Türk-Ermeni ilişkilerinin
kültürel bağlamda incelenmesi iki toplum arasında sosyal, ekonomik bağların
varlığını ortaya koyacaktır. Çünkü tarih; insanlar, ülkeler arasında ayırıcı
değil aynı zamanda bağlayıcı ve birleştirici bir rol oynamaktadır. Türklerle
Ermeniler arasındaki ilişkiler XI. yüzyılda yoğunlaşmaktadır. Daha önceleri de
Abbasi ordularında hizmet eden Türk komutanlarla Doğu Anadolu’da oturan Ermeni
valileriyle ilişkiler kurulmuştur. Doğu Anadolu’nun büyük bir bölümü IX.
yüzyılda tamamen Müslümanların eline geçti. 1021′de Van (Vaspurakan) Ermeni
Kralı, Türk akınlarından korkarak ülkesini Bizans’a devretti. Kral Senekerim ve
yanındaki birçok Ermeni Sivas ve çevresine yerleştiler. XI. yüzyılda İç
Anadolu’ya yönelik ikinci bir Ermeni göçü de 1045 yılında Bizans’ın Ani kentini
ele geçirmesiyle başladı. Ermeni Kralı II. Gagik, Kayseri’ye gönderildi.
Böylece Ermenilerin Doğu ve İç Anadolu’ya doğru yayılıp yerleşmesi süreci
başlamış oldu. Çukurova Ermeni Krallığının kurulması da böyle bir göçün
sonucudur.
Türkler, Malazgirt
zaferinden sonra Anadolu’da yayılmaya başladı. Bu yayılma süreciyle birlikte
Türk-Ermeni ilişkileri yeni bir aşamaya ulaştı. Orta Asya’dan gelen bu savaşçı
topluluk üzerine en derli toplu bilgiler, dönemin Ermeni kaynaklarında
bulunmaktadır. Bu nedenle Ermeni tarih yazarları, Türklerin Anadolu’ya gelmesi,
burada yayılması hatta nereden geldikleri konusunda derli toplu bilgi
vermişlerdir. Nitekim XV-XVI. yüzyılda Avrupa’da Türklerin tarihine ilgi duyan
hümanistler, temel bilgileri Ermeni kaynaklarından almışlar ya da bunları
aktarmakla yetinmişlerdir.
Doğu Anadolu’nun,
Çaldıran zaferinden sonra Osmanlı yönetimi altına girmesi, bölgede güvenliğin
yeniden kurulmasında önemli bir etken olmuştur. Müslüman ve Müslüman olmayan
halk, “feodal” unsurlar baskısıyla şuraya buraya dağılmıştı. Ancak Osmanlı
yönetimiyle birlikte yeniden geriye dönüş başlamış, köy ve kasabaların
nüfuslarında gözle görülür bir artış olmuştur. Sözgelimi Çemişgezek livası
kanunnamesinde şu anlatım dikkati çekmektedir:
“Ve vilayet-i mezburda
sabıkda Ekrad zulmünden nice reaya perakende olup hariç vilâyete gidüp haliya
Osman kanunu olduğun istima eyledüklerinde girü yerlerine gelüp…”
Bunu, Doğu Anadolu’nun
Osmanlı yönetimine girmesinden hemen sonra yapılan sayımlarla, daha sonraki
sayımlar arasında görülen artış açıkça ortaya koymaktadır. Yine Doğu
Anadolu’nun çeşitli kent ve kasabalarıyla ilgili kanunnamelerdeki maddeler,
konunun açıklığa kavuşmasına önemli ölçüde yardıma olmaktadır. Burada
Türk-Ermeni ilişkileri üzerine derli toplu bir eser yazan Prof. Nejat Göyünç’ün
bir tespitini belirtmeyi gerekli görüyoruz, o da şudur: Osmanlı Devleti’nin
Doğu Anadolu’ya hâkim olmasından kısa bir süre sonra, kasabalardaki Ermeni
nüfusun büyük bir artış göstermesi göze batmaktadır. Bunun nedenini köylerdeki
bir kısım Ermeni halkın ticaret ve sanat olanakları daha bol kasabalara
kaymasında aramak gerekir. Prof. Göyünç’ün 1518 ve 1523 sayımlarına dayanarak
yaptığı hesaplara göre Arapkir, Çermik, Ergani, Harput vb. kasabalardaki Ermeni
nüfusunda önemli bir artış dikkati çekmektedir. Bu artış, sözgelimi Arapkir’de
%81.2′ye, Ergani’de %242.6′ya kadar çıkmaktadır. Bu artışın, beş yıllık bir
süre için doğal sayılmayacağı açıktır. Bu bakımdan bu artışın bir göçe bağlı
olduğuna şüphe yoktur. Yine bu iç göç hareketlerine bağlı olarak Eğin’in de
önemli bir ekonomik ve ticari bir merkez hâline geldiğini de belirtmek gerekir.
