Üzüm Gözlü Alfred

 

Pazartesi günleri derslerim bir başka okulda. Önce tramvayla merkez istasyona kadar gidiyor, oradan da yeraltı trenine (U-Bahn) biniyorum. Beş dakika kadar bir yürüyüş sonunda okula ulaşıyorum.

 

O kısacık yolu ne de çok severim. Trenden inip, yukarıya ana caddeye ve oradan da okul yoluna girince, başlarım içimden Türkçe/Arapça alışılmış dualarımı okumaya. Arada bir tanıdıklar geçer önümden ve başımla gülümseyerek selamımı veririm.  Solumda evler, sağımda yol boyunca sıralanmış çeşit çeşit ağaçlar. Yaban kestanesinden ıhlamur ağacına kadar… Gözlerimi gökyüzüne doğru çevirmek gelir hep içimden. Her birinin gövdelerinden yapraklarına doğru yol alır, dualarımı aralarından göklere gönderirim… 

Oturduğum semtin de sağı solu ağaçlandırılmış. Tam otuz sene geçti. Ben yere, onlar göğe doğru uzandılar. Dört mevsim konuşurum onlarla. Kışın tomurcuklarını nasıl gizlediklerini, baharda yayılıp saçıldıklarını, yazın meyvelerine yüklendiklerini görmeye hiç doyamam. Sonbaharın gelmesiyle hafiften esen rüzgâr, yol kenarlarındaki ağaçların elbiselerini alt üst etmeye başladı. Bizlerin saçı başı da az etkilenmiyor. Yine bir Pazartesi günü. Okula gitmek üzere Durağa yaklaştım. Yaklaştıkça da burnuma sigara kokuları dolmaya başladı. Tiksintiyle uzaklaştım. Durağın başka tarafına dağru giderken, kimdir sabahın bu saatinde şu iğrenç sigarayı tüttüren diye  baktım göz ucuyla. Öğrenci. Sanırım 5. ya da 6. sınıfa gidiyor. Ah yavrum ah! diyerek içimden dertlendim. Anlamadı kesin. Ne bilirdi ki, o an neler düşündüğümü, o tazecik yaşı ve gençliğe giden ilk deli merdivenlerin başında… 

O da baktı göz ucuyla, sessiz ve bir şeyler sorarcasına… Rahatsız olduğumu düşünmüş olabilir mi acaba? Ya da neler düşünmüştü, içinden  neler demişti bana?!. Bilinmez. Ben ama, başına gelecek olası olumsuzlukları düşünüvermiştim bir çırpıda. Boylu postlu, simsiyah saçlı, yakışıklı bir oğlan. Yavrum gibi geldi…Ne de güzel yaratmış Yaradan! Bir kaç sene sonra, şu pis sigaranın onu ne hallere sokacağını bir bilse, ama gerçekten bilse, içer miydi ki sırılsıklam aşık gibi? Görebilse aynalarda şimdiden; saçları dökülmüş, yüzü kırışmış, rengi uçuk ve sapsarı ve  sabahları kahrolası öksürüklerle uyandığını; alır mıydı eline şu mereti?  Dişlerini  bir bir kaybettiğini, dolgularla doldurulmaya başlandığını hissetse, tek tek onları da uğurladığını ve takma dişlere doğru uzandığını yaşamının izleyebilse kaçar mıydı ki dört nala şu zehirden? Orta yaşlarda daha, merdivenleri çıkarken soluk soluğa kaldığını ve zavallı göğsünün acıyla sıkıştığını iliklerinde yaşasa fırlatıp atar mıydı şu elindeki ahlaksız arkadaşı sigarayı?  Tam çocuklarını büyütmüş, emekli olmaya bir iki adım kalmışken; hastane odalarında kıvrandığını, çocuklarının ve eşinin bile kısa ziyaretlerle yanına uğradığını, ölümün pençesinin ensesinde olduğunun acısını ve artık geriye dönüşün olmadığını kara kara düşündüğünü kavrasa; çılgınlar gibi uzaklaşır mıydı nerde bir iz görse şu iğrenç takıntıdan? Yaşama daha doyamadan; kara tabuta konduğunu, mezarlığın yoluna doğru omuzlarda taşındığını bir görebilse ne yapardı dersin? 

Düşüncelere dalmışım ki, tramvay geldi. Kalabalık bir grup bekliyordu. Aynı yönde ilerleyen küçücük bir insan seli gibiydi. Birbirimize dikkat ederek, sırayla bindik tramvaya. Biletimi bastım, ilerledim. Yer yok! Tüm  oturaklar dolmuş. Ayakta gitmekten başka çarem yoktu. Bakınırken, pencere kenarında oturan bir gence ilişti gözlerim. Belli, o da öğrenci. Selamlaştık. Bakışları sıcak geldi. Elinde bir defter. Baktım, Almanca dil defteri. Tam da onun yanıbaşında duruyordum. O da ara sıra bana bakmaya başladı. Yer vermek istedi. Teşekkür ettim. Ayakta kalmak istiyorum dedim. 

Üst dudağının sol tarafında ince bir beni vardı. Henüz bıyıkları çıkmamış. Simsiyah beni, gür saçları, gözlerini süsleyen koyu kahve kaşları bana oğlumu anımsattı. İçimde bir burukluk, burnumun direğinde sızlama başladı  ve ciğerlerime balta vurulmuş sandım… 

Dayanamadım, sınavın mı var dedim Türkçe. Sınavı Almanca (Probe) olarak sorduğum için olacak, başını salladı, „ Evet.“ dercesine. Almanca’dan mı dedim? „Ben Türk değilim. Adım Alfred“ dedi bu kez gülümseyerek. Gülüştük. 

Kısa kısa sorular sordum. O da hep güleryüzle yanıtladı. Irak Süryanilerindenmiş. Realschule (Ortaokul), 8. sınıf öğrencisiymiş.

-Almanca’dan sıkıntın var mı?

 -Hayır, yok.

- Ne güzel!

-Burada mı doğdun?

-Hayır.

-Kaç yıldır buradasın?

-Sekiz.

-Zamanını aldım, çalışmana devam et.

-Yok almadınız. İyice çalıştım. Sadece bir göz atıyordum. 

O ara büyük istasyona yaklaşmıştık. İnmeye hazırlandım. Yüreğim kıpırdadı, beynim zihnime bir şeyler fısıldadı; bu evladı övmek fısıltıları doldu içime ve eğildim, kulağına;

- Biliyor musun, çok hoşuma gittin. Zamanını boşa harcamıyorsun. Değerlendiriyorsun. Yolculuk esnasında okuman, bilgilerini pekiştirmen; senin geleceğinin parlak olduğunu gösteriyor. İnanıyorum ki, çok iyi yerlerde olacaksın. Kendine ve insanlığa faydalı bir insan olmanı diliyorum. Çalışmak başarının en önemli anahtarıdır gibi gelir bana… 

Gözleri ışıl ışıl oldu.  Gelecekten umutları olduğu belliydi. İyi bir hafta diledik birbirimize. Tramvaydan inerken; „ Size diyeceklerim var!“der  gibiydi… 

Kimbilir tertemiz delikanlı  yüreğinde neler gizliyordu?

 


  
  Şükran Günay