"FIRDÖNDÜ" (Roman)
Beşinci
Bölüm
Levent’teki evi satın almak
için gittiğim, baskın
bir gösterişle döşenmiş sosyete
emlakçısında şirketin tanıtım reklamlarıyla
uğraşan genç bir kadınla tanışmıştım. İri dalgalı simsiyah
saçları, kumral bir
teni vardı. Sivri çeneli uzun yüzünde,
İranlı kadınlara özgü, belki de Arap
ırkının belirgin özelliklerinden biri olan ince kanatlı
hafifçe kemerli bir burnu
vardı. Türk kadınlarında pek görülmeyen
ölçüde, büyücek dişice
bir ağzı,
gülünce ışıltılar saçan bembeyaz,
çok düzgün dişleri,
gözbebeklerimin tam da
ortasına delice bakışlarını çivileyen, pırıltılar
saçan gözleri vardı. Edebiyatımızda
badem gözlü denilen biçimde yukarı kıvrık
değildi, enine uzuncaydı gözleri. Belini
çukurlaştırarak yürürken ince ayak
bilekleriyle, her adım atışında sallanan
gümüş küpeleriyle, çok albenili
bir kadındı.
Bir gün sonrası
buluştuğumuz otelin terasında, onu dinlemenin eşsiz mutluluğuyla
boğazın
olağanüstü akşam
görüntüsüne bakmayı bile
unutabiliyordum. Bir emlak şirketinde
neden çalıştığını bir türlü anlayamadığım,
daha doğrusu hiç yakıştıramadığım bu
genç kadının zekâ kıvılcımlarıyla bezenmiş
üst düzeyde bir kültürü
yansıtan
konuşmasını dinlerken, saatler nasıl geçiyor anlayamıyordum.
Sözün
kısası, senin fotomodel gibi diyerek kusursuzluğuyla
övündüğün sevgilin
Sedina’dan güzel değildi belki, ama dişiliğine
gelince, otoyolda Mersedesi
sollayan Porsche gibi sollardı seninkini
üçüncü sol şeritten.
Ancak
yarım saat, belki de bir saat konuşabildiğimiz o kısacık
süreçte
çok etkilenmiş, genç olmadığıma yanmış, ona
hiçbir zaman ulaşamayacağımı
düşünmüştüm.
Birkaç ay sonra,
İstanbul’a dönüş için son
hazırlıkları yapmaya gidince telefonlaştık, ama yüz
yüze görüşemedik.
İlk
kez başıma
geliyordu, orada kaldığım iki üç gün
içinde,
işinden çıktıktan sonra cep
telefonuyla bana ulaşmaya uğraşıyor, bense görüşmeyi
neredeyse, onu kaybetme
korkusuyla savsaklıyordum. İlk kez bir genç kadından, daha
doğrusu ona dokunur
dokunmaz, onu kaybetmekten korkuyordum. Adlandıramadığım,
anlatamayacağım bir gizemle
yüklüydü. Hani yapraklarına dokununca
içine
kıvrılarak küsen, küstüm
çiçeği vardır
ya. Ona dokunma korkusu. Ya da, dağ eteklerinde gezinirken
gördüğün ender güzellikte
bir çiçeğin, taçyaprağına tam da
dokunmak
isterken, sinsice gelen bir esinti
havalara uçuruverir ya o yaprakları. İşte öyle
endişeli bir
korkuydu benimki.
Sanırım asıl acıtıcı olan ben yaştaki bir erkeğin, çok
genç, çok güzel, çok
zeki, oldukça bilgili bir kadın karşısında uğrayacağı
düş
kırıklığı korkusuydu.
Hiç de öyle olmadı.
Kesin
dönüşten önce, İstanbul’a son
gidişimde, benim için ilk olan, ikinci
görüşmemizde tam dokuz saat konuşmuş, birlikte
olmuşuz. Akşam sekizden sabah
beşe dek, neler olmuş neler. Ertesi gün telefonda,
“Ben şimdiye dek kimseyle
böyle uzun birlikte olmadım” derken, sevdalanmış her
genç kadın gibi çok mutluydu.
“Şimdi ne
düşünüyorsun”
diye sorunca:
“Gözlerimi
yumunca
havada parendeler atıyorum” demişti.
Bundan
güzel sevda sözleri olabilir miydi?
İşte
benim son sevdalandığım
kadın budur.
Bundan sonrası da olmaz
artık, olmayacak da. O benim son durağım, sığınamadığım son limanım, o
benim
son sevgilim, İstanbul’um artık.
Annene,
sizlere, daha
ötesi bütün dünyaya bağırarak
açıklamalıydım. İki yüzlü
müydüm, bin
yüzlü mü?
Yoksa çok mu onursuz, çok mu korkak?
“İyi
de, nasıl olur da
senin gibi olgun, evli, boyunca çocukları olan bir
erkekle” dediğini duyar gibi
oluyorum. Bunu bana sorma, ben şimdi bile yalnızca kadınlara değil
bütün
insanlara, bütün dünyaya şaşırarak bakmayı
sürdürüyorum. Benim bu şaşkınlığım
ölene dek, İstanbul’a kavuşana kadar
sürecek.
Sağduyuyla
ondan
çekilmeyi denedim. İnceliklerle işlenmiş bir mektup, işveli
kahkahalarla
süslenmiş bir telefon konuşmasıyla ruhumu okşayarak beni
umutlandırıyor, bana
gençlik aşısı yapıp beni yakalıyor, bırakmıyordu. Eninde
sonunda, günün birinde
onu kaybedivereceğimi düşünüyor,
görece mutluluğun yanında çok acı
çekiyordum,
çok acı çekiyorum, işte şimdi de. Ciddiye alıp
korkma, alışkınım.
Sen
bu
yorucu mutluluğu, yıpratıcı umutsuzluk duygularını daha tanımadın.
Şimdi şu
günlerde, onu bir daha görmeye hakkım olmadığını
düşünüyorum. Belki de tam
tersi. Biliyorum o da küçük mutluluk
kırıntılarının yanında, -gelecek gerçeği
görerek- çok derin acılarla sarsılıyordur.
Yurda kesin dönüş yapmadan
önce ona yazdığım son mektubu da bu deftere yapıştırıyorum.
O
benim
ulaşamayacağım hâyâli, son
sevgilim olacak. Daha ötesi yok. Deniz bitti.
(...)
|