Akşamdı. Yağmur çiseliyordu. Yorgundun. Acıkmıştın. Otele gitmeden önce
bir şeyler yemek istedin. Lokantaya girmek üzereyken kaldırıma çökmüş bir kadın
gördün. Kucağında kıvır kıvır saçlı, kirli yüzlü bir bebek vardı kadının.
Çıkarıp beş yetele verdin. (Kıvılcımlanan gözlerine bakmadın kadının.) Baban
olsaydı şimdi? Kör müsün? Ellerin tutmuyor mu? Bir bacağın yoksa diğeri var ya!
Onu Harpagon’na benzetirdin. Annen, kurumuş bir dilim ekmeği dahi çöpe atsa,
baban, çocukluğunun geçtiği mahalledeki Halime Teyze’den bahsederdi. Kadındı
Halim Teyze kadın! Yumurtayı kırar, kabuğunu parmağıyla sıyırırdı. Memleketin
kadınları Halime Teyze’nin onda biri kadar olsalar milyonlar çöpe gider mi hiç!
Yakaları, kol uçları aşınmış gömleğiyle, iki düğmeli ceketiyle, burnu top ayakkabısıyla
ayda bir yapılan veli toplantılarına annenin yerine geldiğinde boynun nasıl bükülürdü?
Her şeyinizden kısardı. Alınacakların
en hesaplısı, ucuzu, birkaç yıl idare edebileni, uzun süre dayananı… Ayakkabıların
hiç sıkmazdı ayaklarını. Ceketinin kollarını kıvıran bir kişi dahi olmaması
nasıl dokunurdu sana. Annen, kanepelerin kusurlarını basma bir örtüyle gizlerdi
gizlemesine de ya ahşap bir masa üzerinde antika bir eser gibi duran siyah
beyaz televizyona ne demeli? Diline
pelesenk ettiği bir “yarın” vardı babanın. Ya yarın? Yarın ne yiyeceksin?
Yarının ne getireceği bilinmez ki? İnsan dediğin yarını düşünmeli.
Ama kapı komşunuz Kadir Amcalar
öyle miydi? Hemen hemen her akşam koltuğunda bir paket yahut elinde poşetlerle
gelirdi eve. Akşam babanızı değil de Kadir Amca’nın dönüşünü beklerdiniz. Hülya
Abla’ya ne almıştı yine? Ümitle Uğur yarın nasıl caka satacaklardı yeni oyuncaklarıyla
mahallenin çocuklarına? Eğer yiyecek bir şeyse size de düşerdi, bilirdiniz.
Annen fitil olurdu. Çocuklarının elin eline bakıyor, utanmıyor musun? Ne derdi
baban? Çocuk bu, bakar.
Anason kokulu mutfağından sokağa
ne leziz kokular yayılırdı Şükran Yenge’nin. Enva-ı türlü çiçekler dolu balkonlarından
ayda birkaç kez kesif bir duman yayılırdı mahalleye. Oysa siz pilav üzerine
ayran içer, makarnanın yanında salataya kaşık sallarken, Kadir Amcalar
çarşambaları döner yemeye Sultan Sofrası’na, pazarları balık yemeye Takas’a giderlerdi.
Ama Allah için söyle, Şükran Yenge’nin yaptığı yemekleri mahallede kaç kadın
yapardı? Aman o kadar malzemeyle kim
olsa!.. Annenin yaptığı makarna bile Şükran Yenge’nin yaptığına benzemezdi. Makarnanın
üstüne keççap, mayonez boca eder, yahut kaşar rendelerdi Şükran Yenge. Ya
tatlıları? Jöleli pasta, damla sakızlı muhallebi, keşkül, şöbiyet, bülbülyuvası…
Arada bir sizleri akşam yemeğine
çağırdıklarında annen, kardeşinle seni sıkı sıkı tembihlerdi. Bana bakın! Öyle
sağa sola koşuşturmak yok! Tamam mı? Hı! Pişman ettirmeyin kadını. Önünüze
gelenleri de bitirmeyin öyle görgüsüzler gibi… Evinize benzemez evden içeri
girdiğinizde annenizin tüm tembihlerini çoktan unuturdunuz. Porselen tabaklarla
ne gelse süpürürdünüz. Kadir Amca şurup içer gibi dikerdi ince belliyi. Baban
çok sulu içerdi. (Belki alışmaktan korktuğu içindir.) Yemekten sonra Ümitle
Uğurun odasına çekilirdiniz. İki küçük çalışma masası, iki yatak, üç kapalı elbise
dolabı, geniş bir kitaplık… Kitaplıktaki oyuncaklar karşısında hu çekip Allah Allah
diyen müritler misali kendinizden geçerdiniz. Kırmızı, sarı, mavi, siyah renkli
küçücük metal arabalar, pille çalışan daha büyükleri; kovboy tabancaları,
boncuk atan tüfekler; He-Man kılıçları, ışık saçan bir robot, legolar… Siz
oynamaya kıyamazken Ümitle Uğur hoyratça saçarlardı oyuncakları odanın
ortasına. Kovboy tabancan olsun isterdin hep. Siyah, gıcır gıcır, plastik
değil, metal bir kovboy tabancası. Onunla Kızılderililer’i… Tetiğe hafif bir
dokunuş, bir vahşi tenger menger yere. Yıllar sonra odana Kırmızı Bulut’un
resmini astın asmasına da yine de bir tüfekçinin önünden geçerken dönüp
vitrindeki kurusıkı Smith Wessonlar’a bakmaktan alamadın kendini.
