Saksıdaki Kırmızı Karanfil

                                      
               sislerin arasında kalan pencereme
               buğulu gülüşlerin değiyor sessizce
               şiirsel imgeler takılı kalıyor
               seni anlatamıyorum şöyle güzelce
               denizin tuzu kalmış dudaklarımda
               kızılırmak girse yüreğime nafile
               sevdadan söz eder oldum kendi kendime
               sen yokmuşsun gibi buğulu penceremde. 
 
mapus damında ilk karşılaşmamızdı, aylardan sonra. don tutmuş gece gibi donuk bakıyorduk birbirimize. tedirgindik, korkuyorduk da nedense. korkudan korkmak mıydı,  yoksa korkuya meydan okumak mı?  öfkeydi belki de... 
 
rüşvet verip gardiyan celil'e, bir saksı bir de kırmızı karanfil aldırmıştık, en küçüğünden. sonra beraber sulamaya başladık, bir benim penceremde bir senin pencerende. saksıyı her getir-götü için celil'e verdiğim rüşvetler büyük haz veriyordu.  olsun karanfilimiz açtı ya kırmızı kırmızı. biz birbirimize mi sevdalanmıştık, yediveren güle, karanfile, özgürlüğe, dışarıdaki tinerci çocuklara, varoşların mahpus ceninlerine mi? 
 
emperyalistlerin düzenlediği savaşlarda, babaları ölen yetimlere duygusal, silah tüccarlarına, üreticilerine de öfkeliydik. bir mektup getirmişti celil,  diyordun ki; "unutulmuş sevgilerin gizemleri gizlidir bizde." haklısın... kıskanırdık da bazen sevgimizi en yakınlarımızdan bile.  dediğim gibi belki korkuydu bu, belki de direnmek.  ama aslolan sevgimizdi bizi buluşturan mapushanede. 
 
yatağından taşan nehir gibi kabarmıştı yüreklerimiz. kulaklarımızda çığıltılarıydı sanki yavrusunu sele veren annenin sesi.  o anne ki acılar yoğurmuştu ama vurmamıştı dışarıya öfkesini.  ne onunki ne de başka annelerin çocukları ölmemeliydi. kızıl düşen orman gibi yağmur görmeliydi.  gözünden akıtamadığı ıslak inci gibi içgüdüm bırakmıyor peşimi.  beynimde taş devri insanların rüyası. umarsız dolaşıyorlar bir çağ daha atlamak için.  cilalı taş devri gelse insan ne umar ki?  bak güneş elveda diyor yarın görüşmek için.  karanfilimize su vermeyi unutma; bir cigara parası da celile. toprak saksıyı yapanın terini hissediyorum iliklerimde. semazen gibi dönmekteyim.  bulamıyorum aradığım semayı. o sema ki seni bana odaklaştıran.  saksıdaki kırmızı karanfil tek tesellim. 
ve de senin gönderdiğin mektuplar-şiirler.  güneş görkemini yitirirken yas tutan anne gibi geldi yine gece.  umut yok olur türkülerimiz de.  yabansıl bir hüzün çöküyor yine üzerimize.  sonra gökkuşağını beklerim. sisli bulutlar nerede. inceden inceye bir çiğ kaplar çimenleri.  daha fazla bekleyemem. bir sibirya kaplanın gözlerinde görürüm gözlerini. 
 
akdeniz oluyorum tuzlar eriyor gözlerimde. aforizmalar başlar bekleye bekleye.  gecenin korkunç geceliğini gözyaşlarım yırtar. hayallerime yine konuk oluyor çağrısız fırtınalar.  kızılca kıyamet başlıyor içimde. 
 
cehennem dedikleri bu olsa gerek. sevdadan az söz eder oldum.  karabasanlar bırakmıyor her gece her gece. çelik-çomak oynamak geliyor içimden. hep kazanmalıyım, kaybetsem de alınmamalıyım. göksel bir uçuşta yüreğim. yok yok düşsel bir uçurumda. bilincin ve kuşkunun arasında kalmışım.  kaygılanıyorum da.  gardiyan celil geldi yine. saksıyı uzatmadan uzatıyor ellerini ellerime. bu satırları göndereceğim.  okur ve anlarsın kuşkularımı.  karanfilimiz büyümüş biraz daha canlı ve alımlı.  yaprakları bol güneş görmüş rüşvet sayesinde. 
 
