İndir kitaplığın
Fotoğrafları umutsuz notları,
Soy kendi yansımanı aynadan
Otur, Yaşamınla bir ziyafet çek.
D. Walcott
Gecenin büyüttüğü gölgelerin arasına dalıyor.
Güvensiz adımlarının sesi, ulaşabildiği son noktaya kadar gidip, çarptığı
yerden daha da büyüyerek yüzüne vuruyor. Üşüyen elleri, dizlerine kadar uzanan
gri pardösüsünün ceplerinde. Kendine kapanmış zayıf bedenin attığı her adım
içindeki öfkeyi uzaklara dağıtıyor. Sokak arası meyhanelerinin gürültülerine,
bir klarnetten yükselen anason kokulu bir türkü karışıyor. Aklında
yanıtlamaktan hep kaçtığı ama tekrar tekrar sorduğu bir soru. Her şey, bir
mürekkep lekesi gibi yavaş yavaş büyüyor.
Camın arkası gece... Lacivert, kuyu karanlığında,
eksilten bir gece...
Koltuğa oturuyor. Başı hafif öne eğik. Bakışları, karanlık gecede geçmişe kilitli…Yüzüne vuran
ışık huzmesiyle, sureti cama dökülüyor. Cam,
beyaz çerçeveli, yüzleştiren, karanlık bir ayna sanki. Kuyusunun
dibindeki suretine yaklaşır gibi hayretle yaklaşıyor cama. Parmakları karanlığı
yokluyor, görüntüsüyle buluşuyor.
Yıllarca
yan yana getirilememiş hayatların, iç içe geçmiş
anılarıyla yorgun.Her şey birbirine geçmiş,
süreksiz ve bütünlüksüz, bir ‘yığın’
gibi eski… Uzanıyor, sanki bunlardan birini çekebilse omuzları hafifleyecek.
Kayıtsızca yana eğiyor başını, suret de eğiyor. Gülümsüyor; karanlığın içindeki
suret, başını hafif arkaya atıp dudağının kıyısında belli belirsiz küçümser bir
gülüşle karşılık veriyor. Gülümserken kışkırtan yüzünü yakalamak istiyor . Eli
boşlukta kalıyor. Surette ‘korkak’ der gibi aşağılayıcı bir bakış. Pürüzsüz
yüzüne gidiyor parmakları. Suretinin işaret parmağı alnında boynunda derin
çizgilerde geziniyor. Siyah saçları, lacivert gecede olgun başaklar gibi
yorgun...
Görünenlerle görünmeyenler birbirine değiyor...
Arnavut taşı döşenmiş yolda ağır aksak yürüyor.
Bakışları ıslak, parlak taşlarda, yanından geçenlerin
davetkâr gülüşlerine tepkisiz. Arkasında bırakmak
istiyor birbirinin aynı gölgeleri... Hızlanıyor. Sanki, uzak
bir boşluğa yağmurlar yağıyor. Ömür, bir fotoğrafta
adımlarını kısa atıyor.
Parmakları adamın avuçlarında... Adam kutsal kitabı
tutar gibi tutuyor elinin içindeki parmakları. Sol kolunu arkasına atıp, duruşunu dikleştiriyor derin
bir nefes alıyor, aynada bu halini izliyor. Gözlerini kısıp çok uzaklara
bakıyor, ömür boyu hatırlanmasını istediği damatlık gülüşünü seçmeye çalışıyor.
Gelinin bakışları içindeki heyecanı daha çok ele veriyor. Fotoğrafçı, her gelin
ve damada önerdiği gibi heyecansız bir komutla "gülümseyin" diyor.
Kadın, bedenini erkeğe doğru hafifçe çeviriyor. Bakışları damadın kendinden
emin gülüşüyle kesişiyor. Kadın, bir yabancıya bakar gibi bakıyor bir an.
Burnunda her zamankinden farklı, kolonyayla karışık bir parfüm kokusu... Kadın
düşünceli... Kayıtsızca gülümsüyor. Deklanşör,
adamda betimlenen kusursuz bir özgüveni, kadındaki ürpertiyi
sonsuzlaştırıyor. Gelinin annesi koşarak aceleyle oldukça kalın kırmızı bir
kurdeleyi doluyor ince beline. Fiyonga, fotoğraflarda en iyi görüneceğini
düşündüğü yeri seçerken bir taraftan da fotoğrafçıya bakmadan, çömeldiği yerden
neşeyle söyleniyor “Oğlum bir de böyle
çek adettendir”
Hayatın tersten okunuşuyla, ne çok şey yeniden anlamlanıyor...
