ana sayfa / editoriyal / içindekiler / h@vuz'dakiler / erişim / yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Bayram Balcı  Mehmet Eroğlu Söyleşisi

"Edebiyat Toplumsal Bir Eylemdir"


Mehmet Eroğlu, 1986 yılında “Issızlığın Ortasında” adlı ilk romanını okuduğumdan beri, ‘tamam işte, kan grubumun aynı olduğu bir yazar var karşımda’ diye düşünerek, sonraki yıllarda ilgiyle takip ettiğim bir yazardır. “Geç Kalmış Ölü”, “Yarım Kalan Yürüyüş”, “Adanı Unutan Adam” ve “Yürek Sürgünü” ve “1980: Yüz” adlı eserleri, bir kuyumcu titizliğiyle işlenmiş, çarpıcı kurguları, zengin temaları olan, insanın ruhsal düzeyde hesaplaşmalarını, yüzleşmelerini, gerçeklik karşısındaki tutumlarını, yenilgilerini, acılarını, başka hayatların da mümkün olabileceğini konu edinen romanlardı. Sonra araya hayatın kimi uzaklıklar! girince Eroğlu’nun son üç romanını okuyamamıştım. Ancak, bugünlerde yayımlanan “Belleğin Kış Uykusu” adlı romanı, Eroğlu’nun romancılığının varmış olduğu bir başka düzlemin ifadesi gibi geldi bana. Eroğlu ile genel olarak romancılığı ve son romanı üzerine söyleştik. 

Soru: Sizin yazmaya başlama serüveniniz çok dikkat çekici. İlk romanınız "Issızlığın Ortasında" sanırım 1974'de yazmaya başladığınız bir roman. 1979'da da ödül alıyor. Ama yayımlanma tarihi ise 1985. İlk romanınızın yayımlanma sürecini de anlatarak, sizi yazmaya iten süreci sorumu yanıtlayabilir misiniz?












İnsanı yazmak gibi uzun ve sancılı bir sürece iten, zorlayan bir şey olmalıdır; bu kaynak çoğunlukla acıdır. Bu acı bireysel acılarımız olabileceği gibi toplumsal sorunlara ilişkin olarak duyduğumuz acı da olabilir. Ben bir anlamda Türkiye'nin Rönesanssı sayılabilecek 1965-1970 arasındaki dönemin 12 Mart faşist darbesiyle sonlandırıldığı tarihten sonra yazmaya başladım. Hayatımda oluşan büyük dengesizliği bir yere oturtmak, boşluğu doldurmak ve anlamlandırmak için yazmaya başladım. Yazma serüveninim ardında kısaca bu var. Ve ben edebiyatı, her ne kadar yazdıklarımın odağına insanı ve insanın meselelerini koysam da,  toplumsal bir eylem olarak görüyorum. İlk romanım olan Issızlığın Ortasında, ödül kazanmasına rağmen 12 Mart darbesine denk geldiği için, yayınevince sakıncalı görülerek tam beş yıl yayınlanamadı. İçinde anti-militarist unsurlar ve sol söylem o zaman editörleri korkutmuştu. 

Soru: Bir anlamda yazmayı acıyı sağaltma çabası olarak görüyorsunuz. Bir söyleşinizde yazmak için büyük hayat yaşamak gerekir, büyük hayat yaşamak ise, riskler almaktır diyorsunuz. Peki, Mehmet Eroğlu'nun aldığı riskleri nelerdir?

Yazmak için iki şey gerekir: Birincisi, ki olmazsa olmaz olan budur, iyi yazarları okumaktır. Böyle yazarları okumadan yani, edebi donanımı sağlamadan yazmak mümkün değil. İkincisi, Fransızların tabiriyle büyük hayat yaşamak; büyük hayat yaşamışsanız, bu yazdıklarınızı zenginleştiren, derinleştiren bir katkıdır dedim. Büyük hayatla kastedilen de şudur: serüvene yakın, tehlikeyle iç içe geçen bir hayat, ya da hayatın bir dönemi. Yazar okumanızla elde ettiğiniz donanıma bu zenginliği de eklerseniz yazdıklarınız benim tat aldığım yazarların yazdıklarına dönüşür. Kalıcı olan yazarlar da bu tür yazarlardır. Benim hayatımda ne var derseniz? Kısaca şunu söyleyebilirim. 65- 71 arasında ODTÜ de gençlik eylemlerinin içinde yer aldım. Öğrenci derneği başkanlığı yaptım, bunların sonucunda da 8 yıla mahkûm oldum.

