Gelincik

 

   





Sabah güneşi perdeyi aşıp gözlerine ulaştı. El yordamıyla yan tarafını yokladı.
Yanıbaşındaki boşluğa uykulu gözlerle baktı. Eliyle sanki birisi yatıyormuş gibi boş yatağı okşadı. Yastığını düzeltip, yorganına sımsıkı sarıldı. Yaşam dair pembe düşlerinin yerini şimdi kocaman bir yalnızlık ve kırılmışlık almıştı.Aydınlık düşlerimi karanlıkla değiştiren coğrafya diye mırıldandı kendi kendine. Kalkıp perdeyi araladı martıların özgürce uçuşunu izledi birkaç dakika. Bir uçak geçti, ardında griden bir yol çizerek. İlk kez uçağa bineceğinde ne kadar heycanlanmıştı. Kocası alaycı bakışlarla kemeri takma uğraşını, kabarmış yumuşacık ekmekle, kediyi bile doyurmayacak azlıktaki yemeği acemice yiyişini izlemişti.
Kocasına yaslanmak istedi ama içini üşüten bakışları anımsayıp cesaret edemedi. Sonra yanındaki yabancıya küskün, pencereden dışarıyı izlemeye başladı. Sonu görülmeyen maviliklerin arasındaki, pamuk tarlası gibi bulutların üzerine atlayıp geri dönme düşleri kurdu.
 
Bulutların üzerinde evine gitti, annesi kapının yanıdan ki sedirde boynu bükük oturuyordu.
Kapıyı tıklattı kaynanası:
- Kalk daha ne yatıyon?
"Çocukları uyanacak ya kapıyı bile kibar çalıyor" diye düşündü, acı bir gülümseme oturdu dudağının kenarına. Zaten yarısı bozulmamış yatağın pembe yatak örtüsünü örttü. Yalnızlık kokusu ta tenine işleyen odadan kaçarcasına çıktı.
Kahvaltı masasını hazırladı.Çay kokusu, onu alıp geldiği yerlere götürdü; o hep birlikte oturdukları kahvaltı sofrasına.
- Çayı mı koydun mu?
- Tamam getiriyorum. Dedi gönülsüzce. "Hazır çayı bile almıyorlar sanki hizmetçi geldim ben bu eve" diye geçirdi içinden.
Ev halkı herzamanki gibi birbirini beklemeden, kahvaltılarını yapıp çıktı. Pencereden kıskançlıkla günlük yaşama karışmak için, evden çıkan görümcelerine baktı. "Bende bunlar gibi çalışacaktım, sonra akşamüzeri eve birlikte gelip, yemeği birlikte yapacaktık" diye düşündü. Kapıdan giren kayınbaba gelinin mutsuz iç çekişine, ciğerlerindeki nefesi seslice boşaltarak yanıt verdi.
- Eve gelmedi mi o sersem yine?
- Gelmedi baba.
Kayınvalide bir hışımla mutfağa girerken, "İkiniz bir oldunuz oğlanı mı karalıyonuz? Aslan gibi oğlan, buna da yeter ötekine de..." diye mırıldandı. Nergün bildiği ama bilmezden gelmek için onca uğraş verdiği "Buna da yeter ötekine de." gerçeğinin seslendirilmesiyle sarsıldı. İçi boşalır gibi oldu masanın bir ucuna tutundu.
Kayınbaba:
- Sus kadın! Allah'ından bulasıca! Ceylan gibi kızı aranızda erim erim erittiniz diye bağırdı.
Gelin çıkacak fırtınanın sesini duyup kendine gizlendi.
- Sana dedim bu kızı almayalım. İlle emmimin torunu dedin tutturdun. Şu sapan bacaklı kızı benim aslan oğlum ne yapacak; oğlandan da olduk bunun yüzünden; diye diklendi.
Gelin ilk kez görüyormuş gibi bacaklarına baktı. Sonra bakışları eflatun ojeli ayak parmaklarında takılı kaldı .
Kayınbabanın yerinden kalktığını farketmedi bile, kadının "Oy anam oyy!", "Ocağı batası uğursuz gelin!" ahıyla mutfakta olup bitene döndü. Kavgayı ayırmaya korktu. Devinimsiz bir film izler gibi izledi kayınbabanın tekmelerini küfürlerini ve kadını yerde sürükleyerek mutfaktan çıkarışını. "O gelini aslanıma yar etmem!" diye uluyordu kaynana.
Kayınbaba hareketin verdiği yorgunlukla homurdanarak mutfak kapısından "Bu sütü bozuklar sana rahat vermeyecekler kızım!" deyip gitti.
Kaynana saç baş dağılmış kapıya dikildi:
- Gönlün oldu mu itin dölü? Herife dövdürdün beni, gönlün oldu mu?
Nergün birşeyler söyledi ama sesi içinde kayboldu, duyulmadı. Kaynananın tokatdını ustaca atlatıp, aylardır yaşama umutlarını gömdüğü odasına saklandı.
 
