Begonya

İkincilik Ödülü

 
anneme ve Gladziıva ailesine

 

Taban kat, dört odalı bir daireydi. Sokağa bakan beş büyük pence­resi vardı. Kış karanlıklarında geç saatlere kadar, bazı günler de sabaha dek perdeler çekilmez, panjurlar inmezdi. Perdelerin çekilmediği, pan­jurların inmediği geceler, Noel bayramının yaklaştığını haber verirdi. Kentin kimi bulvarları, caddeleri, sokakları yüksek voltajlı ampullerle döşenirdi. Hele pencereler, ışıl ışıl olurdu. Herkes birbiriyle yarış edercesi­ne, Noel ağacı, Noel Baba resimleriyle, renk renk parlak kağıtlardan ya­pılmış yıldızlarla süslerlerdi pencereleri. Camların kenarlarına da renk renk minik ampuller yerleştirirlerdi.
 
Bizim sokakta en güzel Bayan Else süslerdi pencereleri. Kimileri gibi tıka basa doldurmaz, yalın bir biçimde, neyi nereye koyacağını iyice düşünerek yapardı. Pencere pervazının üzerindeki kimi çiçeklerin dalla­rını incitmeden beyaz pamukla sarardı. Noel Baba kızağını çeken Ren geyikleriyle karla kaplı ormanın arasından çıkıyormuş havasını verirdi. Ve armağan bekleyen çocuklar...
 
Berlin yine ışıl ısıldı, Noel'e iki gün kalmıştı. Taban katındaki da­irenin önünden geçerken, kaldırımdaki kestane ağacının yanında dur­dum. Bir sigara yaktım. Birini bekler gibi oyalanıyordum, ama gözüm penceredeydi. Tül perdeler kirlenmiş, camlar tozlanmış, ölü bir ışık ay­dınlatıyordu odayı. Yüreğim sızladı.
"Şimdi Bayan Else olsaydı, böyle mi olurdu", dedim kendi kendime.
 
Biz apartmana yeni taşınmıştık, komşularla ilişkimiz yoktu. Apart­man sakinleri her yıl avluda Noel eğlencesi yaparlarmış. O yıl bizim pos­ta kutusuna da davetiye atmışlardı. Aileden kimse gitmedi, avluya bakan pencerelerin perdeleri sıkı sıkıya çekildi. Dışarıdan konuşmalar, kahkaha­lar, gürültüler geliyordu. Bir ara kapı zili çalındı. Babam kapının yanından geçip, mutfağa girdi. Altı yaşındaki kardeşim kapıyı açtı. Annem gelen ki­şiye gülümsemekle yetindi. Pek Almanca bilmezdi, yardımına yetiştim.
 
Elli yaşlarında, ince yapılıydı, kısa saçları sarışındı. Mavi gözleri pı­rıl pırıldı. Gülümsüyordu.
 
"Siz gelmeyecek misiniz?"
 
"Hayır, ailem gelmek istemiyor."
 
"O zaman siz geliniz," dedi, insana güven veren sesiyle.
 
Babamdan izin aldım, sevinerek onunla birlikte çıktım. Avluya gi­rince, bir an bütün gözler merak içinde üzerime çevrildi. Heyecanlandım, gülümsemeye çalıştım bana bakanlara.
Elsa Gladziwa, beni kocası Günter'le, oğlu Wolfgang'la tanıştırdı. Wolfgang'ın yanında bir oğlan ile bir kız çocuğu dikiliyordu. "Onlar to­runlarım," dedi, çocukların saçlarını okşadı Bayan Else. Yerde tembel tembel yatan iriyarı, uzun kulaklı köpeği gösterdi. "Bu da Jozef," dedi. Sanki kendisinden söz edildiğini anlamışçasına başını kaldırdı, esnedi Jozef. Wolfgang iki tekerlekli sandalyenin üzerinde iki büklüm oturuyor­du. Başı gövdesiyle birlikte biraz sola sarkıyordu, kolları da kımıltısız gi­biydi. Üzüntümü saklayamadım. Ne oldu diye sordum. Hastalığı, kemik erimesiymiş. Her geçen gün de yavaş yavaş gücünü yitiriyormuş oğlu, Bayan Else üzülerek anlattı bunları.
insan böyle durumlarda ne söyleyeceğini, nasıl davranacağını bi­lemiyordu. Ben de bir süre bu şaşkınlığı yaşadım. Sonra, otuz yaşlarında gösteren oğluna gülümseyerek baktım, o da içtenlikle bana gülümsedi.
 
