Pazartesi
günleri derslerim bir başka okulda. Önce tramvayla merkez istasyona kadar
gidiyor, oradan da yeraltı trenine (U-Bahn) biniyorum. Beş dakika kadar bir
yürüyüş sonunda okula ulaşıyorum.
O kısacık
yolu ne de çok severim. Trenden inip, yukarıya ana caddeye ve oradan da okul
yoluna girince, başlarım içimden Türkçe/Arapça alışılmış dualarımı okumaya.
Arada bir tanıdıklar geçer önümden ve başımla gülümseyerek selamımı
veririm. Solumda evler, sağımda yol
boyunca sıralanmış çeşit çeşit ağaçlar. Yaban kestanesinden ıhlamur ağacına
kadar… Gözlerimi gökyüzüne doğru çevirmek gelir hep içimden. Her birinin
gövdelerinden yapraklarına doğru yol alır, dualarımı aralarından göklere
gönderirim…
Oturduğum
semtin de sağı solu ağaçlandırılmış. Tam otuz sene geçti. Ben yere, onlar göğe
doğru uzandılar. Dört mevsim konuşurum onlarla. Kışın tomurcuklarını nasıl
gizlediklerini, baharda yayılıp saçıldıklarını, yazın meyvelerine
yüklendiklerini görmeye hiç doyamam. Sonbaharın gelmesiyle hafiften esen
rüzgâr, yol kenarlarındaki ağaçların elbiselerini alt üst etmeye başladı.
Bizlerin saçı başı da az etkilenmiyor. Yine bir Pazartesi günü. Okula gitmek
üzere Durağa yaklaştım. Yaklaştıkça da burnuma sigara kokuları dolmaya başladı.
Tiksintiyle uzaklaştım. Durağın başka tarafına dağru giderken, kimdir sabahın
bu saatinde şu iğrenç sigarayı tüttüren diye
baktım göz ucuyla. Öğrenci. Sanırım 5. ya da 6. sınıfa gidiyor. Ah
yavrum ah! diyerek içimden dertlendim. Anlamadı kesin. Ne bilirdi ki, o an
neler düşündüğümü, o tazecik yaşı ve gençliğe giden ilk deli merdivenlerin
başında…
O da baktı göz ucuyla, sessiz
ve bir şeyler sorarcasına… Rahatsız olduğumu düşünmüş olabilir mi acaba? Ya da
neler düşünmüştü, içinden neler demişti
bana?!. Bilinmez. Ben ama, başına gelecek olası olumsuzlukları düşünüvermiştim
bir çırpıda. Boylu postlu, simsiyah saçlı, yakışıklı bir oğlan. Yavrum gibi
geldi…Ne de güzel yaratmış Yaradan! Bir kaç sene sonra, şu pis sigaranın onu ne
hallere sokacağını bir bilse, ama gerçekten bilse, içer miydi ki sırılsıklam
aşık gibi? Görebilse aynalarda şimdiden; saçları dökülmüş, yüzü kırışmış, rengi
uçuk ve sapsarı ve sabahları kahrolası
öksürüklerle uyandığını; alır mıydı eline şu mereti? Dişlerini
bir bir kaybettiğini, dolgularla doldurulmaya başlandığını hissetse, tek
tek onları da uğurladığını ve takma dişlere doğru uzandığını yaşamının
izleyebilse kaçar mıydı ki dört nala şu zehirden? Orta yaşlarda daha,
merdivenleri çıkarken soluk soluğa kaldığını ve zavallı göğsünün acıyla
sıkıştığını iliklerinde yaşasa fırlatıp atar mıydı şu elindeki ahlaksız
arkadaşı sigarayı? Tam çocuklarını
büyütmüş, emekli olmaya bir iki adım kalmışken; hastane odalarında
kıvrandığını, çocuklarının ve eşinin bile kısa ziyaretlerle yanına uğradığını,
ölümün pençesinin ensesinde olduğunun acısını ve artık geriye dönüşün
olmadığını kara kara düşündüğünü kavrasa; çılgınlar gibi uzaklaşır mıydı nerde
bir iz görse şu iğrenç takıntıdan? Yaşama daha doyamadan; kara tabuta
konduğunu, mezarlığın yoluna doğru omuzlarda taşındığını bir görebilse ne
yapardı dersin?
Düşüncelere dalmışım ki,
tramvay geldi. Kalabalık bir grup bekliyordu. Aynı yönde ilerleyen küçücük bir
insan seli gibiydi. Birbirimize dikkat ederek, sırayla bindik tramvaya.
Biletimi bastım, ilerledim. Yer yok! Tüm
oturaklar dolmuş. Ayakta gitmekten başka çarem yoktu. Bakınırken,
pencere kenarında oturan bir gence ilişti gözlerim. Belli, o da öğrenci. Selamlaştık.
Bakışları sıcak geldi. Elinde bir defter. Baktım, Almanca dil defteri. Tam da
onun yanıbaşında duruyordum. O da ara sıra bana bakmaya başladı. Yer vermek
istedi. Teşekkür ettim. Ayakta kalmak istiyorum dedim.
Üst dudağının sol tarafında
ince bir beni vardı. Henüz bıyıkları çıkmamış. Simsiyah beni, gür saçları,
gözlerini süsleyen koyu kahve kaşları bana oğlumu anımsattı. İçimde bir
burukluk, burnumun direğinde sızlama başladı
ve ciğerlerime balta vurulmuş sandım…
Dayanamadım, sınavın mı var
dedim Türkçe. Sınavı Almanca (Probe) olarak sorduğum için olacak, başını
salladı, „ Evet.“ dercesine. Almanca’dan mı dedim? „Ben Türk değilim. Adım
Alfred“ dedi bu kez gülümseyerek. Gülüştük.
Kısa kısa sorular sordum. O da
hep güleryüzle yanıtladı. Irak Süryanilerindenmiş. Realschule (Ortaokul), 8.
sınıf öğrencisiymiş.
-Almanca’dan sıkıntın var mı?
-Hayır, yok.
- Ne güzel!
-Burada mı doğdun?
-Hayır.
-Kaç yıldır buradasın?
-Sekiz.
-Zamanını aldım, çalışmana
devam et.
-Yok almadınız. İyice
çalıştım. Sadece bir göz atıyordum.
O ara büyük istasyona
yaklaşmıştık. İnmeye hazırlandım. Yüreğim kıpırdadı, beynim zihnime bir şeyler
fısıldadı; bu evladı övmek fısıltıları doldu içime ve eğildim, kulağına;
- Biliyor musun, çok hoşuma
gittin. Zamanını boşa harcamıyorsun. Değerlendiriyorsun. Yolculuk esnasında
okuman, bilgilerini pekiştirmen; senin geleceğinin parlak olduğunu gösteriyor.
İnanıyorum ki, çok iyi yerlerde olacaksın. Kendine ve insanlığa faydalı bir
insan olmanı diliyorum. Çalışmak başarının en önemli anahtarıdır gibi gelir
bana…
Gözleri ışıl ışıl oldu. Gelecekten umutları olduğu belliydi. İyi bir
hafta diledik birbirimize. Tramvaydan inerken; „ Size diyeceklerim
var!“der gibiydi…
Kimbilir tertemiz
delikanlı yüreğinde neler gizliyordu?