…
Ölmek
yeğdir olacaksa senin her şeyim.
Seviyordu
tensiz bir hayali, vücut sanıyordu
Sulardakini.
Narkissos
Yüz
yıllara tanıklık etmiş Kars yıllarca soğuk ve sıcağa okşanırmışçasına yanıt
vermiş hala ayakta, okşanmanın erincini yaşıyor.
Hava
kararmak üzere yağmur yeni dindi. Ortalık sessizlik içinde. Ne gece ne de
gündüz, iki zaman arasında sıkışmış gün doğuramıyor. Doğa en zor sancılarında
gündüz gitmemek üzere direniyor, gece, kendi dinginliğinin erincini yaşıyor.
Küçük pencerelerden sızan ışıklar elindeki gazeteyi okumasına yetmiyor.
Gazetedeki yazıları okuyamamanın verdiği sıkıntıdan daha çok beklediği
arkadaşının gelmemesi onu meraklandırıyor.
Cemil,
gözlerden ırak, kapıyı görebileceği bir yere oturdu. Her kapı açıldığında
kapıya baktı. Kapı açıldı içeri bir genç kız girdi. Pek oralarda görünmeyen
tiplerden, bakımlı ve güzel genç kız pastanenin içindekileri tek tek süzdü ve
elinde Tercüman Gazetesi olan Cemil’in yanına giderek kimliğini uzattı. Cemil
gelen kıza şaşkın şaşkın bakıp “Gel otur, hoş geldin” Dedi. Genç kız kendini
tanıttı. “Ben Seher.” Seher’in yüzüne bakmadan: “Ben de Cemil”. Delikanlı
şaşkınlığını daha üzerinden atmadan garson iki çay getirdi. Tanışma bittikten
sonra çaylar içildi. Cemil genç kızı kalacağı yere götürmek üzere yola
çıktılar.
Kars kalesi yüz yıllardır ondan fazla ayrı kültürden
insanları bir arada konuk etmenin erincinde, kibirli ve suskun…
Kars, her kent gibi ana arterlerinde kaynıyor. Bütün geç
kalmışlıklarla sevişiyor gibi gençler. Bir grup genç yürüyüş kolunda“Defol
Amerika!, Defol Altıncı Filo!” seslerini yükseltiyorlar sokaklarda.
Kent merkezi genellikle iki üç katlı yapılardan oluşmuş,
geçmiş yılların özelliklerini barındırıyor. Merkezinden ırak mahallerine
gittikçe kentin cariyelikleri gibi yeni yapılan gecekondular karşılar sizi.
Ruslardan kalma iki üçü katlı binalar geride kaldıkça kent
mimarisinde bozulmaya doğru yürüyorsunuz. Merkezde burun direğinizi kıran kömür
kokusu, gecekondularda yanan tezek kokularına bırakıyor yerini. Kent merkezi
padişah odaları, gecekondular ise cariyelik ve odalıklar olarak sevişmelerinde.
Kars küçük bir kent ve en uzak mahalleye o yıllarda on beş
dakikaya yürürsünüz.
“İstanbul’dan
söz et, arkadaşlar nasıl?” Aslında kimi
sorduğunu da bilmiyordu.
Seher;
İstanbul’da
artık kalamayacağını şimdi Kars’ta kalmak zorunda olduğunu kısa bir süre sonra
başka kente gideceğini kalacağı yere de fazla yük olmayacağını anlattı. Yol
bitti bile. Çarpık, yarı yıkık
duvarlar içine açılan tahta kapının, eşiğinin altına sakladığı anahtarı alıp
kapıyı açtı. O kapıyı yüzlerce kez açtı birçok arkadaşını konuk etti, orada çok
güzel günleri de çok kötü günleri de oldu, o kapı arkasında. Ama bu kez
yanındaki genç kızı konuk etmek ona hem heyecan veriyor hem de aldığı
sorumluluk onu korkutuyordu. İçeri girdiler. İçerisi bir oda ve girişte hem
mutfak hem de banyo olarak kullanılan iki göz yıkık harabe bir yer. Seher odanın içinde gözlerini gezdirirken
Cemil de onun yüzündeki saniyelerle değişen renkleri izledi. O harabeyi böyle
bir güzellikle bölüşmenin onun için ne dayanılmaz bir keyif ve acı olduğunu
düşündü. Bir an için hiç gitmese diye düşündü. O gözlerini gezdirirken Cemil de
onun yüreğinde gezindi gözlerinde. Sadece başını sokabilecekleri yağmurdan,
yağıştan korunabilecekleri bir yer. Büyük odada tahtadan yapılmış bir karyola
var. Üç dört kişinin yatabileceği şekilde büyük yapılmış.
