Yokmuş

         Bazen, elinde küçük bir kibrit kutusuyla gelirdi eve. Kulağının hizasında tutmuş, ileri geri hızla sallıyor olurdu kapıyı açtığımda. Çarpan kabuğun çıkardığı tok sesler yüzünden midem ağzıma gelse de hemen kaçamazdım banyoya. Gözlerini çepeçevre saran morumsu halkalarla dudağını çarpıtan o iğrenç gülümseyişini görecek kadar beklemek zorundaydım.

         Önüne kocaman, cilalı bir rampayı dikip, öylece beklerdi yemek masasının başında. Bir keresinde sormuştum “Neden ille de bu masa?” diye. Öyle bir bakmıştı ki bana… Kutunun içine girivermeyi istemiştim. Nasıl bulabildiğini asla çözemediğim ender türlerdi hepsi de. Bütün dikkatini toplar ve sırtını kamburlaştırarak masaya eğilirdi. Tırmanmaya çalıştığı yerden sürekli kayardı böcek. Bazıları her defasında başa dönüp engelle amansız bir mücadeleye girişerek delirtirdi onu. Küçücük gövdeleriyle amma da inatçıydılar. Yeniden başlayabilme gücünü kimden aldıkları hiç de umurunda değildi ötekinin. Sürekli kendi oluşturduğu başarısızlığı yinelemelerinden sıkılırdı sonunda. Orta parmağının tırnağını, baştakinin ilk boğumundan hızla kurtararak müthiş bir enerji yüklerdi o zaman. Dışına çıkmış içiyle, yapıştığı yerde her zamankinden iğrenç görünür şimdi. Üstelik ne kadar silerse silsin, belleklerde kalacak bir izdir artık o!

         Daralırken derinleşen ürkütücü bir boşluk! Hem içimde, hem dışımda... İncecik bir tırabzanın çevresine yelpaze biçiminde dizilmiş basamakları tırmanıyorum. Çıktıkça çoğalarak iç içe geçmiş karabasanlara dönüşüyorlar. Tam aralarındaki yüksekliğe alıştığımı sandığım sırada da acımasızca tökezletiveriyorlar. Alışmak da neyin nesi? “Adım attığım yeri göreyim!” diyerek eğiyorum başımı. Balçıkken harcına eklenmiş gibi duran mıcırlar yüzünden bir süre sonra karışıyor görüntü. Basamaklarda kayıp kaynayan binlerce cisme katlanmak güç! Ayağımın altında birbirine geçen çıtırtılarla ezilmeye başlıyor kabuklar. Bu sesleri duymak zorunda kalacağıma, kulağımdan girip beynimi oyacak bir matkap verseler elime daha iyi. Vücudumun bütün gözeneklerinden bir anda ter boşanıyor. Sırtımdan yuvarlanan iri bir damla belimin çukurundan süzülürken, döşeme taşıyla kaplanmış kat aralarından birine güçlükle atıyorum kendimi. Duvarın dibine çökerken elimdeki poşeti açıyorum. Kendi öğürtüme değil de, ancak yankısına inanabiliyorum. Daha temiz bir yedeği olmadığından, ucunu gevşekçe düğümleyip çantama koyuyorum.

         Ben ne kadar dışlamak istesem de; her zaman aralıksız olarak işliyor beynim. Dayanılmaz bir acı duyuyorum o zaman! Ardımda bıraktığım derinlik arttıkça, kesinlikle daralıyor bu merdiven boşluğu. Çaresizlik içinde başımı kaldırıyor ve duvarların kopkoyu bir laciverde boyanmış olduğunu görüyorum. Alışılmadık biçimde yüksek tutulan ölçü çizgisinin üstüne, tavan için hazırlanan kireçten sürülmüş olmalı. “Koyu renkler ve ilkel beklentiler...” diyorum kendi kendime. “Keşke her zaman kirleri gizleyebilseler!”

         Uzattığım her adımda ‘kıt’layarak bükülüyor diz kapaklarım. Ağrı dayanılır gibi değil. İstesem, isteyebilsem; durup dinlenirim biraz. Ama hayır, istemiyorum. Döne döne, şimdi tüketmeliyim hepsini. Aylardır görmezden gelebilmek için didindiğim, iyiden iyiye içime yerleşen sıkıntı ilk kez gerçek karanlığı bulup eşleşiyor onunla. Omzumdaki çanta gittikçe ağırlaşırken, kalbimin pompaladığı kan da kuduruyor damarlarımda. Sol dizimdeki ağrı keskin bir bıçak gibi gittikçe arttırıyor şiddetini. Üzerine yük binmesin diye zıplayarak, gülünç bir biçimde yukarı uzatıyorum adımımı.   

Çatıya çıkan merdivenin üstü geniş bir camekânla kaplı. Son kat bu yüzden aydınlık. En ufak bir dikkatsizlikte tutuşup çıtır çıtır yanacak olan üç ahşap kapı sıalanmış daracık koridora! Ortadaki avukatın bürosu; diğerlerini ne olarak kullandığını bilmiyorum.

