskender, doğruca Darius'un
çadırına saldırır ve Iskender'i yanıbaşında gören Darius, paniğe kapılır ve
kaçar. Işte, Türklerin yenildiği Viyana Kuşatmasında da durum aynen olmuştur.
Kara Mustafa Paşa'nın otağı humayununa saldıran Birleşik Haçlı ordularını gören
askerlerimiz kaçmışlardır. Viyana Kuşatması ile ilgili yapılan resimlerin
ekserisinin de bu saldırı işlenmiştir. Böylece bizi, hedef gösteren resimler
ortaya çıkmıştır.
(13) Ali Yürük, Türkiye Neden
Böyle, 1990, sayfa 176
(14) Ausz Rathschlage Herren E v
R,.. die Türcken zu bekrigen... Frankfurt, 1531
Fazla bilgi için; Klockoğ
(1987) sayfa 57 - 78, Palmer (1951) sayfa 44 - 68
(15) Europa und der Orient 800 -
1900, sayfa 735
(16) Tizian.1, Das Gesamtğerk,
Ullstein Kunst Buch, 1980, sayfa 52
(17) Günter Metken, E. Delacroii,
Kunsthaus Zürich, 1987, sayfa 35
(18) A.g.e. sayfa 107
(19) A.g.e. sayfa 115
(20) A.g.e. sayfa 149
(21) A.g.e. sayfa 195
(22) A.g.e. sayfa 245
(23 Fazla bilgi için, Europa und
der Orient 800 - 1900, sayfa 738
(24) Die Goldene Palette, Deutscher
Bücherbund, 1968, sayfa 165
10.3.2. Ikinci gruptaki resimler daha çok bize karşı, onların
kazandığı zaferleri belgeler. Gerçi daha önce Tizian tarafından yapılmış olan
Inebahtı yenilgisi vardır, ama esas itibariyle 12. Eylül 1683'ten itibaren,
böyle resimler adeta moda olmuştur. Franz Geffels (1625 - 1684), onun 1688'de
yaptığı „Viyana önündeki kurtuluş Savaşı“ 184x272 cm büyüklüğünde ve Viyana
Devlet müzesindedir.(25) Yukarıda bahsettiğimiz Albrecht Alpdorfer'in resmi ile
bu resim karşılaştırılırsa; durum gayet açık olarak ortaya çıkar. Ressamlardan
J. Bacor, 405x560 cm büyüklüğünde halıya aynı konuyu işlemiştir. Nedeni
bilinmemekle birlikte Viyana Kuşatması'nı işleyen ressamların çoğu isimlerini
ve imzalarını belli etmeyip, saklamışlardır.
10.4. Türklere duyulan hayranlıktan dolayı bir çok
Avrupalı sanatkâr bizi ilgilendiren eserler vermişlerdir. Türklerin renkliliği,
hayat tarzları, neşe ve üzüntüleri, günlük yaşayışları çeşitli yönleriyle
yansıtılmış, onların kültürlerinden yararlanılmıştır. Avrupa'da bir devirde
Türk gibi giyinmek ve yaşamak adet olmuştu. Avrupa mimarisine Türk kültürünün
etkisi özellikle IVII. ve IVIII yüzyıllarda görülür.
Bunlardan
musiki konusunda en çok etkilenenlerden birisi Wolfgang A.
Mozart
(1756 - 1791), Kahire'nin Kazları iki bölümlü opereti,
Mısır Kralı Tomas,
Sihirli Flüt iki bölümlü, Saraydan Kız
Kaçırma üç bölümlü komedi opereti,
Zaide
iki bölümlü operetidir. Ayrıca Mozart, bir de Türk
Marşı bestelemiştir.
Alman
Çocuk Şarkısı (27)
C
- A -F - F - E - E,
Çok
fazla kahve içme!
Türkün
içtiği çocuklar
için
değildir.
sinirleri
bozar,
Benzini
soldurur ve
Hasta
eder.
Sakın
müslüman olma!
Onlar,
onsuz
(kahvesiz)
yapamazlar.
Türkler Viyana Önünde (25)
Kahvenin Avrupa'ya gelişi Türkler vasıtasıyla olmuş, lakin çocuklara
öğretilen bir şarkı bizleri gayet düşündürmektedir. Şayet, kahve insanların
benzini soldurup, hasta ediyorsa ve sinirlerini bozuyorsa; Avrupalıların daha
çabuk hasta olmaları gerekir: Çünkü, onlar, bugün Türklerden çok fazla kahve
içmektedirler.
(25) Fazla bilgi için, Europa und
der Orient 800 - 1900
(26) Tercüman Gazetesi, 25.02.1982
(27) Halil Gülel, Türk Kültürü ve
Batı Avrupa Türklüğü, 1992, sayfa 105
Ingres'in Odalık ve Köle, Türk Hamamı gibi Renoir'in Odalık'ı, Gentilli
Bellini'nin Fatih'in portresi, F. Cormon'un Saraydaki Kıskançlık, Gerome'nin
Esir Pazarı, Liotard'ın Kadın ve Hizmetçisi ve değişik portreleri bizi tanıtan resimlerdir.