Şaşkınlığını
gizleyemedi, Seher, “Ben burada mı kalacağım? Yalnız kalamam burası güvenli
değil.” Dedi. Cemil’in arkadaşının ona Seher’i gönderirken söylediği sözler
aklına geldi.” Bir arkadaş, bir yoldaş” “Yalnız kalmayacaksın burada birlikte
kalacağız. Burası benim evim başka kalacak yerim yok.” Her ikisi de duruma
şaşırmışlardı. Seher’in (İstanbul’a)geriye dönüşü nerdeyse olanaksızlaşmıştı.
Kars’a geldiğini Cemil’den başkası da bilmiyordu. Ailesi Seher’in Kars’a
gitmesini istemiyormuş o yüzden Seher de ailesinden habersiz gelmiş.
Oturup evi bir kadın gözü ile düzenlemeyi
düşündüler ve hemen işe koyuldular. Bu iki insan ilk kez birbirlerini
görüyorlardı. Belki adları bile doğru mu? Bilmiyorlar. Seher evde neler
olduğunu gözden geçirdi. Öncelikle yatacak yerini hazırlaması gerekliydi.
Cemil’in yerde yatmasını düşündüler. Yer topraktı ve nemliydi, yatılamazdı.
İkinci bir karyola bulamazlardı.
Böylece hazırda bunan karyolayı ikiye bölmeye karar
verdiler. Seher evde olanlara bakıp işe yarayanları ayırdı bir döşek, iki
yorgan, birkaç kap kacak, bir iki bardak, bir tencere, bir piknik tüp ve iki
kaşıktan ibaret bir yer. Bir de çarşaf var. Döşeği serip tavandan çarşafı asıp
yatağı ikiye bölmeye karar verdiler. Bütün bunlar olurken Cemil Seher’in yüzüne
bakmadı. Çarşafı tavandan iki çivi ile tutturdular ve yatak bölündü. Tek odalı
gecekondu iki odalı hale geldi. Bir çarşafla, yatağı bölmenin güveni oluştu bir
anda Seher’de. Aslında sorun bir birlerine güvenmemek değildi. Her ikisi de bir
tür korku yaşıyorlardı kendi içlerinde ki gençlik ateşi karşısında.
Cemil
Seher pastaneden içeri girdiğinde onun ne kadar güzel olduğunu içine
gözlerinden yayılan ışığın birer ok gibi saplandığını biliyordu. Ona elini
uzattığında içinde kopan fırtınanın gelişindeki heyecan hala saklı. Ve o bir
kez gördüğü gözlerin içine birer hançer gibi saplı kalması onu cehennem
ateşlerinde, daha pastanede iken kavurmaya başlamıştı. Bu kavruluşun korkusundan
olmalı ki birkaç saat geçmesine karşın Seher’in yüzüne bakamamıştı. Baksa
yüzüne, gözlerine sanki orada bir çift dipsiz kuyu var, düşüp içine gidecek ve
bir daha çıkamayacak…
Üremenin
ve aşkın üretkenliği ile yaşamının daha iyi gelişeceğini ateşler içinde de olsa
var saydı. Ve bu harika güzellikle bir odada belki de uzun günler, aylar
geçirecekti. Bu önüne geçilmez çekicilik gençliğinin gelişiminin daha başında
olan Cemil’i cehennem ateşleri içinde kavurmaya başlamıştı.