Soru: Belleğin Kış Uykusu’ndaki M'nin, maziyle ilgili problemleri var; belleksiz, geleceksiz bir insan. Ama mutlu olmak istiyor. Roman genel olarak Mazi ve Gelecek üzerinde kurulmuş olsa da, mutluluk-mutsuzluk gibi temaları da ele alıyor. Mutluluk ve mutsuzluk bir durumla ilgili değil midir? Yani bir şey olsun ister insan, olunca kendini mutlu sanır, olmazsa da mutsuz hisseder. Mutlu ya da mutsuz olmamak için belki de bir şey istememek gerekiyor. Siz nasıl ele alıyorsunuz bu iki kavramı?

Mutlu olanlar aslında ne kadar mutsuz olduklarını kavrayamayanlardır desem? Bir an için tanımları bir yana bırakalım. Mutluluk genellikle çabuk tüketilen bir şeydir; eğer mutsuzluğunuz sadece özlemlerinizin karşılanmamasıyla sınırlıysa çoğu kez o da geçicidir. Gerçek mutluluk, tabii böyle bir şey varsa, sadece acılarımızı doğuran kaynağın yatıştırılmasıyla ilgili değil midir? İstekleri mutluluk hayallerinden çok acımızı yatıştırma sürecine bağlarsak işte o zaman yaratıcı, çözüm üreten bir safhaya varmış oluruz. 

ACI YARATICIDIR

Soru: Acının yazmak için çok önemli olduğunu söylediniz. Romanlarınızda da tema olarak ele alıyorsunuz acıyı. Son romanınızda da bir tartışmada kahramanlarınızdan biri, “acı, mutluluğu anlamak için gereklidir” (Palyaço) diyor. Sizce acı insanın yazgısı mı? Ve acı bir hayatı olumlu yönde değiştirir mi?

Evet, acı, mutluluğu anlamak için gereklidir, tıpkı ışığın karanlık sayesinde kavranması gibi. Acı yaratıcıdır, çünkü bizi sorunu çözmeye, direnmeye yöneltir. Acı olmasaydı, acımak da merhamet de olmazdı. Oysa merhamet bütün erdemlerimizin anasıdır. Acıyı hayatımızdan kovarsak, başka varlıkların acılarına duyarlı olmamamız, yani vicdan sahibi olmamamız mümkün değildir. Vicdan ise adaleti tutkularımızın tanrısı kılar. Adalet, eşitlik arayışımızın kökeninde, haksızlıklara karşı direnişimizin ardında hep acı vardır.

Soru: Palyaço, romanın kahramanı M ile konuşmalarında bir felsefeci gibi konuşuyor. Açıklıyor. Yorumluyor. Bana Palyaço, biraz yazarı temsil ediyor gibi geldi. Palyaço ile yazarın bir akrabalığı var mı?

Yazarlar kahramanlarını yaratma sürecinde şöyle yaparlar: Kendilerini bir havanın içine koyup, iyice döverler ve toz haline getirirler, sonra da bir tutam o kahramanın hamuruna, iki tutam ötekininkine ekerler. Yani, her kahraman az ya da çok yaratıcısından izler taşır. Ama kahramanlar yazarın bedeninden kopmuş olsalar da bir süre sonra ondan uzaklaşır, kendi kendilerine bağımsız bir şekilde gelişirler. Sorunuzu bu açıklamadan sonra cevaplayacak olursam Palyaço, Belleğin Kış Uykusu’ndaki kahramanlar arasında benden en çok iz taşıyan kahramandır diyebiliriz.

Soru: Son romanınızda da olduğu gibi acı temasını çok işliyorsunuz. Hatta kahramanlarınızdan birinin acıyı kutsayıcı bir cümlesi de var. Edebiyatı siz bir anlamda acıyı kutsayıcı bir şey olarak mı görüyorsunuz?

Acıyı gerektiği kadar önemsiyorum. Çünkü acı insanı yaratıcı olmaya itiyor, bu açıdan yararlı bir insan hali. İnsan acısını edebiyatla aşındırmaya çalıştığı zaman yazarak yaratıcı bir eylem yapmış oluyor. Peki, bunun sonucunda ortaya çıkan edebiyat eserleri neyi sağlıyor? Şunu sağlıyor; evet, edebiyat estetik bir uğraş, estetik ise güzelliği anlama bilimi. Ama güzelliğin ne olduğu da önemli; sadece haz duygularımızı ayaklandıran ya da yatıştıran şeyler değildir güzellik. Bazen gerçekler ya da doğrular edebiyatın içinde yer alabilir ve gerçekler güzellik haline dönüşebilir. Benim de yapmaya çalıştığım bu. Bir anlamda farkındalığı artırmak, yani insanlığın içinde bulunduğu durumu daha algılanabilir bir halde ortaya çıkarmak. Toplumda ya da insanda var olan dengesizlikleri, eşitsizlikleri ortaya koymak. Üstünü örtmek değildir.