Siyah beyaz bir fotoğrafta, karpuz kollu
sutaşıyla işli mavi dantel bir elbiseyle anımsanan çocukluk
resminde, ilk diş ağrısı, ilk anne sözü, ilk aşk, ilk ihanet,
hangi kıvrımlarda saklıdır … Bitimsiz gülüşlerle
sonsuza sabitlenen yüzlerde vefasızlık, bencillik, yalan nerede
gizlidir? Fotoğraflara sıkışmış bölük pörçük
anılar geride kalanın ne kadarıdır? Hayatın hikayesi midir
yakalanan fotoğraflarda yoksa, yanıltıcı küflü
bir tortu mu... Bilemiyor.
Birbirine sarılmış, mutlulukla birbirine bakan iki
insanın sudaki suretine dokunulduğunda, kıpırtılarla uzaklaşan görüntüler, dağılıp giderken
geçmişten, hâlâ gülümser mi geleceğe? Yoksa bulanık bir zamandan sitemkâr mıdır
savruk hayaller? Uzun, hızlı, ürkek, güvensiz, eksik atılan adımlar, sancıları
neredeydi? Bilemiyor.
Hayatının gölgesi artık çok uzağında...
Telefonu koşarak kaldırıyor. Genç kız, rahatsız
ettiği için nazikçe özür diliyor ilkin. Sonra çalıştığı mağazanın adını
söylüyor: “Eşinizin bir ay önce aldığı bluzda bir sorun çıkmıştı. Fabrikadan
yenisi bir hafta önce geldi ancak kendisine ulaşamadık. Uygun olduğunuzda
alabilir misiniz? Satıcının sesinde
ürünü nihayet alıcısına ulaştırmanın mutluluğu... Derin, sorgulayan bir
sessizlik... Büyük bir sessizlik.... Ses tedirginleşiyor: “Alo, orda mısınız? “Alo”... Kadın, sesini kontrol etmeye
çalışıyor, büyük bir nefes alıp, hücrelerine kadar yayılan bu paniği kontrol
etmeye çabalıyor. Boğazını temizliyor. Telefonun ahizesini boğacakmışçasına
tutan soğuk ellerine bakıyor. Duyduklarını zihninde yeniden yan yana getirip,
anlamak istediği biçime getirmeye çabalıyor. Olmuyor... Allak bullak...
Tarifsiz bir karanlık... Karşıdaki ses olanları görüyormuşçasına endişeli.
Kıza, son bir güçle: “Akşama iletirim.” deyip telefonu
kapatıyor.
Otelin yarı açık dış kapısından içeriye süzülüyor.
Gerinen boz bir kedi kapının iki tarafına konulan çamların beton saksısına
sürtünüyor. Sürtünmenin sesini duyuracak bir sessizlik… Bir hayat belirtisi yok
gibi… Gecenin sessizliğini, kedinin miyavlaması bozuyor. Kafasını kaldırmadan
nesnelerin karanlığından geçiyor. Ahşap kolluklardan güç alıp bir çırpıda çıkıyor merdivenleri.
Koridorun sonundan sağa dönüp, oda kapısının önüne geliyor. Numarayı son bir
kez daha kontrol edip kapıyı tıklatıyor. Parmakları her an uçmaya hazır
serçeler kadar ürkek. Kalbinin sesi,
tıklattığı kapının sesinden daha çok duyuluyormuşçasına endişeli, sol elini
göğsüne bastırıyor. Derin bir nefes alıyor. Bekliyor, yutkunuyor. Aklına,
zamansız korkular üşüşmekte... "Sadece
bir adım" diyor... "Sadece
bir adım...." Başını dikleştiriyor, üstüne çekidüzen veriyor ve
tekrar kapıyı çalmak üzere elini kaldırıyor. Birden, eli açılan kapıda beliren
adamın eliyle buluşuyor. Adam, avucundaki ürkek eli dudağına götürüyor.
Şefkatle öpüp içeriye çekiyor.
Bozulmamış yatağın ayak ucuna ilişen kadın, dalgın.
Hüzünlü yüzünde belli belirsiz sitemkâr
bir gülüş geride bıraktıklarına... Kayarak çözülüyor eflatun, çiçekli eşarbı. Açık kumral, iri dalgalı parlak
saçları dağılıyor omuzlarına. Yüzüne
düşen, oyun bozan bir buklenin gölgesinde bakışları. Düşünceli parmakları pardösüsünün düğmelerine
değiyor. Hafifçe yerinden doğrulup biraz öteye atıyor çıkardığını.
İlk
cümlesi tok ve kararlı çıksın istiyor. Derin bir nefes verip, sesinin tonunun
ayarlamaya çalışırken gülümsüyor acemiliğine. Adam, ahşap sandalyeyi kadının
karşısına çekmiş hiç konuşmadan sevgiyle onu izliyor. Dizleri birbirine
değiyor. Bundan telaşlanmıyor kadın. Eğik başını kaldırıyor, tüm dikkatiyle
adamın gözlerinde, yıllar önce söndürdüğü bir ışığı arıyor. Hiçbir şey söylemiyor
kadın, hiçbir şey sormuyor adam. Sol elinin ince parmakları yılların birikmiş
özlemiyle dolaşıyor adamın yüzünde. Şakalarındaki beyazlarda, alnındaki çizgilerde...