Belki
Seher ateşler içinde değildi ama o da Cemil’i gördüğü andan itibaren gözlerine
hiç bakmamıştı. Her ikisi de göz temasından olabildiğince kaçınmışlardı. Cemil
akşam yemeği için hazırlıklara başlarken Seher de evde kadınca bulduğu
eksiklikleri tamamlamaya başladı. Her ikisi de bu harabeden bozma çarpık
duvarlar arasındaki boşluğu ev olarak doldurmaya çalıştılar. Saatlerce uğraştı
Seher, Cemil avludaki çeşmeden su taşıdı. Gece yarılarına kadar ev biraz
toparlandı. Toprak taban üzerine gazete kağıtları serildi, üzerine bir eski
kilim atıldı. Bir minder, bir yastık konuldu. Meyve kasasının üzeri bir parça
bezle örtülerek yemek masası yapıldı. Kısaca yaşanmaz görünen yarı yıkık
duvarlar arasına Seher yüreğinin sıcaklığını serdi. İkisi de “yeni evine
yaşamına hoş geldin” der gibi birer demli çay alıp oturdular.
Yemek
Seher’in ellerinden daha güzel olmuştu. Bir tabaktan yemek yediler. Cemil
yemeğe övgüler yağdırmadan başka bir tek söz bile edemedi. Her ağzını açtığında
heyecanlanıp yüreğindeki kalkışı yenemeyerek sustu. Seher bunları fark ediyor,
ama büyük kentte yaşamanın erinci ile daha yetik davranıyordu. Yemekten sonra
çaylar içilip sıra bir kaç satır yazı okumaya gelince, Cemil her gün okuduğu
dünyadaki sosyal sistemleri inceleyen kitaplarından birini seçip meyve
kasasından yapılma masanın başına oturdu. Birlikte saatlerce okuyup eleştirdiler. Bu
epeyce bir zaman sürdü. Bazen Cemil’in eli Seher’in eline değiyor ve ateşlere
bürünüyordu yüzü, gözü. Kendini al boyalara düşmüş gibi duyumsuyordu. Bazen
uyuşan ayağını uzatırken Seher’e dokunacak ve kavrulacağım ateşlerde diye,
ayağını saatlerce uzatamadığı oldu. Seher’in göğsündeki kalkışları görüyor o
her konuştuğunda yüzüne dokunan sıcak soluğu, damarlarında gezinen ılık bir
ırmağa dönüşüyordu.
“Niçin uyandırıyorsun beni ilkbahar esintisi” Uyanmamayı ve düşünceleri için
bireysel istemlerini bastırmayı öğrenmişti çoktan. Ama yüzüne dokunan o nefes,
içinde ılık bir ırmağa dönüşen o göğsün kalkışı… Tavana tutturduğu o çarşaf
duvarın uyandırdığını, ne ilkbahar esintisi ne de kış ortasında zemheri uyandırabilirdi.
Kitap
okuma epeyce sürdü. İkisinin de yatmamak için verdikleri savaş göz kapaklarının
düşmesi ile son buldu. Cemil Seher’e: “Ben dışarı çıkayım sen yatağa gir.”
Cemil dışarı çıktı. Hava soğuktu, biraz serinledi, içindeki ateşi azaldı. Bir
süre derin derin soluklanarak rahatladı ve içeri girdi. Seher yatağa girmişti.
Savaşta gibi duyumsadı kendini, sanki gökteki bulutlardan biri onu
izliyor ve giderek içini işgal ediyordu. Ondan ayrı bir tinin onu işgal
ettiğini düşünüyor ve o tine karşı dayanılmaz bir savaş veriyordu. O savaşa
karşı direndikçe Seher’in solukları bulaşıcı bir hastalık gibi her an biraz daha vücudunu işgal ediyordu. Bütün
beyaz bulutlar teslim bayrakları gibi geliyordu ona. Beynini işgal etmemesi
için sancılara, acılara tutuluyor beyazlardan kaçıyordu.