Ermeni nüfusuna Doğu
Anadolu’da yalnız kent ve kasabalarda değil, köylerde de rastlanmaktadır. Ancak
yer adlarından yola çıkılarak yapılacak değerlendirmeler yanıltıcı sonuçlar
verebilir. Çünkü Doğu Anadolu’da Ermenice adlar taşıyan pek çok köyde
XVI.yüzyılda tek bir Ermeni nüfusa rastlanmamaktadır. Bunu XVI.yüzyılda yapılmış
sayımların sonuçlarını kapsayan defterler açıkça ortaya koymaktadır. Yine bu
defterlerin ortaya koyduğuna göre kent ve kasabalarda Müslüman nüfusla
gayrimüslim nüfus arasında bir denge sağlanmış bulunuyordu. Kaldı ki iki
topluluk arasında yüzyıllarca önemli bir çatışma olmamış, birçok yerde
Ermeniler, belirli hizmetler karşılığında birtakım vergilerden bağışık
tutulmuşlardır. Ancak ne var ki yerleşik-göçebe çelişkisi, memur ve
mültezimlerin yaptıkları yolsuzluklar, aşiretlerin köy ve kasabalara yaptıkları
baskınlar yalnız Ermeniler için değil, bütün bir bölge halkı için zararlı
sonuçlar doğurmuştur.
Türklerle Ermeniler,
benzer sosyal ve ekonomik koşullar altında yaşamışlar ve bunun doğal bir sonucu
olarak ortak bir kültürün temsilcileri konumuna gelmişlerdir. İki toplumun
birbirini seven gençleri arasında din, birleşmeye engel bir etken gibi
görünmektedir. Seven delikanlı, Ermeni kızı Ahçik’le evlenebilmek için onu
kendi dinine yani Müslümanlığa dönmeye çağırmaktadır. Belki kendisi de bu aşk
için dinini değiştirmeye razı olabilecektir. Ama kamunun baskısından,
kınanmaktan çekinmektedir:
Gel kız Müslüman ol
alayım seni
Ben dinimden dönsem el
kınar beni
Bu ve buna benzer
türküler, iki toplum arasındaki ilişkiler ağının önemli ipuçlarını vermektedir.
Bugün radyo ve televizyonlarda zevkle dinlediğimiz bir türküde Ahçik, İslam
eline çağrılmaktadır:
Ahçik’i yolladım Urum
eline
Eser bad-saba zülfün
teline
Gel seni götüreni İslam
eline
Serimi sevdaya salan o
Ahçik.
Vardım kiliseye baktım
haçına
Mail oldum ardındaki
saçına.
Burada Ahçik, yine İslam
eline çağrılmakta yani Müslümanlığı kabul etmesi istenmektedir. Ama bu her
zaman böyle değildir. Nitekim bir başka türküde delikanlı Ermeni olmayı, yani
Ahçik’e kavuşmak için onun dinine girmeyi dahi kabul eder görünmektedir:
Bahçelerde mor meni
Verem ettin sen beni
Ya sen İslam ol Ahçik
Ya ben olanı Ermeni
Masallarımızda keşiş
motifi taşıyan öğeler önemli bir yer tutmaktadır. Yer adlarımızın efsanelerinde
de benzer öğeler ağır basmaktadır. Türkçe-Ermenice arasında pek çok
ödünçlemenin bulunduğu su götürmez bir gerçektir. Armıdanlı yazar Hagop
Mintzuri’nin öykü ve anılarında bunlardan yığınla örnek bulunmaktadır. Erzincan
yöresi ağızlarında yapı derlemelerin de bu konuda önemli bir kaynak
oluşturduğunu vurgulamak gerekir. Ödünçlemelerin günlük ekonomik; sosyal ve
kültürel yaşamın alanını kapsayan bir genişlikte olduğunu görüyoruz. Sözgelimi
ev yapım tekniğinde kullanılan birçok sözcük ortaktır: hatıl, mertek, örtme,
loğ, hapenk, hakuka, cağ vb.