"Ne içersiniz?" diye sordu Bayan Else. Ardından bana şöyle bir baktı. "Kaç yaşındasınız?"
 
"On altı."
 
"O zaman sana 'sen' diyebilirim. Ne içmek istiyorsun?"
 
O akşam tanışmıştım kapı komşumuz Bayan Else'yle. Annemi sor­muş, uzun uzun annemle ilgilenmişti. Eve gelince, Noel eğlencesini, Ba­yan Else'yle konuşmamızı anneme uzun uzun anlattım.
 
O akşamdan son­ra onu ve Gladziwa ailesini hiçbir zaman unutamayacaktım.
Her sabah ben okula giderken, onlar da Wolfgang'ı işyerine götü­rürlerdi. Hâlâ eski işyerinde, belediyede memurmuş. Kollarına takılan elektronik bir aygıtla çalışırmış. Bayan Else ona gözü gibi bakardı. Oğlu­na her sabah takım elbise giydirirdi. Gömlekleri ütülü, lekesiz olurdu. Giysisine uyan en güzel kravatı seçerdi. Ya Wolfgang'ın parfümü? Sokaktan geçen kimi kadınların dikkatini çeker, dönüp dönüp bakarlardı. O güzel kokunun sakat bir adamdan geldiğine inanmazlar, merak içinde kokunun sahibini arıyorlarmış gibi yollarına devam ederlerdi.
 
Paskalya'da, Noel'de, bize küçük aramağanlar getirirdi Bayan Else. Ayda en az bir kez kapımızı çalar ya da kapının önüne çikolata bırakırdı. En çok küçük kardeşim sevinirdi buna, babam çikolata almazdı. Annemi de düşünürdü. Ona da saksı çiçekleri armağan ederdi. Birbirinden güzel saksı çiçekleri. Pencerenin önünden geçerken çiçeklere şöyle bir göz atar­dı. Annem onlara gözü gibi bakardı, ama çiçekler iki haftaya kalmaz so­lardı. Bunu gören kadın üzülürdü. Onunla karşılaştığımda, "Annen çiçek­leri niye solduruyor?" diye sorardı. Annem de çiçekleri çok severdi, yap­raklarını okşar, onlarla konuşurdu bile. Nedense Bayan Else'nin çiçekleri solardı. Annem kadınla karşılaşınca, mahcup mahcup gülümserdi.
 
"Annem sizin çiçeklerle Türkçe konuşuyor. Onun için soluyor çi­çekleriniz," dediğimde, tatlı tatlı gülerdi.
 
İlkyaz mevsimi, cumartesi sabahıydı. Zil çaldı. Karşımda Bayan Else'yi görünce şaşırmadım, en çok kapımızı çalan oydu. Elinde saksı çiçe­ği ile çikolata paketi vardı. Gülümseyerek uzattı. Teşekkür etmeme fırsat vermeden, "Araba bekliyor, hemen çıkmalıyım," diyerek uzaklaştı. Hava­ların ısınmasıyla onların neşeleri daha da artardı. Cuma akşamı, olmadı cumartesi sabahı, hafta sonlarını yazlıklarında geçirirler, dönüşlerinde mevsimine göre siyah erik, elma, armut, çilek getirirlerdi.
 
