ana sayfa / editoriyal / içindekiler / h@vuz'dakiler / erişim / yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
Barış Sen misin?

Hava çok soğuk. 

Elimi kapının at nalı biçimindeki tokmağına koyduğumda, içerinin sıcaklığını düşünmeden edemiyorum. Nalı, kapıya üst üste birkaç kez vuruyorum. 

Önce ayak sesleri duyuyorum; ürkek basıyorlar geceye. Sonra beklediğim ses geliyor. "Kim o?" diyor biraz titrek ama aşırı kuşkulu. 

-Benim.
-Barış, sen misin?
-Benim anneanne. Kapıyı açar mısın? Benim...

Önce demir sürgünün şakırtılı çekilişi, ardından kilidin içinde iki kez dönen anahtarın tıkırtısı. Kapı yine de kuşku içeren bir dikkatle aralanıyor. Önce burnu görünüyor aralıktan, sonra bütün yüzü. Ve ancak girebileceğim kadar açılıyor kapı. Kırk yıllık dul anneannem. Bu yıllar boyunca en büyük dostu olmuş kilitler, sürgüler ve korku.

Yüzüne baktığımda yeşil gözlerinde bir sevinç ışığı görüyorum. Tıpkı geçmişte çok ender de olsa gördüğüm gibi. Çünkü anneannem çok titizdir. Bakmayın siz dolabında her zaman bir tabak kağıtlı misafir şekeri, bir şişe kolonya ve bir kavanoz kahve bulundurduğuna, konuk sevmez o. İki yaşlı arkadaşı vardır. Yıllardır üçü birbirlerine gidip gelirler. Belki bu yüzden, belki pek iyi anlaşamadıklarından, bazen annem ziyaretlerinin arasını iyice açardı. İşte o zaman görürdüm bu sevinci gözlerinde. Oysa ben hep sevinirdim anneanneme geleceğiz diye. Her şeyden önce bir saati aşkın otobüs yolculuğu yapardık. Küçük çaylardan geçerdik; köprülerden, köyleri ortasından bölen tozlu yollardan. Her şeyi çok büyük bir merakla izler, adeta otobüsün penceresine tırmanırdım. Sonra biraz loş ve her zaman tertemiz olan bu eski ev.

İşte anneannem dedemden kendisine kalan tek miras olan bu evde büyütmüş çocuklarını, zeytine, pamuğa, gündeliğe giderek. Bu eski Rum evinin kapılarını sımsıkı kapattığında, hayalinde sayılarını durmadan çoğalttığı olası düşmanlarını ve yoksulluğu kesinlikle dışarıda bıraktığını duyumsayarak... Bol zeytinyağlı etsiz yemekler, çok uzun yıllar gaz lambası, pirinayla ısıtılan küçük oda. İçine adımımı attığım yaşam bir roman gibi. 

Kapının arkasında ayakkabılarımı çıkarıyorum. Ayaklarım sızlıyor. İyice şişmiş ikisi de. Üstlerine güçlükle basabiliyorum. İkinci kata çıkan merdivenin tam karşısındaki odaya girmekte acele ediyorum. Burası kış odası. Yazın arka bahçeye açılan geniş odada oturulur. 

Odaya girince, cumbalı küçük pencerenin hemen önündeki sedire oturuyorum. Cumbada yaz kış mutlaka bir saksı çiçek bulunur, biliyorum. Ama gece olduğu için, sarı patiska perdeler sımsıkı kapalı. Çiçeğin varlığını duyumsuyorum yalnız. Kıtık yastıklara dayanıyorum. Üzerlerinde kanaviçe işli örtüler var. Dizi dizi mor karanfiller. Ellerimi  karanfillerin üstünde gezdiriyorum. 

Öyle canlılar ki...

Anneannem yer minderinde oturuyor.

-Çok üşümüşsün, diyor.
-Evet, çok üşüyorum anneanne.
-Şu pirinanın üstünü açayım, ısınırsın şimdi. Bir de kahve yapayım sana. 

Derileri kurumuş elindeki maşayla mangaldaki pirinayı karıştırıyor. Korlar kıpkızıl ışıyor gecede. Anneannem odadan çıkıp kahve cezvesiyle dönüyor. Cezveyi kor halindeki pirinanın içine sürüyor. Uykulu gözlerle izliyorum onu. Çok uykusuzum. 

Keskin  bir kahve kokusu dolduruyor odayı çok geçmeden. Bana bir fincan kahve uzatıyor. Bir sigara yakıyorum, ellerimi saklamaya çalışarak. Derin bir nefes çekiyorum. Samsun tadı bu. Bir yudum kahve içiyorum. Dudaklarım kanıyor. Göz göze geliyoruz. Çok üzgünüm.

-Buraya çok sık gelir oldun. Canın da sıkkın görünüyor. Bir şey mi oldu Barış? 