“Ben duru
mavi gökyüzleri olan biriyim. Tepemdeki o renksiz bulutların beni alıp yoğun
karlar, yağmurlar içinde yutmasından korkuyorum. Korktukça da duru mavi
gökyüzüne yeniden sevileniyorum.” Bütün bunların sonunda hangi acılarla kıvrandığı
usuna düşüyor. Onu işgal eden dayanılmazlığın giderek üstünlüğü, eline, koluna
sanki kaslarına bir zayıflık getiriyordu. Halsiz ve güçsüz kaldığını düşünüyor.
Aslında hep bu savaşın içindeydi. Köyde
büyümüş ve Kars’ta yüksek okul kazanmıştı. Hemen yakın ilçede çocukluğunu
yaşamış, az ötedeki yatılı okulda buluğ çağına girmiş. Soğuk buz tutmuş
musluklardan damla damla akan sularda duş almıştı. Pek uzakta olmayan
gençliğinin başlangıcı da çocukluğu da yanı başında ve yapışık ikizler gibi
duruyorlardı, o güne değin. Kendini sanki kırlarda yeni açan güneşe ulaşacakmış
gibi büyümeye koşan fidanlara benzetiyordu. Her an biri ayağını bu topraktan
fışkıran fidana basıp kıracakmış gibi duyumsuyordu.
Bu
duyumsamalar içinde yatağa girip kıvrıldı, büzüldü yattı. Arada bir Seher’in
soluğunu dinledi. O da uyumamıştı. Kendini, karyolanın en sonuna kadar çekti.
Genç kız ve gençliği hakkında düşündüklerinden ötürü kendini kınadı. Ve bu
duygularını akıl süzgecinden geçirdiğini düşünerek yine aynı düşlere daldı. Yanında
yatan Seher’i dinleyince yine aynı ateşlere tutuldu.
O gün
Seher, hem korku hem de Cemil’in yanında olmasının bir tür egzotik meyve
tadındaki kekre bir uyku ile uyandı. Önce Seher kalkıp giyindi. Sabah
yapılabilecek ne varsa yaptı. Kahvaltı hazırladı. Cemil de lavaş ekmek alıp
geldi. Sabah kahvaltısı; tereyağı, çeçil peyniri, bal güzel bir kahvaltı
gecenin dayanılmaz acısını taçlandırdı.
O gün
Cemil okuluna gitti ve politik arkadaşları ile Seher’e ulaşmanın sabırsızlığı
içinde günü tamamladı. Günlük sohbetleri; doğruluk, dürüstlük, dünyada ki
ezginler ve kadınlar. Sevgililer, sevginin ulaşılmazlığı, karşı cins. Tüm bu
anlatılarda insan ve insan olmanın gerekliliğini tartıştı. İnsana yakışan en
iyisini koydular düşlerinin içine.
Akşam Cemil torbasında taşıyamayacağı kadar
dolu yükle gelip, yarı yıkık duvarlardan
içeri açılan kapının arkasında duran bir çift hançer gibi yüreğine saplanan
gözlere, içinde gezinen o sıcak soluğun yaydığı ılık ırmağa sığındı. Onu hiç
tanımıyor, daha önce hiç görmemiş ama bir kez bakabildiği gözlerinin, içinde
açtığı fırtınaların ağırlığı altında gözleri yerde konuştu.
Seher’in
gününü sordu. Evdeki toprak tabandan gazete kağıtlarının üzerindeki kilimden
temizlik ve sakinlik duyumsadı.
Güzel bir yemekle gün geceye döndü yüzünü. Gecede
Cemil’de direniyor. Gece dingin Cemil yorgun. Sabah güneş doğacak biliyor o
gecenin siyah saçları arasından bir kez daha güneşle “günaydın” diyecek Seher.
Hiç
dönmemek üzere bütün güzellikleri koltuğunda gitti, ay. Gece, içinde ki güzellikleri, gizler içine saklamış. Bulutlar
arada bir göz kırpar gibi rüzgarlarla, göz kapaklarını açıp açıp kapatıyorlar
gecenin. Küçük pencereden içeriye sızan ay ışığı Seher’in gözlerinden
saçlarından yansıyan ışık, sonsuza, toprağın
içine akan ışıkların sızmasını andırıyor.