Kadir Amca’nın lügatinde yarın
diye bir kelime yoktu. O, bugünün adamıydı. Bugün alır, bugün yer, bugün
gidilecekse bir yere gider, yarına kesinlikle bırakmazdı. Ya Şükran Yenge?
Böyle çok az sayıda tencere kapağını bulmuştur. Kamu işçisiydi Kadir Amca, iyi
para alırdı. Hem de nasıl kıskanırdı baban. Adam ortayı bitirmiş aldığı maaşa
bak! O parayı bana versinler şehrin yarısını almazsam!.. Kadir, yanlış
yapıyorsun arkadaş, bugün geçti geçiyor nasıl olsa, ya yarın? Kadir Amca
makaraları koy verir, babanın hasisliğini yüzüne vurmazdı.
Garsona, bir buçuk iskender,
dedin. Bir neyine yetmez? Şalgam suyu, bol salata… Bugün ye bakalım ye, yarın… Öfkeyle yedin yemeğini. Otele doğru
yürüdün. Bir oyuncakçı. Durdun. Dudağında kelebek hafifliğinde bir tebessüm… Elini
cebine attın. Ah, çektin. Yürüdün. Üç dükkân ötede bir şekerci. Bulut bulut
pamuk şekerleri. Pamuk şekerini ilk ne zaman yediğini hatırlıyor musun? Hepsi boya
bunların, zararlı gereksiz, zararını yarın görürsün… Bir gün param olacak işte!
Pamuk şekeri, kestane şekeri, çikolatalı gofret, kaymaklı bisküvi… Elini yine
cebine attın. Özenle katlanılmış, jilet gibi yüz yeteleler… Yürüdün. Bir
dilenci daha. Cebindeki tüm metalleri boşaltın avucuna dilencinin. Adam, manyak
mı bu, diye suratına baktı. Manyak olmasa saçar mı böyle? Saçsın! Bakalım
yarın…
Duruşman bitti. Dönüş biletini
aldın.
Tayin istemişti Kadir Amca. Baban, vazgeç, demişti ısrarla. Büyük denizin
dalgası büyük olur, Kadir... Bir temmuz günü… Taşınalı yirmi yıl mı olmuş? İki yıl boyunca
bayramlarda kart atmış, belki de baban cevap vermediği için o da vazgeçmişti. Bir
apartmandan içeri girdin. Kapıcı beş altı yıl önce taşındıklarını söyledi.
Tarif edilen adrese gittin. Çöp yığılı boş arsanın yanında üç katlı, yorgun bir
bina. Allah! Allah! Kapıyı çaldın. Başörtüsünün altında kınalı-beyazlı saçları
dökülmüştü kadının. Bakıştınız. Kadir Demir’i arıyorum dedin. Kimsiniz? Söyledin.
Ağzıyla birlikte gözleri de açıldı
kadının.
“Aaa!.. Mehmet! “
“Şükran Yenge?..”
Boynuna sarıldı…
“Kusura bakma. Buyur içeri.”
Buyurdun.
Böyle bir apartmanda…
Şükran Yenge’nin başörtüsü… Salonda
üzerlerine çarşafa benzer örtüler atılmış iki
kanepe bir masa, bir kuzine soba. Oturdun. Karşı duvarda Kadir Amca.
Hiç
değişmemiş. Her zamanki gibi güleç.
“Eee,” dedi Şükran Yenge.
