Bitende Başlayan

  
Lacivert esmeye başladı rüzgâr. Oysa denizin ufkunda hâlâ yanmakta bulutlar. Eskiden olsa, anında çiziverirdim gözlerini, bulutlara gözlerimle.
 
İhtiyar sokaklar defalarca dolandım yorgun adımlarımla. Gizlendiğin kuytuyu bulamadım. Bilmekteyim ki yoksun bu kentte. Ama seni düşünmek bile, sevmek zamanıdır bilirim. Adaların ışıkları seçilmeye başladı. Birazdan inci gibi duracaklar karanlığa. Güneşin ışıklarını, her gece bu sularda yıkadığını ve yeniden insanların üstüne saldığını okumuştum bir yerlerde. Bir türlü canlandıramadım; ışınlar nasıl yıkanır. Kullanılıp kirlenen ve yıkanıp yeniden kullanılan renkler... Efsane, efsanedir. Düşüncesi bile hoş. Dünyanın onca denizi ve suyu dururken, güneşin bu koyları seçmesi. Sonra, yıkanan renkler ve kirlenmeyen sular! Kirli ışınlar ne tür bir kir bırakır temizlenirken? Bıraktıklarıyla hangi hayat başlar yeniden? Balıklar ışıltılarını, yosunlar yeşilini bu kirlerden alıyor olmalı. Yer yüzeyinin bir kopyasıymış deniz altı. Tepelerin karşılığı çukurlar ve çukurların karşılığı tepeler, insanların yer yüzeyinde bayıldıkları kumsallar, deniz dibinin çölleriymiş.
 
Dün gökkuşağı renklerindeydi gece. Şimdiyse gri. İçimin dışavurumu. Sadece burnundan nefes aldığım bilirim bu anlarda. Kapalıdır ağzın, etinin derisi de kapar nokta deliklerini. Açık kulakların duymaz olur, açık gözlerin görmez. Senin gitmeye kararlı ama yine de ayrılığın acısı gözlerin. Biraz yarım bakar. Sarkar gülümsemen, mum gibi asılı kalır dudaklarında.
 
Hiç rahatsız etmez çam ormanının rüzgârı. Saçını başını dövmez insanın. Derin ve sessiz bir uğultu sadece. Ne zaman bir fıstık çamının toy bir kozalağını kor ateşin üzerine koysam, yanık re­çine kokusu, bal, ille de taze kekik kokusu... Hep seni düşürür aklıma.
 
Beyaz istiyorum ben. Parıltılı değil, kirli de değil. Sade beyaz. Kırmızı ışıktan beyazı süzmek mümkün mü? Keşke batan güneş bana verse sakladığı tüm beyazını. Yeşilden, ya da maviden. Okulda maviyle sarı ışığın birleşiminin beyaz olduğunu öğretiyorlar. Kırmızıyla yeşilinkini ise sarı. Bu üç renk boya, gri tonda kahverengi verir halbuki. Işık bu, sihrine akıl mı erer?
 
Sabahlar hep geç kaldı bana. Akşamlarsa hep erken. Hep geç kaldım ve hiç yetişemedim. Elimi her uzattığımda hep düştüm. Biliyorum, hâlâ da düşmekteyim. Buğulu aynalara parmaklarımla dokundum, gözlerim ışıladı.Aynaya ben bakmaktaydım ama her aynada gördüğüm hep senin görüntündü.

 



Az sonra kum yengeçleri çıkar ve yayılırlar kumsala. Suların sarmaş dolaş olduğu yosunlu kayalıkların, sığ suların ve kumsalın gerçek sahipleri. Şezlongumun üzerine de tırmanırlar. Gözü okşayan çabuklukla ve inanılmaz hızları bir şey ifade etmiyor. Mısır koçanlarını mı tırtık­layacaklar, tost artıklarım mı gömecekler kuma, beni ilgilendirmiyor bu gece. Gündüzleri üzerinde yüzlerce çıplak ayağın tepindiği kızgın kumlarda nasıl saklanabildiklerini de merak etmeyeceğim artık.
 