Sonunda
geceye yürüyecek kitap okuma bölümü başlıyor. Yine aynı kitaptan sayfalarca
okudular eleştirdiler. Dünya ve ülke üzerinde sosyal kümelerin yaşamları,
düzenleri hakkında fikir yürüttüler. Her ikisi de bir önce ki gece gibi bir
birine bakmaktan kaçındılar. Bu kaçınma ve kasılma Cemil’i de Seher’i de bir
önceki geceden kalma yorgunluk ve uykusuzlukta eklenince bitkin düşürdü. Cemil
dışarı çıkıp Kars’ın gece esen rüzgarlarına kendini bir süre bıraktı.
Ciğerlerini bol oksijenle doldurdu. Ve geri döndü. O gecede bir öncekinden
farksız olmadı Acılara tutulmuş gibi içi uludu kasığı çatlayacakmış gibi
ağırdı, sızladı. Cemil, iki elini dizlerinin arasına alıp, duyularını bastırıp
uyumaya çalıştı. Arada bir Seher’in soluk sesini dinledi oda aynı düzensiz
soluklar içindeydi.
Seher;
yanında yatan yeşil gözlü delikanlının gözlerine baktığında mutluluktan uçup kaybolacakmış gibi derinliklere
götüren, uçuran delikanlının yanında olmasının rahatlığına sabaha doğru kendini
bıraktı ve uyudu. Güneş sabahı getirirken, Seher de rüyalarında yeşil, mavi
gözlerle yolculuğa çıktı. Bu yolculukta bir türlü sona ulaşamayan düşler içinde
gide gide yoruldu. Sonsuz yolculuklar, sonu görünmeyen yollar içinde Seher
uyuya kaldı. Böylece bir kaç hafta, giderek haftalar, geceler ve aylar
işkenceye, çekilmesi olanaksız acılara, gecelere gidipte dönemeyen güneşe, aya
ve sevgililere döndü.
Cemil günün yorgunluğuna, geride kalan haftaların verdiği
uykusuzluğa dayanamadı ve o gece erkenden yattı.
Sabah horoz sesleri ile uyandı. Uykusunu almış ve dingin
bir vücutla uyanmıştı. Hemen dışarı çıkıp temiz bol oksijenli hava ve soğuk su
ile yüzünü yıkadı. Dışarıdaki soğuğa daha fazla dayanamadı, içeri girdi.
Seher yatağın ortasına yatmış, çarşaf duvar bir köşesinden
kopmuş. Irmağın üzerinde parlayan sabah güneşi gibi parlıyordu beyaz teni.
Gökyüzüne düşmüş gök kuşağı gibi saçlarındaki siyah ve kızıla çalan dalgalar.
Denizden kayaya vuran dalgalar gibi içine vuruyordu. Vücudunun kıvrımlarını
saran siyah iç çamaşırlar yüz yıllık kentleri saran asırlık kalelerin
kemerlerini andırıyordu. Sivri birer kavun gibi göğüsleri, ipek kumaş üzerine
düşmüş birer kurşun gibi düştü içine. Bulutlardan inmiş onu büyüleyen bir çift
siyah göz, şimdi rüyalar diyarında bir beyaz bulut gibi.
Bir an o kızıla çalan saçlara dokunmak istedi. Elini
uzattı kendi içindeki yanan arsız ateşin tutsağı olmamayı düşündü. Bir iki kez
denedi elini saçlarına götürmeyi yapamadı. İçinde olanlar derinleşmeden
içindeki o kalkışları sadece düşlerinde görmeyi ve öyle kabul etmeyi salık
verdi yüreğine.
Hançer
gibi yüreğine saplı o siyah gözler, bazen fırtınalar gibi esiyor bulutlardan.