 
Koyu kahve deri koltuklarına sinen evin genel huzursuluğu akşam karanlığıyla birleşip, salonu solunum yapılmaz hale getirmişti. Kızlar zaten kendi odalarından salona teşrif etmezlerdi. Aynı evin içinde kaç ayrı dünya diye düşünürdü gelin her akşam. Televizyondaki haberleri izlerken, Nergün’ün kocası geldi.
- Selam millet ne bu ölü mü var dedi, cıvık cıvık. Nergün’ün gözlerinde bir yıldız yandı söndü. Ne kadar isterdi yüzüne bakmayı, gözlerinde buluşmayı. Küçücük bir sevgi kırıntısınada razıydı. Ama o soğuk, o yabancı o umursamaz bakışlarla karşılaşıverdi yine.
 - Kalk kız yemek hazırla duş alıp, çıkacam ben .
Baba;
- Bir yere çıkmıyosun otur konuşacağız.
- Benim anlaşmam var sonra konuşuruz.
- Ne diyon lan sen, sana şimdi konuşacağız diyorum. Adamın ağzını bozdurma. Bu sabinin günahına girdin ne haltlar yiyorsun dışarılarda. Al karını da götür yanında. Eksik etek iki insan yüzü görsün.
- Baba işim var dedim, anlamıyor musun ?
- Lan sana karınıda götür diyoum. İt, kızı verem edeceniz el birliğiyle.
- Sen seçtin. Al dedin, aldın geldin. O zaman sen al götür baba . Bu eve de gelmeyeceğim zaten adama bi huzur vermiyorsunuz. Al emmi kızını da başına çal diye bağırıp, eğreti oturduğu sandalyeden fırladı. Tam karşısındaki sandalyede oturan karısına bir yumruk atıp koşarak evden çıktı.
"Anam!" diye çenesini tuttu Nergün. Burnundan kan boşaldı. Kayınbaba oğlunun ardında fırladı, yetişemedi. Küfürler savurarak salona döndü. Sabahın acısının alınmasına sevinen karısına, buz gibi, nefret dolu gözlerle baktı. Gelini kucaklayıp elini yüzünü yıkamasına yardım etti. "Sabah ola hayrola kızım, sen odana git" dedi.
Salondan gelen anlamsız bağrışmaları dinledi bir süre; duyduğu sözcüklere anlam veremedi. Kaynananın sesi kulaklarında uğuldadı...
 
Nice sonra odasındaki cırtlak pembe duvara asılı sırları yer yer dökülmüş eğreti aynada çenesine baktı. Tuvalet kağıdıyla yapılmış burun tamponu çıkardı. Ağzına doğru kırmızı sıvı bir yol uzandı. "Bu incecik yol yüreğimden akanın yanında ne ki?" dedi yüksek sesle.
Kanlı elbiselerini çıkarıp savurdu kapının arkasına. Tam elbiselerin düştüğü yerde bir tekme düşmüştü nasibine. Eli bilinçsizce kalçasına gitti. Sanki o tekmenin acısınıda yeniden hissetti.
Bıkkın, yorgun, minik ve çaresiz bir kedi yavrusu gibi yatağına kıvrıldı. Sonra kalkıp perdeyi araladı yıldızları bol bir gecede karanlıkları yaşamak bu olsa gerek dedi.
Annesini özledi. Onun kolarında yaşadıkları acılardan sıyrılıverecekmiş gibi geldi. Uzun bir mektup yazmaya niyetlendi. Hem de annesiyle konuşur gibi. Kalem elinde dakikalarca bekledi, sözcükler cimrileşti, sözcükler kalem yerine gözlerinden döküldü kağıda.
Gözlerini elleriyle, burnunu da geceliğinin koluyla sildi. Taptaze kızıl sıvı, geceliğin koluna mühür gibi yerleşti. Beyaz geceliğin kolundaki lekeye anlamsız anlamsız baktı, sonra gelinciğe benzetti. "Gelincik, doğanın en güzel, en nazlı çiçeği." dedi.




