*Yusuf'un Kuyusu Kalbinde idi 


İndir kitaplığın
Fotoğrafları umutsuz notları,
Soy kendi yansımanı aynadan
Otur, Yaşamınla bir ziyafet çek.
                             
D. Walcott

  

Gecenin büyüttüğü gölgelerin arasına dalıyor. Güvensiz adımlarının sesi, ulaşabildiği son noktaya kadar gidip, çarptığı yerden daha da büyüyerek yüzüne vuruyor. Üşüyen elleri, dizlerine kadar uzanan gri pardösüsünün ceplerinde. Kendine kapanmış zayıf bedenin attığı her adım içindeki öfkeyi uzaklara dağıtıyor. Sokak arası meyhanelerinin gürültülerine, bir klarnetten yükselen anason kokulu bir türkü karışıyor. Aklında yanıtlamaktan hep kaçtığı ama tekrar tekrar sorduğu bir soru. Her şey, bir mürekkep lekesi gibi yavaş yavaş büyüyor.             
 
Camın arkası gece... Lacivert, kuyu karanlığında, eksilten bir gece...
 
Koltuğa oturuyor. Başı hafif  öne eğik. Bakışları,  karanlık gecede geçmişe kilitli…Yüzüne vuran ışık huzmesiyle, sureti cama dökülüyor. Cam,  beyaz çerçeveli, yüzleştiren, karanlık bir ayna sanki. Kuyusunun dibindeki suretine yaklaşır gibi hayretle yaklaşıyor cama. Parmakları karanlığı yokluyor, görüntüsüyle buluşuyor. 
 
Yıllarca yan yana getirilememiş hayatların, iç içe geçmiş anılarıyla yorgun.Her şey birbirine geçmiş, süreksiz  ve bütünlüksüz, bir ‘yığın’ gibi eski… Uzanıyor, sanki bunlardan birini çekebilse omuzları hafifleyecek. Kayıtsızca yana eğiyor başını, suret de eğiyor. Gülümsüyor; karanlığın içindeki suret, başını hafif arkaya atıp dudağının kıyısında belli belirsiz küçümser bir gülüşle karşılık veriyor. Gülümserken kışkırtan yüzünü yakalamak istiyor . Eli boşlukta kalıyor. Surette ‘korkak’ der gibi aşağılayıcı bir bakış. Pürüzsüz yüzüne gidiyor parmakları. Suretinin işaret parmağı alnında boynunda derin çizgilerde geziniyor. Siyah saçları, lacivert gecede olgun başaklar gibi yorgun...
 
Görünenlerle görünmeyenler birbirine değiyor...
 
Arnavut taşı döşenmiş yolda ağır aksak yürüyor. Bakışları ıslak, parlak taşlarda, yanından geçenlerin davetkâr gülüşlerine tepkisiz. Arkasında bırakmak istiyor birbirinin aynı gölgeleri... Hızlanıyor.  Sanki, uzak bir boşluğa yağmurlar yağıyor. Ömür, bir fotoğrafta adımlarını kısa atıyor.

          
Parmakları adamın avuçlarında... Adam kutsal kitabı tutar gibi tutuyor elinin içindeki parmakları. Sol kolunu  arkasına atıp, duruşunu dikleştiriyor derin bir nefes alıyor, aynada bu halini izliyor. Gözlerini kısıp çok uzaklara bakıyor, ömür boyu hatırlanmasını istediği damatlık gülüşünü seçmeye çalışıyor. Gelinin bakışları içindeki heyecanı daha çok ele veriyor. Fotoğrafçı, her gelin ve damada önerdiği gibi heyecansız bir komutla "gülümseyin" diyor. Kadın, bedenini erkeğe doğru hafifçe çeviriyor. Bakışları damadın kendinden emin gülüşüyle kesişiyor. Kadın, bir yabancıya bakar gibi bakıyor bir an. Burnunda her zamankinden farklı, kolonyayla karışık bir parfüm kokusu... Kadın düşünceli... Kayıtsızca gülümsüyor. Deklanşör,  adamda betimlenen kusursuz bir özgüveni, kadındaki ürpertiyi sonsuzlaştırıyor. Gelinin annesi koşarak aceleyle oldukça kalın kırmızı bir kurdeleyi doluyor ince beline. Fiyonga, fotoğraflarda en iyi görüneceğini düşündüğü yeri seçerken bir taraftan da fotoğrafçıya bakmadan, çömeldiği yerden neşeyle söyleniyor “Oğlum bir de böyle çek adettendir”

Hayatın tersten okunuşuyla, ne çok şey yeniden anlamlanıyor...