İşinden, annenden, kardeşinin
doktor çıktığından bahsettin.
“Baban?”
Kadir Amca’ya baktın.
“Deme! Allah rahmet eylesin. Ne
zaman?”
“Altı yıl oldu.”
“Biz de on yıldır böyleyiz… Baban
akıllı adamdı. Yarın, yarın derdi de anlamazdık. Yaza kandık kış aklımıza
gelmedi. Gençlik öyle de böyle de geçer ama; yaşlılıkta cefa çekmek?.. Dul
maaşıyla ne olur ki? Kira, mutfak… Çocuk bakmak pek ağrıma gitti, ilkin. Ah,
rahmetli baban! Hepinizi kurtarmış çok şükür. Hala aynı evde mi oturuyorsunuz?”
“Yok, o ev kirada. Emekli olunca
almıştı şimdikini.”
Sustu Şükran Yenge. İki damla da
yaş vardı gözlerinde. Bak işte bak!
Yarını düşünmemenin cezası… Alnın kırıştı. Yekten ayaklandı Şükran Yenge.
“Akıl mı kaldı şu yengende. Dur
sana bir kahve yapayım.”
İstemedin. O da ısrar etmedi.
“Ümitle Uğur?..”
“Okumadılar! Sen şahitsin işte, neleri
eksikti? Ümit İstanbul’da, bir ilaç deposunda çalışıyor şimdi. Uğur hangi işe
girdiyse dikiş tutturamadı. Çocukları küçükken ezmeliymiş. Ah, rahmetli baban!..
Bak siz okudunuz, ne güzel.”
Okuyun ha! Okuyun da kurtarın
kendinizi. Yarın elin eline…
Kapı çaldı.
“Misafirimiz var.”
“Kim?”
Tanımadın. O da seni. Yanın da beş
altı yaşlarında bir kız. Kızıla boyanmış saçlarında ak teller. Göz kenarlarında
kırışıklıklar. Dudakları vişne çürüğü. Bluzunun altında boyun eğmiş memeler.
Şükran Yenge ikinize baktı.
“Mehmet bu Mehmet!”
Gözlerinden de mi tanımadın Hülya
Abla’yı? Hafif şaşı, koyu ela gözleriyle nasıl bakardı sana? Kapıyı aralıklı
bırakır, sana aldırmadan soyunup giyinmez miydi? Dudağının kıyıcığına, pancar
pembesi yanağına kelebek hafifliğinde öpücükler kondurmaz mıydı? “Utandın mı
errrkekim?” Yıllar yılı rüyalarından hayallerine gidip gelen Hülya Abla’ydı
karşında duran. Pancar pembesi silinmiş yanaklarında artık. Zaten o da kelebek
hafifliğinde bir öpücük kondurmadı yanağının alına, elini uzattı.
“Hoş geldiniz.”
“Hoş bulduk.”
Yirmi yılı özetleyen kısacık
sorulara, kısacık cevaplar verdin. Görevini yapmış olan Hülya Abla kalktı.
“Sevgi, hadi canım üstümüzü
değişelim.”
Çocuğun arkasından baktın. Annesine
benzetemedin.
“Ümit’in,” dedi, Şükran Yenge.
Geçen yıl boşandılar. Hafta da bir annesine götürür Hülya. Buna sevinmen mi
üzülmen mi gerektiğine karar veremedin ilkin. Sonra üzüldün.
“Hülya’m,”dedi, Şükran Yenge.
“İsteyeni az mıydı?.. İki yıllığı bitirdi, işe yaramadı. Kasiyerlik yapıyor ...’ta.
“
Çok ısrar etti Şükran Yenge yemeğe
kalman için. İstemedin. (Birgün Şükran Yenge’nin yemeklerine hayır diyeceğin
aklına gelir miydi?)Bir zamanlar çok isteyip de alamadığı tüm dünya
nimetlerinden artık elini eteğini çekmiş annen için bir şeyler alman
gerektiğini söyleyip ayrıldın evden.
Adımların hızlı, soluğun sert. Sokak
sakin. Yağmur çiseliyor yine. Yandaki arsada sarı, cılız bir köpek nevalesini
gömmeye çalışıyordu. Bak işte, dedi. İt,
itken bile yarını düşünür, kemiğinin bir parçasını saklarken…
Dişlerini sıktın.
Ama o kemikte eski tadı asla
alamaz ki baba, diye bağırmak istedin, bağıramadın.
10
Kasım 2007
Bekirpaşa