Sürüklüyorlar ıslak-kuru otların üzerinde beni. Yırtık dirseklerimden kanla beraber papatya kokusu sızıyor. Nasıl acı bu? Deri yırtığını iyi bilirim. Bilirim, ellerimin üstünde de yarıklar var, ter sızar çünkü. Ellerim acımaz halbuki. Düşünürüm.
 
Gece sessiz, yumuşak.Yatıştırıcı. Ölme vakti değil. Yatışmak istemiyorum ki ben. Ölmek istediğim de söylenemez. Gözlerimi kısayım, dudaklarımda donuk bir gülümseme, hep kıpırtısız denize bakayım. Gıdamı da istemem. En sevdiğim, hiçbir şeye değişmek istemediğim kısık ateş üstündeki midye cicozunu da. Denizin bana baktığını sanayım. Uzaklarda bir kız yavaş bir şarkı mırıldanabilir. Bir arpın dingin, yumuşacık sesi eşlik etsin kıza.
 
Bu sonsuz doğada hiçbir ölü boşa gitmezmiş. Toprağın yedi kat altına da koysanız, kurtlanırmış ölüler. Etin ölümü, çoğaltırmış kıvıl kıvıl kurtları. Yılanın eskittiği, kabız olmuş gibi sıkıntıyla sırtından attığı derisi, yeni karınca kolonilerinin, yavru balıkların ambarı olurmuş. Ölü de olsam, beynimi kurtların, böceklerin mesken tutmasını istemem, hayır!..
 
Martıların suya dalış yaptıklarını gördüğümde, yalnız bir şezlongun iyi bir arkadaş olabildi­ğini fark etmiştim. Nazlı nazlı kıpırdanan deniz ve uçmaya özenen (bizim dalmaya özenmemiz gibi!) balıklar ve yavru martıların acemi çığlıkları... Sığınağım benim, kurtarılmış bölgem.
 
Saçlarım yumuşaktır. Ne yandan estiği belirsiz rüzgâr her bir yana savuruyor saçlarımı. Asla aldırış etmiyorum. Gözlerim kısık. Yıllardır hep bu kumsaldan bu denize bakıyorum. Deniz de bana bakıyor mu acaba? Masal kuşum, albatrosum, sizden de sıtkım sıyrıldı. Yüz yirmi metreden denize yaptığınız pikeler ne kadar da hayranlık uyandırıcıydı. Duruşundaki sükûnet tüylerindeki kuru, kaygan yumuşaklık benim yüreğimi ateşlemekteydi. Senin gibi duru bakmak, başımı sağa sola senin gibi çevirmek istiyordum. Yavrularını izledim. Ürktüm. İri olan, ilk "öldürme" deneyimini kardeşinde yaşama geçirdi! Ağlayarak yuvadan düşüşü küçüğün, yürek paralayıcıydı. Biri için bitenin, diğeri için başlangıç olduğunu bilmek için belgesel izlemek gerekmiyor! Ama böyle olmak zorunda mıydı? Zaten yere düşen küçük de, kuru toprağı örten nemli yapraklar üzerinde rahatça ölmeyi bekleyebilmiş değil! At karıncaları, yılanlar, çıyanlar çullanıverdiler sırasız. Kapanın ağzında kaldı küçüğüm.
 
Belgeselde izlediğim bacağı kırık boz ayı öleceğini biliyor muydu? Kış uykusuna yatacağı ine ulaşamadı. Başarsaydı, kışı çıkarabilecek miydi? Ulaşabilse, bacağı belki de iyileşecek, yeniden som balığı yakalayacak ve oracıkta bitiveren her som balığının hayatı, onun için, yaşama yeniden başlama fırsatı olacaktı. Kırık ayağını ileri uzatarak oturamadı ve yattı az sonra da. Bir daha da kalkamadı. Tükenmişlik böyle oluyordu demek. Ölü etinden bir parçanın, bir kartal neslinin devamını sağlayacağım bilseydi yine de mutsuz ölür müydü? Bilemedi.
 