Büyük çiçekli bir begonyaydı. Solgun kırmızı çiçekleri, hafifçe pembeye çalıyordu. Bir sürü de tomurcuğu vardı bitkinin. Bir kağıda çi­çeğin özelliğini, bakımını yazmıştı. Türkçeye çevirdim, usul usul anlattım anneme. Yazıldığı gibi uyguladı annem. Yine de üçüncü gün bütün çi­çekler soldu, tomurcuklar döküldü, ama daha canlıydı begonya.
 
Jozef ölmüş. Onun ölümünü üzülerek duyurmuştu bize Bayan El­se. Torunları onun öldüğüne hâlâ inanamıyormuş. Jozef in yerini başka bir köpek dolduramazmış. Onu çok küçükken almışlarmış. Gladziwa ai­lesinin bireyi gibi severlermiş onu. Ama öldü, diyordu. Bunları ayaküstü koridorda anlatmıştı.
 
Ben ailemden ayrılarak başka bir sokağa taşındım. Her gün olma­sa da haftada bir kez uğrardım. Ailemin ziyaretine gidince, annem gör­düklerini, duyduklarını bana anlatırdı. "Torunları evden ayrıldı. Giderken pencereden seyrettim onları. Ne çabuk da büyüdüler." Biri yirmi, biri on sekiz yaşındaymış. Bayan Else onların ayrıldığına çok üzülmüş, ağlamış. "Onlar gidince, ev sessizleşti. Büyük evin içinde üç kişi kaldık. Jozef in yokluğuna alışmıştık, onların ayrılması bizi çok üzdü. Kendilerine ait odaları vardı, ama nasıl olsa bir gün ayrılmayacaklar mıydı? Sık sık bizi zi­yaret edeceklerine söz verdiler" demiş. Sonra beni sormuş kadın. Nasıl olduğumu, kendi kendime yetip yetmediğimi... "Bunları bana bir bir kar­deşin anlattı" dedi annem. Üzüntülüydü, Bayan Else'nin günden güne za­yıfladığını pencereden görmüş.
 
Martın ilk günleriydi. Annemdeydim, içeri girince tuhaf bir sessiz­lik karşılamıştı beni. Kardeşim üniversitedeymiş. Babam bir haftadan be­ri eve uğramamış. Nerede olduğunu bilmiyor, kaygılanmadığı gibi, merak da etmiyormuş annem. Durgun, neşesizdi. "Bir şey yemeyecek misin?" diye sordu. Çiçekleri suluyordu, üzgündü, işyerinde bir şeyler atıştırdığı­mı, canımın istemediğini söyledim. O tuhaf sessizlik beni de etkilemişti. Sormaya cesaret edemiyor, annemin konuyu açmasını bekliyordum.
 
"Yemek yemeyecek misin?"
 
"Hayır anne, yemeyeceğim."
 
Annem yemek yemeyeceğimden iyice emin olunca, ağlamaya ha­zır bir sesle, "Komşumuz öldü. Toprağı bol olsun, mekânı cennet olsun" dedi. Bir süre sonra sessizce ağladı. Gözyaşları kirpiklerinden usulca ya­naklarına süzülüyordu.
 
Bilirdim, annem yalan söylemezdi. O kadının öldüğüne de inan­mak istemiyordum. Pırıl pırıl gülümseyen Bayan Else'yi düşündüm, iyi yürekli komşumuz yetmiş yaşlarında ölmüştü.
"Ne iyi komşumuzdu, oğluna da gözü gibi bakardı." Hasta komşusuna çok üzülüyor, onu düşünüyordu annem. Acaba onu mu kendi geleceğini mi düşünüyordu? Annemi bitkin, üzüntülü bir halde bırakıp, evime gittim.
 