Deli bir yağmur gibi yaz ortasında olgunlaşmış meyvelerin, ekinlerin üzerine
düşer gibi savrulup gelip gidiyordu, yazın kavurucu sıcağında. Bazen bir ırmağın
toprağı okşaması gibi okşuyordu. Bazen maviye mas mavi renklere bürünüyor
içinde. Bazen gizler içerisinde kaybolup gidiyor, sonsuzluğa. İçindeki o ateş
yeniden harlanıyor, yeniden yeniden içinden alevlenmeye başlıyor.
...
Fırtına
dinse
Ay
doğuyor
gece
gölgeledi onu
Güneş
doğuyor göremiyorum
Fırtınalı
dağ zirveleri
Rüyalarımda
sevgili de bir düş gibi yitiyor
Yitince
dar bir mezarda
Güneş
bütün güzellikler koltuğunda gidiyor
Hep bir
sis yolumu kesiyor
Denizin
kayalara çarpan dalgaları gibi çarpan düşler
Sevgi,
öfke
Acaba
parmağım dokunsa düşlerime
kalbim
dayanır mı?
Bir iki dakikayı tamamlamadan gördüklerinden kendini
koparıp dışarıya fırladı.
Sürüngenler gibi duyguları süründü süründü. Bir saati
aşan bir zaman orada bekledi.
Komşu her zamanki sabah radyo dinletisini başlattı.
Bir türkü var radyoda
“Bu gün ben bir güzel gördüm
Bakar cennet sarayından
Kamaştı gözümün nuru
Onun hüsnü cemalinden
Bağçanin kapısın açtım
Sanırsın cennete düştüm
Sevdim coştum helalleştim
Buse aldım yanağından
……………..”
Bulutlardan
bakan siyah gözler onu dayanılmaz güç gibi çekiyor. O gün soluk alamıyor, beyaz bulutun içinde belirdiği anlarda, bütün
duyuları susuyordu.
Soğuğa daha fazla dayanamayıp içeri girdi. Seher
toparlanmış çarşafın düştüğünü sesindeki o titreme ve heyecanla anlatıyordu.
Cemil’in içinde yeşerttiği sevgi çiçeği, yoktan var etmeye çalıştığı, bir
benzeri olmayan ender renklerdendi. Seher fidanları bastıran, örten ince zardan
örtüleri alıyor, zifiri karanlıklardan aydınlık sabah güneşlerine kapıyı
aralıyordu.
O sabahtan sonra Cemil’de Seher’de bir daha geride kalan
günlere dönemediler. Seher’in cesareti de azalmış Cemil’in gözlerine hiç
bakmamıştı. Kitap okumalarında iki küs ve konuşmak zorunda olan insanlar gibi
yaşadılar birkaç ay daha. Bir tür sevişmeydi yaptıkları. Doyasıya sevişme,
sarılma, iç dökme, yakarma sevinin anlatılamaz, tanımlanamaz o gücü içine
bıraktılar kendilerini. Hiç seviden söz
etmediler. Ama anlık göz göze geldiklerinde uzun yıllar ömür verip beslemiş
gibi dünyalarını bir ömür erinç sundular birkaç saniye göze geldiklerinde.
Bir sabah Cemil’e gelen arkadaşı Seher’in artık buradan
gideceğini söyledi. Cemil bu haberi Seher’e söyledi içten içe ağladı ikisi de.
O hafta sonunda Seher’i Kars’tan bir otobüsün hostes koltuğunda yolcu etti
bilmediği bir kente. Ve sadece vedalaşırken Seher sıkıca sarılarak “canımmmm,
çarşaf duvar ve ben yaşamımızın en güzel günlerini yaşadık” dedi.
O gün Seher’le birlikte ergenlik ve gençliğini de yolcu
etti Cemil. İçinde sevgiyi dostluğu sevinin ulaşılmazlığını, anlatılamazlığını,
içinde oluşan o büyüyü büyüttü, genişletti. Uzun yıllar o eşsiz anlatılması
olanaksız haftaları yaşadı. Seher , masallardaki güzellik, aşk tanrıçaları gibi
düşlerine gelip gitti.