              sıfırı sıfırla çarpıyorum sonuç sıfır
              sıfırı sıfırla bölüyorum sonuç sıfır
              sıfırı sıfırdan çıkarıyorum sonuç sıfır
              sıfırı sıfırla topluyorum sonuç sıfır
 
ama biz sıfırlamamıştık karekökleri-pileri. sonuca ulaşmak için kendi matematiğimizi kendimiz yazmalıyız. karanfile bakıyorum; venüs güzelliğinde.  renkleri daha parlak.  kokusu şiirsel bir konuya dönüşüvermiş gibi. 
 
hatırlar mısın?  gecenin ayazında dudaklarımız çatlar. gündüzün dayanılmaz sıcağında dudağımızdaki yaralar patlar irine dönüşürdü. yine böyle bir günde duldalık ararken kendimize;  kazara bir karıncaya basmış üzüntüden kahrolmuştun. "acaba anne miydi; çocuklarına yiyecek mi götürüyordu? yoksa baba mıydı; evine çalı çırpı mı götürüyordu? birden irkilmiştin. ya genç bir karıncaydıysa... nasıl kıydım ona.  yaşamak hakkıydı onun da.  babası kardeşleri var mıydı acaba" diye diye üzülmüştün. sonra bana dağıstanlı şair resul hamzatov'un "dağlar" isimli şiirini okumuştun.  dağlardan ovalara bağıra bağıra, yankıları yüreğimizde kalmıştı. 
 
                 "bu ışıklı gökkubbenin altında
                  bir kaç dakikaları bile kalmış olanlar
                  yüzlerce yıl yaşayacakmış gibi
                  koşuşturup duruyorlar
                  ve uzakta binlerce yıllık suskunlukta
                  dağlar bu telaşlı kalabalığa bakarak
                  donup kalmışlar haşin ve kederli
                  sanki bir kaç dakikaları kalmış gibi yaşayacaklar"
 
şiirdeki gibi hala koşuşturuyoruz. ne için?  bir damla özgürlük için. "hayvanlar" diye haykırmıştın. sesin dağlardan geri dönüp tekrar dağlara geri gidiyordu.  o anda vurulmuş bir yaban domuzu görmüştük. bir an bana bakıp; "hayvan hangisi, vuran mı vurulan mı?" diye sormuştun. 
 
gardiyan celil geldi. suratından düşen bin parça. sordum "ne oldu" diye. "bak bozuluyorum.  bahşişler yavaş yavaş azaldı. karanfilinizden yapraklar düşer sonra".  rüşvetin adını bahşiş koymuştu biliyorsun.  buna bir çare bulmalı ama nasıl.  saksıdaki kırmızı karanfilimiz bizim tek haberleşme kaynağımız.  ben son sigara paramı verdim celil'e.  mektubu sana getirsin diye. sen de sigarayı azaltırsın kırmızı karanfilin gizeminde saklı mektuplar gelsin diye. ben yatıyorum. sabah mektuplaşmak üzere. saksının içinde son yazdığım şiir var. okursun sanırım bu gece. 
 
                      kızgın demire verilen suyun maviliğinde yanmışım
                      bozkırların gölgesinde yatmışım
                      dümdüz yapmışım evreni
                      eğelemişim
                      ekşi nar yemiş dilimle
                      korku değilmiş bizdeki
                      anladım görünce yüreğindeki bükülmez çeliği. 
 
unutmadan yazayım. karanfilimizden bir yaprak küsmüş gibi. biraz eğrice. gardiyan celil'den şüpheliyim. sen yine de dikkat et celil'e parayı verince. 
 
                       bir yaprak
                       bin yapraktır bizim için
                       eğilmemeliyiz
                       düşmemeliyiz yere
                       ki sen hiç bir zaman
                       kul olmadın
                       ümmet olmadın bilirim
                       mahşer yeri denilen yerde. 
 
                                
  
                                                                                    
  
  Sabahittin Kurtoğlu