 



O, Nergün'e sevgisini rengi atmadan kurutulmuş gelincikleri Zehra Tezavara'nın "Eylül"‘
romanının içinde göndermişti. Yaprakları tülden daha zarif görünen kızıl gelincikler.
Nergün yanıt vermemiş, perdenin ardınan, evlerinin önünden gelip geçişini memnuniyetle izlemişti. "Benim kızıl gelinciğim, bir ses ver artık! Dokunsam dağılacak, dokunmasam çürüyeceksin gibime geliyor; korkuyorum." yazılıydı, bu Allah'ın belasına nişan yapılmadan bir hafta önce gelen son mektupta.
Nişanda da boynu bükük kenardan bakmıştı sadece. Yanındaki nişanlısı olacağın umursamaz yabancı bakışları içini üşütürken, onun kırgın bakışları yüreğinde ince bir sızı oluvermişti.
Annesinin "Kızım, birbirinize alışırsınız. Avrupa'ya gidip yaşayacaksın." sesi çınladı kulağında. "Alıştık" dedi seslice, "alıştık." Burnuna tekrardan sokuşturduğu tamponu çıkardı, yere düşen kızıl damla, gri tüylü kalının arasında koyu bir leke oluşturarak kayboldu. Gelincikleri Avrupa'ya tercih etmek zorunda kalmanın bedeliydi bu kızıl damla belki de. Evlilik düşlerinde buna hiç yer ayırmamıştı. Hele ki Avrupa'nın göbeğinde bötle vahşi bir insan yetişeceğini hiç düşünmemişti. Islak peçeteye dönen kağıdı buruşturup bıraktı. Örtüsünü bile açmadan yatağına uzandı. Sanki dalından yeni koparılmış bir gelincik düştü alnına. Aceleyle kalktı, gardrobun üzerinden, valizi indirdi. Beğenerek aldığı, ama ağız tadıyla giyemediği birkaç giysisini koydu içine. Şu an hiç bir anlam ifade etmeyen bu boncuk mavisi buluzu ne çok sevmişti. Anıları bile çok uzakta, çok yabancıydı şimdi, bellek yanılsaması gibi.
Beyaz saten geceliği uzun uzun elinde tuttu. Uzanıp çekmeceden makası aldı. Huzurla yatamadığı karyolanın üzerine bacaklarını ayırıp oturdu. Geceliği kalınlı inceli kesti. Kestikçe rahatladı anılarını yok ediyor gibi hissetti. "Yaşattığın 6 ayın anısına." diye kısa bir not bıraktı kırpıntı tepesinin üzerine.
Valizini kapattı. Yatak odasının kapısına gelince durup valize baktı. Ne dillerinden ne dinlerinden anlarım, bir de bu valizimi bela edeyim başıma diye düşündü. Sonra giymesine izin verilmeyen kotunu giydi. Kulağını kapıya dayayıp salonda ses varmı diye dinledi. Yavaşça süzüldü kapıdan, sessizce açtı dış kapıyı. Ayağı merdiven korkuluğuna çarptı. Durdu bekledi ses duyuldu mu diye. Apartman kapısının önünde derin bir nefes aldı. Güneşli bir günde geldiği evden, karanlığa karışarak kayboldu.
 
 
 27.03.08

  
 Sultan Tektaş
 H@vuz Yayınları'ndan Yayımlanmış Kitaplar