Nehirlerin kaynaklandığı yerleri bilmeliyim, işte tam oralarda sonsuz öpüşlere ihtiyacım var.Çatallanır gözlerim, bakışlarımı alamam. Her çocuk yüzü, senin yüzün oluverir. Telaşla çeviri­rim başımı. Onlarca gözün, çatık kaşların arasından süzülen boş bakışların bana acıdıklarını bilirim. Bakışlar boştur, benimse acır yüreğim. Dayanamam.
 
Ey insanlar, hangi zamanlar sevmektesiniz bizleri? Sevgi periyotlarınız diyorum, yani nöbetleriniz. Sahi hangileriniz sevmekte bizleri? hangileriniz korkmakta bizden? hangileriniz sever gibi yapmakta ama korkmakta gerçekte? hiç olmazsa kaçınız korkar gibi yapmakta ve sevmekte?
 
Ben, seni sevdim. Seni, ben sevdim. Hiç olmazsa ben. Nemli, tozlu, tuzlu şezlongumu bile paylaştım. İşgalcilik bile oynadım daracık yuvamda seninle. Ben seni seçtim. Ya sen?
 
Saçlarından yağmur süzülüyordu. Ellerin üşümüştü. Göbeğimin üstünde ısıtmayı nasıl da severdin? Yağmurlarda gözlüklerini neden çıkarmadığını asla anlayamadım. Hep uslu bakardın, be­nimse hep kabarırdı yüreğim. Camlardan süzülen suların arkasındaki gözlerin boşlukta asılı hâlâ.
 
Masmavi sabahlar artık uzak bana. Karabasanlara, kâbuslara hükmetmek zaten benim işim değil. Yok değil. Çocuk bakışlarına âşığım ben. Benim pembem, çocuk dudaklarınınki. Ardı ardına patlayan şimşeklerde parlayan pelerinli karanlıklar korkutmuyor beni. Korku nedir bilmem ben! Yüzlerce yıl yaşamaktan söz ediyordun. Sonsuza dek (ne demekse sonsuza dek? Öyle bir an gelecekse, zaten sonsuz diye bir şey yoktur!) yaşayacağımı bilsem, senin gibi yaşamayı asla istemem. Ben bittiğimde, başlamalı bir şey. Mezarımın üstündeki otlar benden beslenmeli. Denizin sonsuz maviliğine gömülmek istiyorum ben. Denizin olurum da etimden kopan bir parça, bir balığı bir santim büyütür hiç olmazsa! Bitende, başlayan olmak istiyorum ben. Her bitiş yeniden başlatmalı beni. Her biten, yeni başlangıcım olmalı benim. Sense daracıksın. Sonlusun. Taşa gömü­lüsün. Buharlaşsaydın, havayı çoğaltırdın. Eriyip toprağa düşseydin ıslatır, nefes aldırırdım. Yansaydın, duman olur, bulut olurdun.
 
Kalabalıkların ortasında sessizliklere gömülmek, benim tarzım değil. Yok değil. Sahte öpüşlere, taklit pembelere katlanmamı kimse istemesin benden. Beni yok sayan saldırgan bakışlara kalkan kaldırmaktan yoruldum. Benimle arkadaşlık etmelerini yasaklıyorlar çocukların. Kaçırıyorlar bebekleri beni gördüklerinde, bebeklerse beni çok sever. Bebeklersiz yaşayamam ki ben.
 
Gideyim artık. Elbiselerimi de özgür bırakayım. Balıklar elbise yemez. Hepsini sadık vatanıma, şezlonguma emanet edeyim. Kum yengeçleri de yemez. Taze süt mısır satan kız çocukları alsa keşke.
 
Terliklerimin burunları denize bakmalı, denizden çıkıp geleceğim sanılmasın. Saçlarım son kez batmayacak ve suyun yüzünde son kez dans edecekler. Nasıl da severdin bunu.
Baharın ilk ışıklan ılık yağmurlar taşırdı. İlkyaz güneşi içimden taşarken, senin, bu ılık yağmurlar altında şarkılar söylediğini düşlerdim ve başımı ağır ağır kaldırarak, sesini damlaların sesin­den ayırt etmeye çalışırdım. Oysa bilirdim ki, mevsimlerin de şarkıların da uzağındasın. Sarkılan yalnız ben ve hep ben söylemekteyim.
 

Ağustos 2002
 
  
  Halil Genç