Tarım ve tarım tekniğiyle
ilgili birçok kavramın ortak sözcüklerle anlatıldığını belirtmek
gerekir.Sürülerek nadasa bırakılan tarla herg edilmiştir. Ekini yeni biçilmiş
tarla hozan’dır. Davarların kapatıldığı ağıl, kom’dur. Bu benzerliklerin, bu
ortaklıkların ekmek yapım tekniğine, yemeklere, kap ve kaçaklara da yansıdığı
anlaşılmaktadır. Burada, sözcüklerin deyimlerin, kavramların kökeninin Türkçe
ya da Ermenice olması pek o kadar önemli değildir. Öne olan sosyal ve ekonomik
yaşamın çeşitli etkinliklerinin ortak bir “dil” ile açıklanmasıdır. Nitekim
oçağın tütmesi, bir evin içindeki insanlarla birlikte sürekliliğini vurgulayan
ortak bir deyimdir. Her iki toplum da da loğusa kadınlara albastığına inanılır.
Ermeni Türk kadınlarının, kızlarının başlarına örttükleri başörtüsünün adı
lacag, leçek, neçek idi. Ayakkabı ise genellikle kalik olarak
adlandırılmaktadır. Eğin’de yapılan üstleri süslü, daha çok genç kız ve
kadınların giy- dikleri ayakkabılara pullu kalik denirdi. Bunlar artık bugün
üretilmemektedir.
Toplumsal ve ekonomik
dayanışmanın da dili ortaktır. Bu konuda iki örnek vermek istiyoruz. Bunlardan
birincisi hacılık, ikincisi hab sözcükleriyle anlatılmaktadır. Bacılık Derleme
Sözlüğü’nde şöyle tanımlanmaktadır: Kardeş yerine tutulan yakın arkadaş,
kardeşlik (kızlar ve kadınlar arasında). Mintzuri yalnız annesinin bacılığından
söz eder. Ancak bu tanımlar ve anlatımlar bacılığı tam olarak anlatmak uzaktır.
Çünkü bacılık, kadınlar arasında, kardeş yerine tutulmanın ötesinde sözün tam
anlamıyla bir toplumsal ve ekonomik dayanışmayı, yardımlaşmayı anlatmaktadır.
Bacılığın köy dışında, bir başka köyden tutulması hâlinde, bu dayanışma ve
yardımlaşma daha geniş boyutlara ulaşır. Farklı köylerdeki bacılıklar
rahatlıkla, teklifsiz ve habersiz birbirlerinin evlerine konarlar. Satılacak
daha doğrusu değiş-tokuş edilecek ürünlerini bu evlere getirirler. Bacılığın
sona ermesi söz konusu değildir. Yaşam boyu devam eder ve bacılıklar
birbirlerini aile bireyleri gibi algılarlar. Şimdi böyle bir dayanışmanın,
böyle bir kurumun Ermeniler içinde var olmasının ve aynı sözcükle dile
getirilmesinin ne kadar büyük bir anlam taşıdığını herhalde belirtmeye bile
gerek yoktur.
Hab’a gelince:
Hab,ekonomik bir dayanışmadır. Kooperatifçiliğin basit ve ilkel biçimi olarak
görülmektedir. Hab, özellikle sütün ortaklaşa kullanımında kendini
göstermektedir. Sütün, bir obada, bir köyde sırayla ve karşılıklı ödünç alınıp
verilmesi işlemidir. Süt böylece belirli bir süre için bir elde toplanır, yağ
ve peynir üretimine dönüşmesi sağlanır. Hab’ın yalnız Anadolu’da değil,
ekonomik yapısı hayvancılığa dayalı Türk topluluklarında geniş bir uygulama
alanı bulduğuna şüphe yoktur. İşte bu süt ortaklığının Eğin çevresindeki Ermeni
köylerinde de yaygın olduğun Mintauri’nin verdiği bilgilerden anlıyoruz.
Türklerle Ermeniler
arasında ortak bir toplumsal davranış da gelinlik etmektir. Bu, yeni gelinin
belirli bir süre kayınbabası, kaynanası ve evin diğer erkek bireyleriyle
konuşmaması anlamına gelir. Türklerde yaygın olan bu alışkanlığın Ermeniler
arasında da geçerli olması, ortak alışkanlıkların bir başka yönüdür.