Türkler hakkında yapılan resimleri şu şekilde sınıflandırabiliriz: Bunların
başında Türk giysileri ile gelen portreler, Harem görüntüleri, Türk hamamı, Padişah
ve devlet erkanının bayram tebriği ve yabancı elçileri kabul törenleri,
elçilerin gelişleri ve elçilerimizin varışlarını, dini mekânların görüntüsü,
derviş ve tarikat görüntüleri, Türk giyimi ve kuşamı ile sosyal hayatımız,
askeri tipler, yeniçeriler ile Türk giysileriyle Avrupalıların portrelerini
sayabiliriz.
12. YABANCI
DÜŞMANLIĞI
Bugün dünyada korkunç boyutlara ulaşabilecek olan bir savaş hazırlığı
sezilmekte. Aslında herkes birbirinden çekinmekte ama „Yeni Dünya Sistemi“ ile
ortaya çıkanlar, kendi arzu ve istikametleri doğrultusunda istedikleri
kararları „Birleşmiş Milletler Teşkilatı'ndan“ çıkartabilmektedirler. Insan
hakları konusunda ahkam kesenler, kendi ülkelerinde yaşayan yabancıları,
ikinci, üçüncü ve dördüncü sınıf görmektedirler. Yabancı düşmanlığının gözle
görünen noktaları her gün haberleşme araçlarında gözümüze çarpmaktadır.
Yabancı düşmanlığını önlemek için bazı kuruluşlar „Eğer, Türkler giderse
bizim pis işlerimizi kim yapacak?“ derken en az Naziler kadar Türklere hakaret
ettiklerinin farkındalar mı acaba? Bir de bunun sözüm ona insancıl ve ilerici
geçinen sendika ve kuruluşların söylediğini bir düşünün.
Elele tutuşup, mum yakarak yabancı düşmanlığına karşı tavır takınmak bir
toplum için hem farklı bir davranıştır, hem de eğlenceli bir nümayiştir. Böyle
bir tavrın gösterilmesi gerçekten ilginç ve olması gerekir diyoruz. Fakat,
çözüm değildir. Yabancıların hayatlarını maddi ve manevi yönden zorlaştıran her
türlü kanunlar düzeltilmedikçe, yabancıların dini, kültürel hayatına hakaret
eden konular ders kitaplarından, iletişim araçlarından temizlenmedikçe, bizler
daha çok mum yakıp, ışığında bekleriz ve yaktığımız mumlar aya yaklaşır ama
dibini aydınlatamaz. Insanlar, doğdukları yerin dışında yabancıdırlar. Herkes,
kendisinin insan olarak kabul edileceği her düzenlemeyi, her yer için
geliştirmelidir, yerleştirmelidir.
Insanların kendi düşmanı içindedir. Sevgili Peygamberimizin Uhut savaşı
sonunda bilhassa belirttiği gibi, esas büyük düşmanımız kendi nefsimizdir.
Kendi nefsini, egoismasını, bencilliğini, kibir ve gururunu firenleyip, düzene
koyabilen insanlardan müteşekkil toplumlar, sosyal yönden barışı sağlamış
olacaklar ve kardeşçe yaşama imkânına sahip bulunacaklardır. Dünyanın yegane
kurtuluş reçetesi bence budur. Tasavvufi bir terbiye almayan toplumlarda her
vakit siyasi emeller için ve nefsani çıkarlar için mücadele olacaktır.
Batılılara bu tarzı anlatmak ise gayet zordur: Çünkü onların ekonomik
sisteminde insan esas nokta olarak alınmaz; medeniyetlerini üzerine
oturttukları felsefelerinde „daha fazla kazanmak, daha güçlü olmak“ görüşü
hakimdir. Eğer, adil bir düzen kurulursa, sosyal barış imkânı temin edilirse,
hak haklının olursa, insanların nefsini, egosunu, bencilliğini körükleyen her
türlü şeylerden vazgeçilirse; dünya da insanlarda, hayvanlarda, diğer
canlılarda gayet rahat ve huzurlu yaşarlar. Fakat, fazla ... özellikle de daha
fazla kazanma hırsı olan insanların veya milletlerin denizleri kirletmesi,
havayı kirletmesi, ozon tabakasını delmesi, dünyayı radyoaktiv tehlikelere
maruz bırakması, insanlar üstünde denemeler yapması, korkunç silahlar
üretmesi çekinilmezdir ve şu anda ki,
uygar olarak geçinenlerde bunları yapmaktadırlar. Halbuki dünya ve kainat
hepimize yetecek kadar geniştir.