"Şimdi de babası bakıyor oğluna. Zorlanarak iter iki tekerlekli araba­yı. Durur, bir soluk alır, yine iter. Geçenler iki kez ambulans çağrıldı. Aca­ba ambulans babasına mı, oğluna mı geldi? Bunu öğrenemedim. Bazen to­runları gelir. Kızın bir çocuğu olmuş, oğlan da araba sevdalısı, bir de iri ya­rı bir köpeği var. Adı Yesof. Sık gelmeseler bile, ara sıra uğrar torunları. El­se'nin ölümü en çok kocası Günter'i üzmüş..." diye bir bir anlatır, söyleye­cek bir şeyi kalmayınca, begonyayı sevmeye başlardı annem. Kimi zaman da pencereden dışarı bakar, dalar giderdi. Gittiğimi bile fark etmezdi.
 
Tül perdeler kirlenmiş, camlar tozlanmış, ölü bir ışık aydınlatıyor­du odayı. Yüreğim sızladı. Şimdi Bayan Else olsaydı böyle mi olurdu, de­dim kendi kendime. Baba ile oğul altı kişilik oval bir masanın bir ucun­da van yana oturuyordu, ikisinin de boynu büküktü. Birinin başı sağa, ötekinin başı omuzuyla birlikte sola sarkıyor, masaya düşecek gibi görü­nüyordu. Biri sandalyede, öteki iki tekerlekli sandalyenin üzerindeydi. Sessizdiler. Önlerinde yemek tabaklan duruyordu. Arada bir televizyona bakıyorlardı. Birinci kanal akşam sekiz haberlerini veriyordu. Baba taba­ğının kenarındaki kaşığını eline aldı. Sağ kolu gövdesinin bitiştiği yere kadar usulca yukarı kalktı, kolu titredi. Elini hafifçe aşağıya indirdi, ya­vaşça kaşığı tabağının içine daldırdı. Bir an tabağın içinde bekletti. Dirse­ğini masaya dayadı, bileğini bükerek usul usul ağzına götürdü kaşığı. Gözlerini ekrandan ayırmadan yavaş yavaş, uzun uzun çiğnedi. Bir yu­dum su içti. Yine aynı devinimlerle oğlu Wolfgang'ı doyurmaya başladı, içimi ağır bir sıkıntı bastı. Kaldırım kenarında bekleyip baba ile oğlu sey­retmek artık bana acı veriyordu. Anneme de gitmekten vazgeçtim, usul usul sokak boyu yürüdüm. Şimdi annemin dertlerini, onun yakınmaları­nı, korkularını, acılarını dinleyemezdim. Babam dostuna taşınmış. Karde­şim yatıya kalmıyormuş. Her gece sevgilisinin yanına gidiyormuş. "Onunla bir konuş, bir konuş" demişti annem. Ben niye sık sık uğramıyormuşum? Bu da çok üzüyormuş annemi.
 
"Bu boş evde gözlerime uyku girmiyordu. 'Gece yarıları sıçrayarak uyanırdım. O gece kardeşin evde yatmıştı. Bu beni çok mutlu etmişti. Hu­zur içinde uyuyordum. Birden siren sesiyle uyandım, iki tekerlekli araba­ma bindim, cansız bacaklarımı yerleştirdim. Arabayı hızla sürdüm, pan­jurları çektim. Sokakta iki ambulans bekliyordu. Işıkları yanıp yanıp sö­nüyordu. Kardeşini uyandırdım. Kapıyı açtım. Koridorda birkaç kişi diki­liyordu. Else'nin torunlarını tanıdım, iki siyah giysili adam, cenaze torba­sının içinde birini götürdüler. Mutlaka Günter'di. Zavallı, eşinin yokluğu­na ancak bir yıl dayanabildi, dedim. Sonra Wolfgang çıktı, boynu kopa­cak gibi sarkıyordu, ilkyardımdan görevli biri itiyordu tekerlekli arabası­nı. Ah, yüzünü bir görmeliydin. Kederler içindeydi, bitkindi. Benim iki te­kerlekli sandalyemi görünce, bütün gücünü toplayıp başını kaldırmaya çalıştı. Göz göze geldik. Öyle acı acı baktı ki bana. Gözlerim doldu. Keş­ke, dedim. Babası değil de oğlu ölseydi."
Annem sustu, gözlerini sildi. Yine sessizce ağlamıştı. Önündeki be­gonyayı okşarken, sokağa bakıyordu.
 