Siyah beyaz bir fotoğrafta, karpuz kollu sutaşıyla işli mavi dantel bir elbiseyle anımsanan çocukluk resminde, ilk diş ağrısı, ilk anne sözü, ilk aşk, ilk ihanet, hangi kıvrımlarda saklıdır … Bitimsiz gülüşlerle sonsuza sabitlenen yüzlerde vefasızlık, bencillik, yalan nerede gizlidir? Fotoğraflara sıkışmış bölük pörçük anılar  geride kalanın ne kadarıdır?  Hayatın hikayesi midir yakalanan fotoğraflarda yoksa, yanıltıcı  küflü bir  tortu mu... Bilemiyor.       

Birbirine sarılmış, mutlulukla birbirine bakan iki insanın sudaki suretine dokunulduğunda, kıpırtılarla  uzaklaşan görüntüler, dağılıp giderken geçmişten, hâlâ gülümser mi geleceğe? Yoksa bulanık bir zamandan sitemkâr mıdır savruk hayaller? Uzun, hızlı, ürkek, güvensiz, eksik atılan adımlar, sancıları neredeydi?  Bilemiyor.
 
Hayatının gölgesi artık çok uzağında...
 
Telefonu koşarak kaldırıyor. Genç kız, rahatsız ettiği için nazikçe özür diliyor ilkin. Sonra çalıştığı mağazanın adını söylüyor: “Eşinizin bir ay önce aldığı bluzda bir sorun çıkmıştı. Fabrikadan yenisi bir hafta önce geldi ancak kendisine ulaşamadık. Uygun olduğunuzda alabilir misiniz? Satıcının sesinde  ürünü nihayet alıcısına ulaştırmanın mutluluğu... Derin, sorgulayan bir sessizlik... Büyük bir sessizlik.... Ses tedirginleşiyor: “Alo, orda mısınız? “Alo”... Kadın, sesini kontrol etmeye çalışıyor, büyük bir nefes alıp, hücrelerine kadar yayılan bu paniği kontrol etmeye çabalıyor. Boğazını temizliyor. Telefonun ahizesini boğacakmışçasına tutan soğuk ellerine bakıyor. Duyduklarını zihninde yeniden yan yana getirip, anlamak istediği biçime getirmeye çabalıyor. Olmuyor... Allak bullak... Tarifsiz bir karanlık... Karşıdaki ses olanları görüyormuşçasına endişeli. Kıza, son bir güçle: “Akşama iletirim.” deyip telefonu kapatıyor.
 
Otelin yarı açık dış kapısından içeriye süzülüyor. Gerinen boz bir kedi kapının iki tarafına konulan çamların beton saksısına sürtünüyor. Sürtünmenin sesini duyuracak bir sessizlik… Bir hayat belirtisi yok gibi… Gecenin sessizliğini, kedinin miyavlaması bozuyor. Kafasını kaldırmadan nesnelerin karanlığından geçiyor. Ahşap kolluklardan  güç alıp bir çırpıda çıkıyor merdivenleri. Koridorun sonundan sağa dönüp, oda kapısının önüne geliyor. Numarayı son bir kez daha kontrol edip kapıyı tıklatıyor. Parmakları her an uçmaya hazır serçeler kadar ürkek.  Kalbinin sesi, tıklattığı kapının sesinden daha çok duyuluyormuşçasına endişeli, sol elini göğsüne bastırıyor. Derin bir nefes alıyor. Bekliyor, yutkunuyor. Aklına, zamansız korkular üşüşmekte...  "Sadece bir adım" diyor...  "Sadece bir adım...." Başını dikleştiriyor, üstüne çekidüzen veriyor ve tekrar kapıyı çalmak üzere elini kaldırıyor. Birden, eli açılan kapıda beliren adamın eliyle buluşuyor. Adam, avucundaki ürkek eli dudağına götürüyor. Şefkatle öpüp  içeriye çekiyor.
 
Bozulmamış yatağın ayak ucuna ilişen kadın, dalgın. Hüzünlü yüzünde belli belirsiz  sitemkâr bir gülüş geride bıraktıklarına... Kayarak çözülüyor eflatun, çiçekli  eşarbı. Açık kumral, iri dalgalı parlak saçları  dağılıyor omuzlarına. Yüzüne düşen, oyun bozan bir buklenin gölgesinde bakışları.  Düşünceli parmakları pardösüsünün düğmelerine değiyor. Hafifçe yerinden doğrulup biraz öteye atıyor çıkardığını.
 
İlk cümlesi tok ve kararlı çıksın istiyor. Derin bir nefes verip, sesinin tonunun ayarlamaya çalışırken gülümsüyor acemiliğine. Adam, ahşap sandalyeyi kadının karşısına çekmiş hiç konuşmadan sevgiyle onu izliyor. Dizleri birbirine değiyor. Bundan telaşlanmıyor kadın. Eğik başını kaldırıyor, tüm dikkatiyle adamın gözlerinde, yıllar önce söndürdüğü bir ışığı arıyor. Hiçbir şey söylemiyor kadın, hiçbir şey sormuyor adam. Sol elinin ince parmakları yılların birikmiş özlemiyle dolaşıyor adamın yüzünde. Şakalarındaki  beyazlarda, alnındaki çizgilerde... Bakışların şefkati  zamanı sakinleştiriyor.
 
