Dışarıda
hükmünü kaybetmiş cılız
bir sıcaklık vardı yine.
Ama güneşin varlığı,
sabahlarımıza candan bir dost gibi gülüşü,
mevsimlik rekorunu kırma cabası,
güzeldi.
Odam mıknatıstan bir odaydı
sanki, o sabah da!.. Dışarılarda, izbe köşelerde soğuk adına
ne varsa, derleyip
toplayıp kendine çekmişti.
Isınmasını bekleyemeden, her
sabah yaptığım gibi bilgisayarın başına geçtim. En
çok da ellerim üşümüştü.
Neden sonra, parmaklarımın klavyede bocalayışından fark ettim bunu.
Hemen her sözcükte
isteğim dışına
çıkıyor, alakasız harflere dokunuyorlardı.
Anlaşılmaz, gergin ve de
hüzünlü
cümlelere dönüşüyordu yazdıklarım.
Dili bir anlık bocalar ya insanın. Bocalar
da bir çırpıda aktaramaz söylemek istediklerini.
İşte öylesi bir durumdu.
Bir yandan bir şeyler yazıyor,
bir yandan da kontrolüm dışı yaptığım yanlışları
düzeltmeye çalıyordum.
Uzaklarda, çok uzak bir
coğrafyada yaşayan bir dostun msn’si açıktı o an.
“Merhaba” diye yazıverdi,
beni görünce. Ardından da bir
“nasılsın” sorusu
döküldü önüme.
Bir an duraksadım…
Küçük bir
tereddüt geçirdim sorusunu yanıtlamadan
önce. Çünkü iri harfli bir
soruydu.
Olanca içtenliğiyle sıralanmıştı harfler. Ve hakkıyla
yanıtlanmayı bekliyordu;
ruh ve yürek vererek sözcüklere.
Kimbilir, belki de ben, sıradan
bir soruya böylesi anlamlar yüklemiştim. O an
öyle istediğim için. Bir dostun,
ama önemsenen bir dostun ilgisine duyduğum
ihtiyaçtan...
Gündelik
hayatta en çok karşılaştığımız sorudur: nasılsın?
İlginçtir, bazen bir
çırpıda
veririz yanıtını. İyiyim! deriz, coşkusuz, yarımağız.
Öylesine, yani nezaket
gereği sorulmuş bir soru olarak çıkınca karşımıza.
Konuşmak, karşımızdaki kişiyle
diyaloğu sürdürmek istemediğimiz zamanlarda da bu
yolu seçeriz. Dokunulunca, en
derinlerine çekiliverecek bazı bitkiler gibiyiz o anlarda.
Konuşmaların uzama
ihtimali korkutur bizi, yıldırır.
Konuşmaktan kaçındığımız o
anlar,
aslında en tehlikeli anlarımızdır. Çünkü
en
çok,o anlarda acı çekeriz. En çok, o
anlarda
yalnızız. Ama bu,
gönüllü bir yalnızlık da değil. Bizi
yıpratan,
yalnızlığa iten her şeyle ve
herkesle birlik olup, kendimizi cezalandırırız.
Öyle ki konuşmaların bizi, o
anki dipsiz kuyudan çıkarma ihtimalini, getireceği
içsel rahatlığı sezinler,
bir süreliğine de olsa, bundan kaçınırız.
Öte yandan, ağız dolusu.
“i-yi-yim!”
dediğimiz zamanlarımız da vardır.
Kabına sığmayan, taşan bir
ırmağız o zamanlar. Kendi halinde türkülerini
söyleyerek akan bir ırmak. İyi
olma halinin getirdiği hafif bir sarhoşlukla, kendimizi paylaşmanın
sevincini
yaşarız.
Halimizi soranın kim olduğunun da
bir önemi yoktur aslında. Candan bir dost, ya da ilk kez
karşılaştığımız biri
de olabilir. Hatta en çok sevdiğimiz, en çok
hırpaladığımız eşyamıza bile
anlatırız o deli, o çocuksu coşkumuzu.
En ufak bir haset gütmeden,
candan bir dost gibi karşılanacağımızı
düşünürüz. Neden olmasın? İyice
çocuksulaştığımız o esneklik anlarında, hayallerimiz de hep
devrededir.
Nasılım?.. Hakkıyla yanıtlanmayı
bekliyordu bu soru. Ruh ve yürek vermem. gerekiyordu
sözcüklere. Sadece ve
sadece yalın gerçeği söylemeye mecbur ediyordu beni.
Gizli gizli içimi burkan
şeyleri;
taze bir kırgınlığı, yo aslında kızgınlığı, görmezden gelip,
mevsim gereği
bizden giderek uzaklaşan güneşe baktım. Cılız bir sıcaklıkla
bile sarmak,
kuşatmak istiyordu yeryüzünü,
insanları…
Ne güzeldi gayreti, ah ne
güzel!.. O an, sanki de parmaklarımda toplandı olanca
enerjisi. Önümdeki
tuşları, ani bir kararlılıkla kıpırdatıp;
“İyi sayılırım!”diye
yazıverdim…
Her şeye rağmen mi iyiydim? Yoksa yaşamı,
olumlu-olumsuz tüm
gelişmelerini ciddiye almayan bir anlayışın
ürünü
müydü?
Kısacık bir yanıttı, fakat uzayıp
gidiyordu ardındaki sorular. Ben yine, alakasız harflere dokunmaya
devam
ederek, yanıtlar yetiştirmeye çalışıyordum ona. “Odam soğuk.
Ellerim üşüdü. Ondan sürekli yanlış
yazıyorum” açıklayıcı
sözüme karşılık olarak;
“Bizim yazıştığımız konular,
adamı/ kadını hepten üşütür. Yazdıkların,
seni üşütmüş olmasın?” dedi.
Sözcüklerin ustasıydı
karşımdaki, soğukla içiçe geçen bir
anın adını
böyle koydu…
|