12. BIBLIYOGRAFYA
A.N.Babanzade, Islam'da Irkçılık ve Milliyetçilik, 1979
Prof. A. Inan, Eski Türk Dini Tarihi, Kültür Bakanlığı, 1976
Andre Rübard, Insanlığın Tarihi, Say Yayınları, 1983
Brassai, Picasso, De Yayınları, 1985
D. Mehmet Doğan, Tarih ve Toplum, Rehber Yayıncılık, 1990
Diderot, Filozofça Düşünceler, Çan Yayınları, 1974
Prof.Dr. E. Güngör, Kültür Değiş. ve Milliyetçilik, Ötüken, 1990
E.H. Gombrich, Sanatın Öyküsü, Remzi Kitabevi, 1980
Europa und der Orient 800 - 1900, Bertelsmann L. Verlag, 1989
Dr.Eyyüp Sanay, Marksizmin Din Politikası, Ocak Yayınları,
F. Engels, Tarihte Zorun Rolü, Sol Yayınları, 1979
F. Engels, Doğanın Dialektiği, Sol Yayınları, 1979
Die Goldene Palette, Deutscher Bücherbund, 1968
Prof.Dr. G. Tümer / Doç.Dr. A. Küçük, Dinler Tarihi, Ocak Yayınları, 1988
Georg Thomson, Tarihöncesi Ege 1. Payel Yayınları, 1983
Georg Schreiber, Auf der Spuren der Türken, List Verlag, 1980
Gordon Childe, Tarihte Neler Oldu, Alan Yayıncılık, 1982
Günter Metken, E. Delocroix, Kunsthaus Zürich, 1987
Halil Gülel, Türk Kültürü ve Batı Avrupa Türklüğü, Doğu-Batı Araştır. M.
1992
Dr. Hans Barth, Türk Savun Kendini, Türk Dünyası A. Vakfı, 1988
Hans A. Fischer-Barnicol, Die Islamische Revolution, Kohlhammer, 1981
Hans Göpfert, Auslaenderfeinlichkeit durch Unterricht, Schwann, 1985
H.E. Kohler, Ohne Furcht mit Tadel, Heyne Verlag, 1982, München
Prof.Dr. Hikmet Tanyu, I.Ö. Türklerde Tek Tanrı Inancı, Boğaziçi yayını,
1986
Iskender Ohri, Anadolu'nun Öyküsü, Milliyet Yayınları, 1983
Klaus Staeck / I. Karst, Macht Ali deutsches Volk kaputt? Steidl Verlag,
1982
Liseltte Andersen, Barock und Rokoko, Kunst im Bild, Zweiburgen Verlag, 1982
Lord Northbourne, Ilerlemeye Farklı Bir Bakış, Insan Yayınları, 1989
Martin Lings, Antik Inançlar Modern Hurafeler, Ağaç Yayınları, 1991
Dr. Mavrice Bucaille, Tevrat, Inciller ve Kur'an, Diyanet Işleri, 1988
Metin Özbek, Insan ve Irk, Remzi Kitabevi, 1979
Michael Forster, Stenka Rasin, Gütersloh
M. Ilin - E. Segal, Insan Nasıl Insan oldu, Yeni Dünya Yayınları, 1979
Prof.Dr. Moissej Kagan, Estetik ve Sanat, Altın Kitaplar, 1982
Prof. Muhammed Kutub, Çağdaş Fikir Akımları, 1.2.3. cilt, Işaret Yayınları,
1989
Prof.Dr. M. Ergin, Orhun Abideleri, Boğaziçi, 1989
Nabi Avcı, Enformatik Cehalet, Rehber Yayınları, 1990
Necip F. Kısakürek, Batı Tefekkürü ve Islam Tasavvufu, B.D. yayınları, 1991
Prof.Dr. O. Türkdoğan, Değişme-Kültür ve Sosyal Çözülme, Türk. D. A. V.
1988
Paul Flora, Cartoons, Heyne Verlag, 1982, München
Pepsch Gottscheber, Handsreiche, Heyne Verlag, 1981, München
Rene Guenon, Doğu ve Batı, Ağaç Yayınları, 1991
Server Tanilli, Yüzyılların Gerçeği ve Mirası, Say Yayınları, 1984
Dr. Sigrid Hunke, Avrupa'nın Üzerine Doğan Islam Güneşi, Bedir Yayınevi,
1975
Stephan Vajda, Die Belagerung, Trend Profil Buch, 1983
Prof.Dr. S.H. Bolay, Felsefi Doktrinler Sözlüğü, Akçağ Yayınları, 1990
Şerif Mardin, Ideoloji, Turhan Kitabevi, 1982
Tizian.1 - 2, Das Gesamtwerk, Ullstein Kunst Bücher, 1980
Yusuf Boysal, Arkaik Devir Heykeltraşlığı, Selçuk Üniversitesi, 1979