"Benim de sonum Wolfgang gibi olacak, ben de sonunda huzure­vine gideceğim? Allahım, o günleri gösterme bana."
 
"Sen Wolfgang gibi değilsin anne. Sen kendi işlerini tek başına ya­pabiliyorsun."
 
"Hayır, yapamıyorum oğlum. Geçen gün yerden bir şey almaya uğ­raşırken, arabadan yere düştüm. Kimse yoktu. Telefon uzaktaydı. Telefo­na kadar sürünmeye çalıştım. Ağır gövdemi yerinden oynatamadım. Oynatsam bile telefon yüksekteydi, oraya uzanmam imkânsızdı. Çaresiz­dim. Ne yapacağımı bilmiyordum. Altıma yapmaktan korkuyor, kahroluyor, canımı alsın diye Allah'a dua ediyordum. Kardeşin akşamüzerleri şöyle bir uğrardı. Beklemekten başka çarem yoktu. Yine de sesim çıktığınca, 'Hilfe... imdat...' diye bağırdım. Sokaktan da kimse geçmiyordu. Geçse bile, acaba sesimi duyacaklar mıydı? Pencere kapalıydı. Sert bir ci­sim aradım camı kırmak için. Elimin yettiği yerlerde hiçbir şey yoktu. Ça­resizce bekliyordum, birden kapı açıldı. Birden kardeşini görünce, hıçkı­rarak ağlamaya başladım. Halime dayanamadı, kardeşin de ağladı. Sanki yere düştüğümü sezmişçesine çıkıp gelmişti. Arkadaşlarıyla birlikteyken içini sıkıntı basmış, huzursuz olmuş, kalkmış eve gelmiş. Ağlarken, yine de canımı alsın diye, Allah'a dua etmiştim."
 
Bakışlarımı kaçırırken, "Anne, sus lütfen. Biz ne güne duruyoruz?" dedim.
 
Kardeşimle konuşup, annemi yaşlılar yurduna yerleştirmeye karar vermiştik. Sanırım, annem bunu sezmişti. Başını hızla bana çevirirken, kolu birden çiçeğe takıldı. Begonya yere düştü. Seramik saksı kırıldı, top­rağı döşemeye dağıldı. Dalgın dalgın düşürdüğü bitkiye uzun bir zaman baktı annem.

        

  



TRT TÜRKİYE RADYO TELEVİZYON KURUMU
Türkiye Radyo Televizyon Kurumu,
EVİNDE YABANCI, TRT Yayını, 2007
1.basım, 2007
1000 adet basılmıştır.
Yapım: TRT Türkiye'nin Sesi Radyosu
Yayına Hazırlayan: Pınar Şenel
Sayfa Düzeni: Gülümser Yalçınkaya
Kapak Tasarımı: Ayhan Bilasa
Baskı:
TRT Genel Sekreterlik
Basım ve Yayın Müdürlüğü
Ofset Tesisleri'nde basılmıştır. Ankara, 2008
ISBN: 978-975-7655-77-0
 
TRT Dış Yayınlar Dairesi Başkanlığı Türkiye'nin Sesi Radyosu
06109 Or-An Ankara/Türkiye
Tel: (+90.312) 4909820-4909806-4909808    Faks: (+90.312) 490 98 45
http://www.trt.net.tr   http://tsroyku.blogspot.com
e-posta: tsr.oyku@trt.net.tr •  tsr.turkce@trt.net.tr


       
                                                   
  
 Şakir Doğan
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar