Sizi unutmak için Emirgân’a geldim, Menekşe
Hanım. Çınaraltı’nın kalabalığında kendimden sıyrılıp size adadığım benliğimden
bir an olsun kurtulmak için geldim buraya. Sizin için blues tenli çingene kadından
aldığım papatyalar kurudu cam vazoda; o hüzzam şarkıyı dinleyerek döktüler
beyaz yapraklarını, ahşap masaya. Kahve fincanınızı çatı katına kaldırdım...
İçinde salınan adımlarınızın gürültüsü sardı
geceler boyu odamı. Yokluğunuzun yataklarında huzurun kollarına uzanıp uyuyamadım.Duvarda dehşet bir boşluk vardı gülümseyen
bakışlarınızdan. Çerçevenin dikdörtgen izi kanıyordu duvarda. İşte bakın burada adımlarınızın izi duruyor,
burada aynanın çatlağı, akıtan musluğun sesi; burada kurumuş bahçelerim. Siz; içimdeki yangının şiddetli rüzgârı,
burada hırkanız duruyor. Gül kurusu koltukta kalçanızın, omzunuzun, ellerinizin
izleri... Siz ne zaman edindiniz ceylan ürkekliğini?
Ne zaman kentin alnına kalabalık adımlarınızla çıktınız, ne zaman sevindirdiniz
topuklarınızla soğuk kaldırımları? Siz zamanın gözlerine bakmak gibiydiniz,
Menekşe Hanım. Elinizle değil kalbinizle dokunurdunuz. Ki dokunmak sağaltmaktır
karşımızdakini; yerine göre itiraz etmek, tedirgin kılmak; ama ısrarla
onarmaktır. Sizin ellerinizle biçim bulurdum. Sizin sözcüklerinizle giderdim
şiirin yağışlı sokaklarına, sizin teninizde öperdim denizi... Öncesiz ve
sonrasız sevinçlerin sağanağına sizinle tutulurdum. Vazgeçilmezliktiniz,
Menekşe Hanım. Nicedir geçtiğim kapılar tanımıyor beni,
kilit unutmuş anahtarın sesini. Her şeyi olduğumuz, her şeyimiz kıldığımız
duygu toplamı yoksa yenilgimiz midir? Adlandırmam çok zor! Hem adlandırsam ne
değişir ki? Düşerken tutunduğumuz her neyse ona minnettar kalırız, hepsi bu!
Düşüş nedenlerimize minnet duymamız olası değil. Bu nedenle şarkıların
vefasızlığını çoğaltabiliriz, ancak. Şimdi burada solo keman, ıhlamur kokularının
kuşatmasında, üstümde sizden armağan sedef düğmeli gömleğim olduğu halde koyu
kahve kadar acı doluyum. Unutulmuş çocukluğumunkâğıt helvasıyla yüzleşiyorum. Siz orada bir sigara yakın gecenin
balkonunda, kalbinizde çalmayan telefonunuza kafa tutmanın sevinciyle. Işığı
kapatın kentin cangılına inat. Öksürük nöbetlerimi anımsayın. İçinizde
çiçekleri sulamış olmanın saadetiyle koltuğunuza oturun. Bestesi Kemani Serkis
Efendi’ye ait nihavent şarkıyı dinleyin, Nazan Sıvacı’dan: “Kimseye etmem şikâyet ağlarım ben halime” Yokluğuma dokunun yavaşça; anmak
istemediğiniz adımın benliğinizdeki iflasına... Avuçlarımı unutmanız mümkün
değil, nasılsa... Boğazımdaki çukuru, sesimdeki gurbeti... Sizden edindiğim
dalgınlığa bir kaç satır kitap okuyun. Koca kitabın içindeki binlerce tümceyi
bir bir ayıklayıp karanlıktan sizde kalan ışıkla şu satırları not edin eflatun
defterinize: “Bir kez olsun aşk kerpeteni kalbini
yakalayıp sıkmamıştı. Yangın yerinde küllerin içinden çıkan baba incir piçleri
gibiyalnızdı...”* Sonra sizden bile büyük gözyaşlarınızla
sırılsıklam olmuş yastıkta doğrulun, saçlarınızda ellerimin özlemiyle yol alın
uykunun sokaklarına. Konuk olacağınız her rüya yokluğuma götürecek sizi. Önce
elleriniz sızlayacak, mutlaka. Kalbinizdeki boşlukta yer bulamayacak, ne
yapsanız, mutluluk. Sizden gitmek için geldim buraya,
Emirgân’dayım. Çocukluğuma geldim. Çocukluğuna dönmesi, yaşamı yüzüne
çarpmasıdır, insanın. Geçmişin kuşatması bütün geri dönüş biletlerini
yırtmıştır, oysaki. İnsan nereye gidebilir, nereye kadar gidebilir içindeki
depremle? Yırtılmış haritalarla nerede yolunu bulabilir? Yakılmış
fotoğraflardan hatıra kalır mı geriye? Hele belleği de ihanet etmişse insana
hangi yol aman olabilir, Menekşe Hanım? Yok! Koru’ya gitmedim; oturmadım havuzun
kıyısında, renk renk köşklerin ihtişamıyla şaşkına dönmedim. Lale mevsimi
geçti, oradan çaldığımız lale soğanı açmadı, nasılsa. Orada el ele dolaştığımız
ayrıntılara gidemezdim, belinizin inceliğine yakıştırdım ellerimle baş
edemezdim, Emirgân’da olsam da! İnsanı adlandıran alışkanlıklar değil
midir, Menekşe Hanım? Biçim veren, yönlendiren? Bütün alışkanlıklarımızdan sıyrılıp
yeni bir ben yaratmam olası mı bana bıraktığınız boşlukla? Sizi Keşan Ovası’na doğru rakı içerken de
tanıyabilirdim, İskenderun’da bira içerken de. Bu kentin karakollarında
elektrikle yüklenirken de çıkabilirdiniz karşıma, Kadıköy’de bir meyhanede
de... Yoruldum aşırı beyaz gömlekli adamların ışıltılı kol düğmelerinden,
cilalı ayakkabılarından, güvensiz bakışlarından... Sizi unutmak için mi,
kentten kaçmak için mi geldim bilmiyorum, Emirgân’a. Unutmak olmasaydı acı toplamı çıldırtırdı
insanı; mutlu anlarından edindiği toplam engelleyemezdi çıldırmasını. Salıncağa biniyor musunuz hâlâ, pamuk helva
alıyor musunuz? Nargile içerken nane kokularını savuruyor musunuz saçlarınıza? Açık pembe elbisenizi giyiyor musunuz, hâlâ?
Annenizin mezuniyet için aldığı takıları takıyor musunuz, gerdanınızın
beyazlığına? Elinizle teninize dokunuyor musunuz? Aynada kendinize bakarken, dehşete düşüyor
musunuz? Ben gidip dalgaların kıyıya vurduğu köpük
olacağım, denizkızlarıyla söyleşeceğim bir zaman. Sol yanım deniz. Emirgân’dayım. Sol yanım deniz. Menekşe Hanım. Sol yanım deniz.
Emirgân, 8 Temmuz 2006
*Sarıkasnak, Denize Dair Hikayat, Sf.4
Vecdi Çıralıoğlu Everest Yayınları
126 sayfa
1. Basım Temmuz 2006
ISBN: 9789752893184