GEÇMİŞİZ GELECEK İPSİZ UÇURTMAYA BENZER

Soru: Gelecek ile mazi arasında sıkışmış M'nin bir tercihe doğru serüveni var romanda. Ya maziye gidecek, ya  geleceğe. Peki ben size mazi ya da bellek insanın hapishanesidir dersem, bunu nasıl değerlendirirsiniz?

Bunu hangi açıdan bakarak söylediğiniz önemli. Geçmişe saplanıp kalmak açısından söylüyorsanız, doğru, haklısınız, hapishanedir derim. Ama esas mesele bu değil. Önemli olan geleceğin nasıl şekilleneceği? Geleceği şekillendirirken neleri göz önünde tutacağımız.

Soru: Yani önüne bakmalı insan.

Zaten bu romanda tartışılan da o. Gelecek ancak geçmişle irtibatlandırılırsa anlamlı oluyor. İnsani boyutta ele alırsak, insanın gelecek diye kavradığı olaylar ya da düşünceler, çoğu kez geçmişe ilişkin özlemlerden oluşuyor. Özlemleri doyurmak: Bu zayıf bir gelecek projesi. Geçmişle irtibatlandırılmayan gelecek, ipsiz bir uçurtmaya benziyor. Başıboş, nereye gideceği belli değil. Böyle bir gelecek de genellikle güdülen, yönlendirilen bir şey oluyor.
Soru: Aynı zamanda romanınızda şöyle bir şey de var. Burayı biraz açar mısınız? Sadece mazi ve gelecek arasında bir tercihe zorlanmıyor M. Romanda sadakatle ilgili şöyle bir cümle var; "Sadakat hayal gücü kıt insanların eylemidir" diyor Palyaço.
Ama şimdi sadece buradan yola çıkarak, kahramanlar ya da yazar hakkında bir yargıda bulunmamalıyız. Yaptığınız alıntı, o konuşmanın geçtiği yerdeki bir zıtlaşma ya da bir sözün gelişi üzerine söylenmiş bir şey. Bazı insanlar için sadakat, modası geçmiş bir kavram sayılıyor. Bazı insanlar için de sadakat dünyanın en önemli şeyi. Yani bazı tanımlar insandan insana değişen anlamlar kazanıyor. İlkesiz, vicdanı çok derin olmayan ya da kendine çok önemli toplumsal görev yüklemeyenler için sadakat geri zekâlılıktır. Romanda da kahraman, sadık olup ne yapacaksın, kendi seçeneklerini sınırlıyorsun diyor. Bireyci açıdan bakarsan, bu tanım doğru.

Soru: Önceki romanlarınızda bir temasal zenginlik var. Bu romanınızda ise diğerlerine özgü temasal bir zenginlik yok.

Belleğin Kış Uykusu ötekilerle kıyaslandığı zaman daha çok, tırnak içinde, sıradan, basit insanla ilgili bir roman: Yazarlar yazarken iki türlü davranıyorlar. Birinci kategori, temaları için insan yaratanlar. Yani bazı temaları yüklenecek, temsil edecek bir insan yaratıyorlar. Dostoyevski böyle yapıyor. Onun kahramanlarını sokakta göremeyiz. Dünyanın en gerçek insanları olmasına rağmen, yaratılmış insanlardır. Ben de genellikle kahramanlarımı yaratılan insanlar yaparım. Ama Belleğin Kış Uykusu daha çok sokakta gördüğümüz, tırnak içinde basit, sıradan insanın sorunlarını irdeliyor. Yani kahramanımızın niteliği açısından böyle bir farklılığı var. M'nin mesela, politik geçmişi yok. Benim bütün roman kahramanlarımın politik bir geçmişleri vardır. Her birinin politik bir tutumu vardır. Bir yan tutarlar. M, öyle insan değil.

