-Sinirleri
alınmış bir beden değil üzerimizdeki; ondan çıkınca yola, ulaşmıyoruz
plastikten bıkınca demiri kuşanan bir ruha; payımıza, öyle hemen istediklerinde
düşemiyorlar mobilize edilmiş hayatlar-
Bu;
tay durma, emekleme dönemlerinden değil, rahme düştüğümüzden beri böyle, bizde.
Annemiz,
başka bir dile tercümesi mümkün olmayan dilinden, anneceden alarak gücünü, bize
dokunduğundan beri böyle.
Annelik
kimliğinden nasiplenmemiş elleriyle dokunduğu için bize; karşısına, bir dağ
nergisi gibi çıktığımızdan beri böyle.
Kendindeki
masumluğu yeniden yaratmak için çıkarmıyor mudur aslında karşısına bizi böyle?
Mobilize
edilen, düz doğruların kuşatıp fethettiği hayatın; bizi, dağ nergisleri gibi
ömür sürdükçe, örselemesi, yıpratması mümkün olabilecek midir?
Ondan
miras kalan masumluğumuz, mağrurluğa galebe ettikten sonra, doruklar eklensin
doruğumuza; ne fark ederdi ki bizim için?
“Kapıyla
eşik arası kalmışlığım”ız mühürlendiği için yüreğimize annemiz tarafından, fark
etmezdi.
Sudan
hızlı akan zaman değil insanlar oldu hep; zamanın kendisini değil, onda bir
araya gelmeye çalışan anları kazanan insanlar.
Biz,
bir saniyeden diğerine geçerken bile ürkektik, telaşlıydık ve hep öyle kaldık.
Kendi
ayakları üzerinde durmayı öğrenemedikleri halde, dünyayı kurtarmaya soyunan insanları
anlatamadı tarih.
Yenilgilerden
referans alarak biz, önce dipnotlardan başlayarak ter dökmeye, tersyüz ettikçe
tarihi, gördük kimlerin “gerçekten” çırılçıplak kaldıklarını.
Aşklarımız
tarih olarak kalacaklarsa, bizim kalemimizle yazılan tarih gömmeliydi onları
mezarlara.
Gömebilir
miydi?
Elbette
hayır çünkü bize ait olduğu için, gücümüzü, önce kendimizden sonra aşkımızdan
aldığımızın farkındaydı ve hep farkında oldu.
Yaşadığımız
hayal kırıklıkları, pire için yorgan yaktırmazdı bize; yaktırmadı da çünkü
aşklarımız da emindiler; onlara; sözüm ona dostluk alışverişinin kıymetini,
değerini vermeyecek yüreklerle bir gün bir yerde hasbıhal eylemeye
başlayacaklarına.
İçlerine,
ataerkilliğin biçimlendirdiği cinselliği almadıkları için emindiler.
Aşkla
yazılan bir harf, aşkın işlendiği bir
fısıltı içselleştirilince zaten, açılmıyor mudur diğer kapılar da artlarına kadar?
Açılıyordur
açılacaktır da çünkü yaldızlanmamış bir kalbin
izi sürülerek dönülmüştür bütün
virajlar.
Bir
tane yetmeyecektir eli sıkılığı aşkta da sergileyen, o söz konusu olunca da,
kaz gelecek yerden tavuk esirgemeyen güruha inat.
İki
tane bağışlamalıdır onun ölmezliğine inanan.
Birisine
kulak kesilirken iliklere kadar üşütür kış; diğerinde ölü geyikleri uyandırır
bahar.
Dörtnala
koşturan atlar imreneceklerdir derken iki arada bir derede kalmışlığa rağmen
yaşatılan bu heyecana.
Ayazın
hüküm sürdüğü yerlerin dokuma tezgâhlarına yansıyan güneşi oraya bir anda
getiren de aynı heyecan değil midir?
O
tezgâhlarda artık, acının sızının yerine işlenen de infilak olmayacak mıdır?
O
infilak değil midir, unutulanı da hatırlatacak olan?
”Paslı
bir kilide anahtar olmak” kalsa da geride yaşam “ağızlarda bir ustura gibi
bilendikçe” avuntunun yerini başka infilaklar almayacak mıdır?
Kalpler
turuncuya boyanmalıdır bundan böyle; avuntu kıpkızıl akarken.
Üzerinde
suluboya gezdirilen gökyüzünün “ateş
fırınında çömlekleri” nasıl ısıttığını sadece dağ nergislerinin büyüme öyküsünü
bilenler görebileceklerdir.
İmkansızlığın
tanımının normal şartlar göz ardı edilmeden yapılageldiği bir ortamda, aşkın,
yaşamın sadece bir masaldan ibaret olmadığını görenler de yine aynı gözler
olacaklardır elbette çünkü,onlar, üzerlerindeki ustalık etiketinden rahatsızlığı her daim duyarak,içlerindeki
çırakla bitirmemişlerdir ve bitirmeye
niyetleri yoktur hasbıhallerini.
|