-Evet, sık gelir oldum, biliyorum anneanne; nedenini mi bilmek istiyorsun? Belki şu pirinanın kavurmayan sıcaklığına, belki artık esirgemediğin kahvene, belki de her şeyle yıllarca savaşmana, tek başına savaşmana yeten direncinden güç almaya geliyorum, kim bilir? Kapının önünde buluveriyorum kendimi işte.

-Babaannene gitmiyor musun? 

Sesinde hafif bir dokundurma sezinliyorum. Babaannemi daha çok sevdiğimi kastediyor. Eski bir küskünlük mü gizliyor içinde? Ben babaannemi çok severim, doğru. Çünkü o, insanları çok sever. Her gidişimde görürüm gözlerindeki sevinç ışığını, ayda yılda bir değil. Yine de yumuşacık bir sesle yanıtlıyorum. 

-Gidiyorum, evet. Ama o evde yokken gidiyorum. Çokluk karşı komşusu Hüsniye Tete'ye gider, biliyorsun. Hasanaki evden çıkar çıkmaz ya Hüsniye Tete gelir babaanneme ya da o gider teteye. Küçük halam da mahalledeki kızlardan birine gidince ev boş kalıyor ya, işte o zaman gidiyorum. Yavaşça açıyorum kapıyı. Hiç oyalanmadan ikinci kata çıkıyorum. Üst kattaki odalardan sağdakine, hani doğduğum oda var ya, işte o odaya giriyorum. Denize bakan pencereye koşuyorum hemen. Bazen kapalı bulduğum tahta panjurları açıp denizi ve güneşi görüyorum. Usulca geziniyorum odalarda. Eşyalara dokunuyorum. Bir hırsız gibi kaçıyorum sonra. 

-Neden?

-Birincisi, beni böyle görmesini istemiyorum.

-Nasıl görecek ki?

-Senin şu anda göremediklerini görür o, duyumsar, hemen anlar. Üzülür, kahrolur. Bunu istemem. İkincisi anneanne, o evde öylesine duygulanıyorum ki, bu beni incitiyor, güçsüzleştiriyor. Direnme gücümü azaltıyor. Bu yüzden buraya daha sık geliyorum. Hem artık sen de seviniyorsun geldiğime. 

-Çok yalnızım Barış, çok yalnızım.

-Hep öyle olmak istemiştin. Ama bak, artık çok sık gelir oldum buraya. Yalnız değilsin artık.
 
-Başka nerelere gidiyorsun?

-Her yere gidiyorum anneanne, güneşe bile. Düşüncelerim kanatlı sanki. Bütün sokaklarını dolaşıyorum çocukluğumun. Bazen bir hüzün kanatıyor içimi. Pencere ya da kapı kenarlarından ince bir günışığının sızdığı loş odalarda kıvrılmış yatan bir cenin gibiyim. Yine de karanfiller ellerimin altında.

Yeşili hala capcanlı, çukura kaçmış gözlerinin buğulandığını görüyorum. 

-Yoksa seni ziyarete gelen bir ben miyim anneanne? Onun için mi bu denli yalnızsın? Salt benimle mi görüşüyorsun bu düşsel evde? Sen öleli kaç yıl oldu anneanne? Üç mü, beş mi? Uzun ve sağlıklı bir ömürdü seninki. Çocuklarını, torunlarının çocuklarını gördün. Ölüm hiçbir şeyin sonu değil. Bak, ne sık görüşüyoruz seninle. Bunu sağlığında bile yapmazdık, değil mi? 

Artık iyice dolan gözlerini, başındaki tülbendin ucuyla siliyor. Eskiden ağlamayı bilmediğini ve sevmediğini düşünüyorum.

-Namazım kaldı. Yukarı çıkıp kılayım. Sen yat, dinlen biraz, diyor bana. 

Pirinayı son kez karıştırıp korları ortaya çıkarıyor. Sonra odadan çıkıp sessizce kapatıyor kapıyı. Sıcağı tenimde duyuyorum. Bu ev iyice eskimiş olmalı. Anneannemin üst kata çıktığını anlıyorum tahta merdivenlerin gıcırdayışından. 

Sedire uzanıyorum boylu boyunca. Gözlerim kapanıyor. Çok yorgunum.

düş gibi bir uykuya dalıyorum ya da uyku gibi bir düşe yorgunum sızlıyor her yanım yaralar içinde görsün istemezdim aldırmazdı eskiden olsa olsun üzülür görmesin ellerim yüzüm şiş yaralar içindeyim düş mü bu uyku mu ne zor anlamak ne zor bir anahtar sesi kilidin içinde dönen bir anahtar bir demir sürgü şraaaaaaak diye çekilen 

Uyanıyorum. 

Açılan kapıdan hücreye giren ışık altında, soğuk, ıslak beton zemine kıvrılmış yatan cenin gibiyim. Doğrulup dikilmeye çalışıyorum zincirlerime karşın. Gözlerimi kırpıştırıyorum. Adamlar görüyorum kapıda. Bana bakıyorlar. Elinde anahtarlar bulunan gardiyanın yanındaki sivilin sesi tarıyor geceyi: 

-Barış sen misin?!!




   

Ferda İzbudak Akıncı