     Kapıyı tıkladıktan sonra kolu hafifçe indiriyorum; kilitli! Kararsızlık içinde ne yapmam gerektiğini düşünürken,  bir anahtar dönüyor içeride. Yavaşça açılıyor kapı. Saçlarını kazıtmış minyon tipli esmer bir genç, “Buyurun,” diyor. Avukatı soruyorum. Yarım saate kadar geleceğini söylüyor. Bir göz atıyorum kolumdaki saate. Evet! Haklı, yarım saate kadar. Erkenci olan benim! O zaman gideyim. “Burada bekleyebilirsiniz,” falan da demiyor zaten. Çaresiz, dönüyorum geri. Merdivenleri aydınlatmak bir yana, karanlığı daha da belirginleştirmek için asılmış gibi duran ampullerden dökülen ışığı yanıma alıyor, birer birer iniyorum basamakları.

 Binanın üzerinde bulunduğu cadde araç trafiğine kapalı. Yürüyüp sağa dönüyor, arka sokağa giriyorum. Dükkânlara sığmayıp kaldırımlara taşmış püfür püfür giysiler, rengârenk ayakkabı ve terlikler! Cam eşyaların satıldığı bir mağaza... Ne güzel şeyler dizili raflarında! Kenarları fır fırlı çay tabakları, kâseler, beş çaylarının keyfine keyif katacak fincanlar. Porselen demlik takımları, kahvaltı setleri...

“Kendime bir fincan alayım,” diyorum. Büyük, kupa gibi olanlardan. Şöyle güzel, süslü bir şey! Etiketlerdeki fiyatlar pahalı; ama yine de seçiyorum birini. Yakın gelecekte beni nelerin beklediğini düşününce, vazgeçiyorum. Ama yine de almak istiyorum o fincanı. Sonra, birden aklıma geliyor yıllarca cüzdansız yaşadığım. İçine koyacak beş kuruşa bile sahip olamadığım. Fincanı rafına bırakıp çıkıyorum dükkândan. Ağır ağır yürüyorum. Avukatın bürosunun hemen arka tarafında bir yerlerdeyim. “Bir pasaj vardı,” diye düşünüyorum. Diğer kapısı postaneye açılan, bu sokağa bakan tarafına birkaç basamakla inilen... Ortasında avlu gibi kocaman bir boşluk vardı! Girişinde küçük bir mağaza... Nişanlıyken; lacivert, mavi ve beyaz çizgilerden oluşan çok hoş, ekose bir jile almıştı bana oradan. Gezerken yolumuz gelip mağazanın vitrinine düşmüş; kaçamak bakışlarımı mankeni süzerken yakalamıştı.

“Nasıl giyeceksin?” demişti ters ters.

“Yarım kollu beyaz bir penyeyle giyilir aslında,” demiştim alttan alarak.

Satıcı kadınla giriştiği hoyrat pazarlığın sonucunda neredeyse fiyatın yarısını ödeyerek almıştı elbiseyi. O gün akşama kadar zafer kazanmış komutan gibi dolandıysa da ortalıkta; ben, kadının sırf ürkek bakışlarıma acıdığı için elbiseyi verdiğini anlamıştım.

        İlk olarak bir bayram sabahı giydim onu. Ablasının gözlerinde çakan kıvılcımdan da ilk o gün korktum. Yüreğimi titreten, buz gibi bir bakışla bakmıştı bana. Bir buçuk ay sonra evlendiğimizde, bir daha o elbiseyi üzerimde görecek olursa paramparça edeceğini söylemişti annesi. Belindeki kuşak yüzünden ortaya çıkıyormuş kalçalarım. Oysa ben, o kuşağı hep gevşek bağlamışımdır. Hem hiçbir zaman ortaya çıkacak kadar büyük kalçalarım da olmamıştır benim. Onlar kızınınkiydiler. Beliyle aynı genişlikte olup da kısa penyelerin altında, dar pantolonların içinde bile dikkat çekmeyeceğini düşündükleri!

Buluyorum çarşıyı. Postaneye açılan kapıyı. Üst katlara çıkan merdivenlerin kenarlarındaki boyalar bile aynı. Yenilenmemiş olsa çok kötü görünürlerdi. Herhalde eski renklerin aynısını kullanmışlar. Elbiseyi aldığımız mağazanın tavanındaki küçük deliklerden loş ışıklar dökülüyor. Saten ve şifonların gizemli kıvrımları sergileniyor vitrinde. İpek gibi saçların dökülüşüne benzeyen dökülüşleri var kumaşların... Duvarlara vidalanan, perdelere takılan metal tokalar renk ve çeşit cümbüşü içinde! Mutlu yuvalarda yaşayan insanların, sıcacık düşlerine kucak açan bir perdeci dükkânı olmuş.

Zamanı gelince, aynı karanlık duyguların içinden geçerek tırmandım merdivenleri. Avukat gelmemişti. “Burada bekleyebilir miyim?” diye sorunca, “Elbette!” dedi genç.       