TÜRKİYE’DE ÜÇ ÖNEMLİ FAY KIRIĞI VAR

*Yıllar önce yapılmış bir söyleşide şöyle bir şey söylemiştiniz. Diyorsunuz ki, savaş edebiyat için büyük olanaklar sunar.
Bugün Türkiye'de birkaç önemli fay kırığı var. Yani insanlar, toplum, bu kırıklar boyunca birbirlerinden ayrılıyor. Bir taraftan öteki tarafa geçmenin zor olduğu çizgiler bunlar. Birinci kırık, zenginlik ve yoksulluk. Yani sınıf meselesi, bu çok önemli. İkincisi Türk-Kürt meselesi, bu da çok önemli, öyle ki son 20 yılın ana sorunu. Üçüncüsü, laik, Müslüman diye, tırnak içinde söylüyorum, böyle kategorize edilen bir kırılma. Bu üç kırılmanın Türkiye için yaşamsal önemi var. Ben de gelecek romanımda bunları yazacağım.

İÇ SAVAŞI YAZMAK ZOR

*Ama bugün Türkiye'deki romana baktığımızda bu konu pek de ele alınmıyor. Yani yazarları sınırlayan bir şey mi var?

Var herhalde. Bir kere politik realite var. Türkiye'de Kürt meselesine bulaşmak her zaman riskli sayıldığı için yazarlar bundan geri durmuş olabilirler. Aslında yazarlar için savaşın içindeki öyküler önemli. Yani savaşı yazacağız ama yazarken şu haklıdır, bu haklıdır demekten çok bakın şunlar oluyor, bunlar oluyor, savaşın insanlar ve toplum üzerine getirdiği yıkımlar bunlardır dememiz gerekiyor. Savaşı yansıtmak,  savaşın haksızlığını ve anlamını ya da anlamsızlığını ortaya koyar. Romancının yapması gereken de budur. Siyasi çözüm üretmek değil. Siyasi çözüm, ancak farkındalık artarsa bulunabilir. Ben şunu merak ederim, savaşı Kürt yazarlar neden yazmıyor? Ama kastettiğim roman olarak yazmak, propaganda metinleri olarak değil. Bunun üzerinde durmak lazım. Sanıyorum savaşın romanı neden yazılmıyor sorusunun cevabı da bu: İki taraf da politik önyargıları, sınırlamaları aşamıyor. Bana gelince bu konuda aşağı yukarı 4-5 yıldır araştırma yapıyorum. Ama bu savaş benim yakından bildiğim bir olay değil. Sorunuza geri dönersek savaş roman için çok zengin bir kaynaktır. Savaşı yazmamak mümkün değil, ama bir iç savaşı yazmak da oldukça zor bir şey.

BELLEKSİZLEŞTİRMEK İÇİN PROJELER VAR

*Peki, toplumumuz bellek ve belleksizlik karşısındaki tutumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Şimdi romandan biraz alıntı yapalım. Trende patlamalar oluyor; belli ki bir direniş var. Sonra bir işkence bölümü var. Orada romanın kahramanı Bay M, zincirlerden adamı aldığı zaman, gördüğü şey şu, işkence görmüş kişinin kafasının arkasında büyük bir yara izi var; bir ameliyat izi. Daha sonra işkenceciyi yere yatmış kusarken görüyoruz. Aslında o adam bir cerrah. Sonradan da ilerde de karşımıza cerrah general olarak çıkıyor. Onun görevi belleksizleştirme. Yani belleksizlik hem bireysel anlamda hem toplum boyutunda irdeleniyor. Toplumu belleksizleştirmek için her zaman büyük projeler var. Zaten benim iddialarımdan birisi toplumsal belleğe kayıt düşebilmek.

SORU: Ben edebiyatın insanın hayatını etkileyebilecek bir gücü olduğunu düşünüyorum. Sizce edebiyat insanın hayatını değiştirebilir mi, böyle gücü var mı sanatın?

Tabii ki var. Roman okumayanların muhtemelen bir hayatı da olmaz; ömrü olur. Evet, her insanın bir ömrü olabilir ama yine de bir hayat edinemezler. Çünkü hayat yaptıklarımızdan ve seçimlerimizden oluşur. Bilinçli seçim için de okumak, yani, edebiyat şarttır. Ayrıca edebiyat Victor Hugo’nun dediği gibi toplumsal bir uğraştır.  

Son olarak şunu sormak istiyorum. UMAG’da yazarlık dersleri verdiğinizi biliyorum. Bu derslerde “iyi yazarların yetişmesi” gibi hedeflediğiniz bir şeyler muhakkak vardır. Hedeflerinize ulaşabildiniz mi?

Aslında amacım sadece yazmak isteyenlere yazma cesareti vermek. Dokuz yılda yaklaşık bin 500 öğrenci için bunu yaptığımı sanıyorum. Aralarında, ödül alanlar da dâhil, otuza yakın öğrencimin kitabı çıktı. En az yüz öğrencim de yazmaya devam ediyor.


    

                                
Bayram Balcı/ Mehmet Eroğlu