Bütün bunların ötesinde
şiir ve müzikte de karşılıklı etkileşimin söz konusu olduğunu unutmamak
gerekir. Ermeniler arasında Türk halk hikâyeleri oldukça yavgındır. Ermeniler,
yoğun bir biçimde Türk kültürünün ve dilinin etkisi altında kaldıklarından
Ermeni-Türk Edebiyatı (La litterature armeno-turaııe) adı verilen Ermeni
harfleriyle yazılmış, metni Türkçe bir edebiyat türü gelişmiştir. Tahminen 400
yıl süren âşık edebiyatı, gerek Türklerde gerekse Ermenilerde, zengin bir kol
yaratmıştır. XVI. vüzyıldan XX. yüzyıl başlarına kadar geçen dönemde Ermeni
asıllı Türkçe sövleyen âşıkların sayısı 400′ü aşkındır.Ermeni âşıkları (asug)
Türkçe söylemekle kalmamışlar, söyledikleri şiirlerin şekillerini de, koşma,
bayatı vb. Türklerden almışlardır. Âşık Miskin Burcu’nun aşağıdaki dörtlüğü M
sesi ile bağlıdır. Yani dizeler, (M) ile başlamakta ve aynı harfle
bitmektedir9:
Men aşıg meni gördüm
Men üste meni gördüm Men
dedim seni görem
Men döndüm meni gördüm
Ermenilerin yetiştirdiği
en büyük şairlerden biri olan Sayat-Nova (1712-1795)’nın aşağıdaki dörtlüğü,
onun Türkçe şiir söylemede ne kadar başarılı olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
dörtlük aynı zamanda şairin üzerinde Türk âşıklarının etkisini açıkça ortaya
koymaktadır:
Gavvas olup deryalara
dahnışam
Ferhat gibi aşk gayası
delmişem
Macnun kimi Leylî deyip
dahnışam
Gözüm galmış nazlı yârın
yolunda
1882 tarihinde ölen
Ermeni Aşık Emir’in söylediği Ermenice bir dörtlüğün Türkçe çevirisi iki toplum
arasındaki birlikteliğin ne kadar derin olduğunu açıkça ortaya koymaktadır:
Din ayrı, möhkem gardaşıg
Senin bahtına benzerik
Gol bir, el bir eliyek,
birlikte dağık (dağız)
Aynlıgda, nazik bir gölük
(kuluz).
Ermenilerin Türk müziği,
Türk tiyatrosu, Türk mimarîsi ve matbaacılığı üzerinde oynadıkları olumlu rolü
özellikle vurgulamak gerekir. Ancak bu noktada şunu da belirtmek istiyoruz:
“Gayrimüslimler bunları yaptı, Türkler memuriyet ve askerlikten başka bir şey
yapmadılar” gibi söylemlerin, iddiaların hiçbir anlamı yoktur. Bir ülkenin
kalkınmasında, ilerlemesinde ve gelişmesinde elbette o ülkede yaşayan bütün
uyrukların payı ve sorumluluğu vardır. Konuyu bir bütün hâlinde değerlendirmek
gerekir.
II. Meşrutiyet’in
ilânından sonra, Tanin gazetesinin Anadolu’ya gönderdiği Ahmet Şerifin
gözlemleri son derece önemlidir. Ahmet Şerif, Anadolu’da Müslüman ve Müslüman
olmayan toplulukların sosyal durumlarını incelemiş, aralarındaki ekonomik ve
kültürel dengesizlikleri belirtmiş, dışarıdan herhangi bir kanca takılmadıkça
ilişkilerin sağlıklı bir biçimde yürüdüğünü vurgulamıştır. Sözgelimi Gümüşhane
ile ilgili gözlemlerini bu bağlamda Ahmet Şerif şöyle dile getiriyor:
“Gümüşhane halkı, İslam,
Ermeni ve Rum’dur. Hemen, genellikle konuşulan dil, Türkçedir…
Ermenilerin durumu
İslamlardan daha iyi gibi görünüyor. Onlar, fikren de İslamlardan ileridirler.
Teşekküre ve memnuniyete değer olan taraf, iki unsurun, birbirleriyle, iyi ve
kardaşça geçinmekte olmasıdır.