Küçücük bekleme odasını tümüyle kaplayan çekyata geçip oturdum. Önceki hafta sığınma evinin sekreteriyle geldiğimizde boyanıyordu burası. Örtünün üstü sıva ve alçı tozlarıyla kaplıydı. Sekreterle şöyle bir tutup, karşılıklı olarak arkaya doğru toplamıştık. Belli ki yıkanmamış. Silkelenmiş yalnızca. Örtüden kalkan tozların başka nerelere konacağına aldırmadan, öylece silkelemişlerdir ortaya. Yok, bir de camdan sarkıtacaklardı! Sen bizim oralar mı sandın burayı... Boşnakların kızlarıyla Arnavutların gelinleri birbirlerine nispet yaparcasına her şeyi pat patlasınlar!

Çok kazanan bir avukata benzemiyor. Kadın tutmamıştır temizliğe. Belki sekreter de yardım etmiştir. Aralarında ne tür bir ilişki olduğunu çözemedim.

Kapıyı güzel kapatamamışım. Cereyan yapıp gıcırdayınca, yan odadaki bilgisayarın başından kalkıp geldi esmer genç. Kapattı kapıyı. Bakışlarımız karşılaşınca, “Kapayabilirim, değil mi?” dedi telaşla.

“Elbette!” dedim gülümseyerek. Senin olası saldırın, benim bugüne dek gördüklerimin yanında nedir ki; a çocuk!” desem nasıl bir tepki verir acaba?

Aşağıdan köfte kokusu geliyor. Tavla şıkırtıları ve karıştırılan çayların sesi. Kuş cıvıltıları. E son kat ya hani; çatının çıkıntı yaptığı yerlere yuva kurmuşlardır. Yaslanıyorum arkama; bütün seslerin karışımından oluşan tatlı bir ninni geliyor kulağıma.

Sert açılan kapının sesiyle irkildim. Ağzımdaki salyayı toparlayıp yutkunmak, dilimi yola getirip konuşabilmek yüzyıllar boyu sürdü sanki. Kocaman adımlarla yaklaşıp karşımda durdu avukat. Sapsarı bir adam! Geciktiğinden dolayı özür diledi. Gülümsemesi zoraki miydi, yoksa bana mı öyle geldi bilmem. İçerideki odayı gösterdi eliyle. Peşinden gittim. Esmer genç bilgisayarın başından kalktı. Masanın üstündeki dosyaları koltuğunun altına alıp çıktı.

Hatırımı sordu avukat. Tüm ısrarlarıma rağmen, karşı binadan telefonla çay istedi.

“Evet!” diyerek çantasından çıkardığı dosyayı masanın üstüne bıraktı. Aylardır bastırmaya çalıştığım o huzursuz bekleyiş... Küf yeşiline bürünüp soluğumu kesen heyecan... Acımasız katiller gibi saldırıyorlar boğazıma. “Az kaldı...” diyorum içimden. “Onların çözülmeye mahkûm o kemikli ellerini adaletin kesmesine az kaldı.”

“Daha önce de söylemiştim, biliyorsunuz; benim bugüne dek aldığım davalardan çok farklı sizinki,” dedi.

Evet, daha önce söylemişti, biliyordum; o yüzden de yutkundum. Yutkunmasaydım eğer, delirebilirdim çünkü!

Konuyu meslektaşlarıyla görüşüp araştırdığını söyledi. Ve ‘bugün günlerden salı’ der gibi, “Yok!” dedi. “Yapılacak bir şey yok!”

“Yokmuş!” dedim ben de bir robot gibi. “Benim için yapılacak hiçbir şey yok!”

Yattığım hastaneden, çıkarken verilen rapordan ve kullandığım ilaçlardan söz etti.

Midemdeki bulantının, başımdaki dönmenin ötesinden tanımadığım, bana çok yabancı bir ses çıktı gırtlağımdan. “İyi ama...” dedim bu yabancı sese şaşarak. “Ben... neden hastaneye yatmışım...”

Bunu sormazmış hâkim. Ya neyi sorarmış! Benim durumumda hiçbir şeyi, hiçbir şeyi bana sormazmış. Benimle ilgili kararları mahkemenin belirleyeceği birinin vermesi, yaşamımı onun yönlendirmesi gerekirmiş.

“İyi ama...” dedim güçlükle. Bunun, az önce de söylediğim şey olduğunu ayrımsayınca sustum.

Hüzün vardı gözlerinde. Benim artık hiçbir yerde görmek istemediğim hüzün! Ne kadar da anlamsız bir şeydi orada öylece durup kimsesizlikten söz etmek! Sessizce kalkıp dışarı çıktım. “İnsanoğlu bilmez...” dedim kendime. “Silinince izi kalmaz onun hiçbir yerde.”

Merdivenin başından dikilip uzun uzun baktım aşağıya. Çıktıkça daralan derin boşluk... Yaşamımın elle tutulur, gözle görülür tek gerçeği olarak oradaydı işte! Genişlemek için bir anlık cesaretimden başkasına ihtiyaç duyduğu da yoktu.

 

                                                                                             27.11.2007

                                                                                         


 
  
  Rahime Dilek