Kadın ayağa kalkıyor. Başıyla izliyor onu adam. Kadın davetkar bakışlarla bluzunun düğmelerini çözüyor, sonra eteğinin fermuarını açıyor; bolaran eteği bedeninden sıyrılarak ayaklarının dibine yığılıyor. Kıpırdamıyor adam, gecikmiş, söylenmemiş sözler dilinde, gözlerinde eskiden kalma, sıcak bir gülümseme. Bakışlarını, meydan okurcasına adamın yüzünden bir saniye bile çekmiyor,  elleri sırtında dolanıyor, aceleyle sutyenin kopçalarını bulmaya çalışıyor. Anlamlandıramadığı bu telaş ve öfkeyi biraz şaşkın kısık gözlerle izliyor adam. Bozulan sinirinden  beceriksizleşen titrek parmakları kopçaları çözemiyor. Bir sutyenini söküp çıkarmaya yöneliyor parmakları, bir yüzüne inip dikkatini iyice dağıtan saçlarını hırsla geriye atmaya... Sonra uzun süre kopçasında, saçlarında hiç durmadan gelip gidiyor parmakları. Aniden duruyor. Adamın yüzünde gördüğü kederle daha da öfkeleniyor. Panikle  sutyenine asılıyor ve buluz çıkarır gibi kontrolsüzce bedeninden sıyırıp fırlatmaya çalışıyor. Üzerindeki her şeye saldırıyor elleri, bir an önce tenine değen her şeyden kurtulmak istiyor. Gücü  yetse, becerebilse tenini bile yüreğinden sıyırıp  atacak bir öfke içinde…  Adam aniden ayağa kalkıp kontrolünü yitiren kadını kucaklayıp yatağa fırlatıyor. Külçe gibi yığılıyor kadın. Altındaki yorganı güçlükle çekiyor ve kadının üstüne örtüyor. Kadın, yatağın içinde dağılmış parçalarını toplamaya çalışıyor. El yordamıyla bacaklarını bulup güçlükle bedenine doğru çekiyor. Kollarını bacaklarına sımsıkı doluyor, gözlerini kapatıp uykuya, derin, beyaz bir boşluğa dalıyor.  
 
Bütün ışıklar yanıyor. Yıllarca parmaklarının uzandığı tüm ışıklar... Hayatı çırılçıplak ortada. Gördüğü en sıcak beyazlar içinde sorguda gibi. Gözleri kamaşıyor. Üstünde ona ait olup olmadığını bile anımsayamadığı, yere kadar uzanan beyaz tül  elbise... Beyaz bir zeminde çıplak ayakları... Işık varlığını siliyor, artık elleri, kederli yüzü, boşlukta dağılan saçlarını görebiliyor sadece. Işıkların can alıcı yakıcılığından kurtulmak için sol kolunu siper ediyor gözlerine. Sendeliyor, arkasında var olduğunu sandığı beyaz duvara yaslanmak için bir adım atıyor. Yeryüzünden siliniyormuşçasına bir geri adım. Bir adım daha... Önce elleri iki yana açılıyor,  sonra elbisesi havalanıyor, saçları hareketleniyor, gözlerini yumup, kalbine yayılan ılık bir sıcaklıkla yorgun, beyaz bir bulutun içinde artık.
 
Bu can yakan,  hırpalayan bir düşüş değil... Bu, bir sonbahar yaprağının ilk ve  son   özgürlüğü gibi, nereye gittiğini bilmeden oynaşması rüzgârla. dudağından bir şiirin dizeleri , "Bilseydi yaprak/ kendiliğinden bırakacağını/ hiç telaşa verir miydi dalı/ yeşereceğim diye?"  Mırıldanarak düşüyor derinlere. Sırtı usulca değiyor yumuşak bir zemine. Sonra elleri düşüyor iki yanına, saçları gülümseyen yüzüyle buluşuyor. Parmaklarının arasından kalp atışlarını duyumsuyor. Yeni bir düşüşün onu nereye götüreceğini bilemiyor. Bilinmezlik ürkütüyor, kıpırdamak istemiyor.  Bacaklarını karnına doğru çekiyor. Kollarını bacaklarına doluyor.
 
Uzaklarda çok yukarılarda uçucu, beyaz bir perdeye inen görüntüler... Soğuk yabancı, halesini yitirmiş, aynılaşmış insanlar ve telaşları... Zamanın, hayatın, yaşamın konuğu gibi,  uzaktan, anlayamadan, kıpırtısızca izliyor..
 
İçinde  yitmeyen,  eksilmeyen, giderek güçlenen bir öfkenin yüreğine  değen gölgesi…


*Murathan Mungan


 
                
  
  Sevgi Soylu Koyuncu