Bakışların şefkati zamanı
sakinleştiriyor.
Kadın
ayağa kalkıyor. Başıyla izliyor onu adam. Kadın davetkar bakışlarla bluzunun
düğmelerini çözüyor, sonra eteğinin fermuarını açıyor; bolaran eteği bedeninden
sıyrılarak ayaklarının dibine yığılıyor. Kıpırdamıyor adam, gecikmiş,
söylenmemiş sözler dilinde, gözlerinde eskiden kalma, sıcak bir gülümseme.
Bakışlarını, meydan okurcasına adamın yüzünden bir saniye bile çekmiyor, elleri sırtında dolanıyor, aceleyle sutyenin
kopçalarını bulmaya çalışıyor. Anlamlandıramadığı bu telaş ve öfkeyi biraz
şaşkın kısık gözlerle izliyor adam. Bozulan sinirinden beceriksizleşen titrek parmakları kopçaları
çözemiyor. Bir sutyenini söküp çıkarmaya yöneliyor parmakları, bir yüzüne inip
dikkatini iyice dağıtan saçlarını hırsla geriye atmaya... Sonra uzun süre
kopçasında, saçlarında hiç durmadan gelip gidiyor parmakları. Aniden duruyor.
Adamın yüzünde gördüğü kederle daha da öfkeleniyor. Panikle sutyenine asılıyor ve buluz çıkarır gibi
kontrolsüzce bedeninden sıyırıp fırlatmaya çalışıyor. Üzerindeki her şeye
saldırıyor elleri, bir an önce tenine değen her şeyden kurtulmak istiyor.
Gücü yetse, becerebilse tenini bile
yüreğinden sıyırıp atacak bir öfke
içinde… Adam aniden ayağa kalkıp
kontrolünü yitiren kadını kucaklayıp yatağa fırlatıyor. Külçe gibi yığılıyor
kadın. Altındaki yorganı güçlükle çekiyor ve kadının üstüne örtüyor. Kadın, yatağın
içinde dağılmış parçalarını toplamaya çalışıyor. El yordamıyla bacaklarını
bulup güçlükle bedenine doğru çekiyor. Kollarını bacaklarına sımsıkı doluyor,
gözlerini kapatıp uykuya, derin, beyaz bir boşluğa dalıyor.
Bütün ışıklar yanıyor. Yıllarca parmaklarının
uzandığı tüm ışıklar... Hayatı çırılçıplak ortada. Gördüğü en sıcak beyazlar
içinde sorguda gibi. Gözleri kamaşıyor. Üstünde ona ait olup olmadığını bile
anımsayamadığı, yere kadar uzanan beyaz tül
elbise... Beyaz bir zeminde çıplak ayakları... Işık varlığını siliyor,
artık elleri, kederli yüzü, boşlukta dağılan saçlarını görebiliyor sadece.
Işıkların can alıcı yakıcılığından kurtulmak için sol kolunu siper ediyor
gözlerine. Sendeliyor, arkasında var olduğunu sandığı beyaz duvara yaslanmak
için bir adım atıyor. Yeryüzünden siliniyormuşçasına bir geri adım. Bir adım
daha... Önce elleri iki yana açılıyor,
sonra elbisesi havalanıyor, saçları hareketleniyor, gözlerini yumup,
kalbine yayılan ılık bir sıcaklıkla yorgun, beyaz bir bulutun içinde artık.
Bu can yakan,
hırpalayan bir düşüş değil... Bu, bir sonbahar yaprağının ilk ve son
özgürlüğü gibi, nereye gittiğini bilmeden oynaşması rüzgârla. dudağından
bir şiirin dizeleri , "Bilseydi yaprak/
kendiliğinden bırakacağını/ hiç telaşa verir miydi dalı/ yeşereceğim diye?" Mırıldanarak düşüyor derinlere. Sırtı usulca
değiyor yumuşak bir zemine. Sonra elleri düşüyor iki yanına, saçları gülümseyen
yüzüyle buluşuyor. Parmaklarının arasından kalp atışlarını duyumsuyor. Yeni bir
düşüşün onu nereye götüreceğini bilemiyor. Bilinmezlik ürkütüyor, kıpırdamak
istemiyor. Bacaklarını karnına doğru
çekiyor. Kollarını bacaklarına doluyor.
Uzaklarda çok yukarılarda uçucu, beyaz bir perdeye
inen görüntüler... Soğuk yabancı, halesini
yitirmiş, aynılaşmış insanlar ve telaşları... Zamanın, hayatın, yaşamın
konuğu gibi, uzaktan, anlayamadan,
kıpırtısızca izliyor..
İçinde
yitmeyen, eksilmeyen, giderek
güçlenen bir öfkenin yüreğine değen
gölgesi…
*Murathan Mungan