Ergenlik, gençlik, orta yaş ve geride kalan yirmi sekiz
yıldan sonra bir sabah, telefonda bir ses “ALO BEN SEHER!”
“Sen yirmi sekiz
yıl önce tanıdığım Seher misin?” Karşıdaki ses tekrar: “Evet ben Kars’ta ki
Seher.”
“Sen de Cemil'sin değil mi?” “Evet” diyor Cemil. Zaman
duruyor bir anda telefondaki sese inanamıyor, birkaç saniye düşünüyor. İçindeki
ılık akan ırmak bir anda beliriyor yavaş yavaş akmaya başlıyor. Seher ‘ in
yeniden seslenmesi ile “Çarşaf Duvar” Diyor “Anımsadın mı? Sen ve ben biliyoruz
Çarşaf Duvar’ı başkası bilmez değil mi Cemil?” Ve devam ediyor yirmi sekiz
yıllık özlemlerinden o günlerde neler duyumsadığından. Cemil hiç soluk almadan
dinliyor. Birkaç söz söyleyecek oluyor, Seher’in sesindeki o akışı,
kulaklarından içine akan ırmağın kaynağını dinliyor, susuyor.
Seher, telefonda birkaç saat o haftaları, duyumsadıklarını
anlatıyor.
“Evlenmedim elli yaşındayım. Gözlerim hala sokaklarda seni
arıyor. Birçok kez denedim, hiç kimseye arkadaş ya da eş olamadım. Telefonunu
eski bir dosttan aldım, sabah olmasını zor bekledim. Bu geçtiğim gece geçmiş
yıllarda yaşadığım Çarşaf Duvar’ın ötesindeki geceler gibi diri ve heyecan
vericiydi. Senin bu sabah sesini duyacaktım.”
Anlatılarını, coşusunu bir türlü durduramıyor. Sağanak
yağmur gibi dökülüyor sözcükler. Yirmi sekiz yıl önce söyleyemedim bu sözcükleri
ve o yıllar içinde birikenleri, Çarşaf Duvar’ın diğer tarafında
duyumsadıklarını anlatıyor. Yavaş yavaş sesindeki coşu ve dirilik yerini
Cemil’in içini döven birer kurşun gibi kısa aralıklarla gelen hıçkırıklara
bırakıyor.
Cemil, o
telefonda iken iki sözü bir araya getiremeden dinliyordu. İçinde, zifiri
karanlıklardan sabah güneşlerine yürüyen fidanları yeniden duyumsuyordu.
Yaşadıklarını, geride kalan yılları anlatmak, bu güne taşımak, o an için kısa
tümcelerle olanaksızdı.
Cemil
:“Uzun yıllar hangi kente gittiğini merak ettim, her yeni gittiğim kentte seni
aradım. Siyah gözlerini, benim içimde saplı bulunan o bir çift hançer gibi
duran, gökyüzünde beyaz bulutlardan beni izleyen, gözleyen o siyah gözleri
aradım.”
Marmaris
kıyılarındayım şimdi. Burada Altıncı Filo askerleri kıyıya iniyor. Tur
otobüsünün hostes koltuğunda şimdi bir Amerikan subayı var. Seni yolcu ettiğim günü anımsadım. Bu kent de
diğer kentler gibi kıyılarından kaynıyor. İçim bir garip oldu. Her yan odalık
ve cariyeliklerle dolu. İçim acıyor. Gençler soysuz sevişmelerinin
hazırlığındalar. Askerler iniyorlar.
Kıyıda
genç kız ve oğlanlar ellerinde çiçek demetleri, sevinç çığlıkları ile
karşılıyorlar “HELLOO” diyorlar inen
askerlere. Ne garip değil mi? Biz yirmi sekiz yıl değil, ondan daha geriden
başladık yaşama…
Telefonu
kapattıktan sonra içinden şu tümceyi mırıldandı.
Acıları
geçti sanırsınız, içinizde aslında yatışmış bir kavga vardır!