Ermeniler de ziraat ve
ufak tefek ticaretle uğraşıyorlar. Rumların durumu daha iyi görünüyor. Bununla
beraber, Rum vatandaşlarımızın, burada da fikri yetenekleri arttıkça, duygu ve
emellerinin de aşırılıklara ve yanılmalara kaçtığı görülüyor. Gümüşhane halkı
pek iyi geçinmektedir.”
Ahmet Şerif,
Gümüşhane’den Varzahan köyüne doğru yola çıkmıştır. Ahmet Şerif ve yanındakiler
bu Ermeni köyünde alıkonulmuşlardır. Daha önce, Adana’yı gezdiği zaman Ermeni köylerinden
söz eden yazar, buradaki Ermenilerle ilgili izlenimlerini de şöyle
aktarmaktadır:
“Ben Ermeni köylerini,
bütün anlamıyla Osmanlı buldum. Kendilerinde, gerçek ve samimi, vatandaş ruh ve
duygusunu gördüm. Yalnız İslam köylüler gibi, onların da pek çok ezilmiş
bulundukları, hayatlarını o kadar kolaylıkla kazanmamakta olduklarını, özetle,
pek rahat yaşamadıkları, her şeylerinden fark ediliyor ve seçiliyordu…”
Ahmet Şerif, Ermeni
köylülerin İslamlar gibi giydiklerini belirtmekte, “hayat şartları geçim
biçimi, usul ve âdetçe Ermenilerle İslamlar arasında hiçbir fark olmadığını” da
dile getirmektedir.
Ahmet Şerif, Bayburt’u
gezdikten sonra, Ermenilerle Türkler arasındaki benzerlikleri de şöyle
açıklamaktadır:
“Erkekler hemen hemen,
aynı kıyafette idi. Kadınlar ise, hiç ayırdedüecek gibi değildi. Çünkü Ermeni
kadınları, İslamlardan daha fazla mutaassıp ve örtülü idi. Özetle, ha-yatta
bütün ayrıntılar, bütün toplumsal şa unsuru birleştirmiş, uyuşturmuş, birbirine
kaynaştırmış idi…”
Ahmet Şerif kimi konularda
bu iki unsur arasında anlaşmazlıklar bulunduğu iddialarınıda şöyle
yanıtlamaktadır:
“Hayatın, toplumsal ve
ruhsal şartları bu kadar birleştirdiği insanların, esas noktalarında
anlaşmazlığı mümkün değildir. Bu, yanlış tefsirlere, abartmalara uğruyor.
Tarafsız incelenirse, onlar arasında anlaşmazlık şeklinde gösterilen durumun,
kendilerinde ihtiyaç duyulan ortak bir nitelik olduğu, şikâyet ettikleri
sebepler her iki taraf da, aynı zor ve kuvvete yöneldikleri pek iyi anlaşılır.”
Sonuç
Özetlemek gerekirse
denebilir ki:Osmanlı İmparatorluğu’nda hatta daha geriye gidersek Beylikler
döneminde Anadolu’da Türklerle Hristiyanlar ortak bir yaşam sürdürmüşlerdi.Kimi
küçük olaylar dışında Türklerle Ermeniler arasında önemli bir çatışma olmamış
ve sorun yaşanmamıştır. Çatışmalar, Ermeni sorununun ortaya çıkması ve
siyasalaşmaya başlamasıyla birlikte gündeme gelmiştir. Bazı Ermenilerin,
emperyalist devletlerin kışkırtmasıyla bağımsızlıklarını elde etme çabaları
sonuç vermemiş ve iki taraf için de üzücü olaylara yol açmaktan başka bir işe
yaramamıştır.
Osmanlı İmparatorluğu’nda
yüzyıllarca kimliklerini koruyan Ermeniler, bugün batı dünyası içinde
özkimliklerini yitirme aşamasına gelmişlerdi.Yeni kuşaklar ana dillerini
bilmemektedir.Türkiye’ye yönelik tepkilerin altında öyle sanıyoruz ki bu kimlik
bunalımı da önemli bir rol oynamaktadır.İşte Türklerle Ermenilerin yüzyıllarca
bir arada yaşayabildiklerini bu yeni kuşak Ermenilere anlatmak pek kolay
değildir. Ama yine de bu doğrultuda araştırmaların sürdürülmesinde yarar görüyoruz.