-Dünyanın
En Güzel Kitabı’nı Yazdıran Mektup-
Parkta
biraz dolaşmak için dışarı çıktı. Trafik lambalarından karşıya geçip parkın kıvrılarak
giden kumlu yollarında yürümeye başladı. "İletişim çağında yaşıyoruz, ama
iletişim yok" diye düşündü. Bir yazarın, "hayatımı insanlığa adayabilirim,
ama insanlardan nefret ediyorum" dediğini hatırlıyordu.
Hayat
giderek çoraklaşıyor ve sevgiden başka her türlü duygunun kolayca yeşerip
köklenebileceği bir iklime dönüşüyordu. "İçimizde ya hiçbir özeni ve bakımı
gerektirmeyen vahşi ormanlarla dolaşıyoruz, ya da çok kırılgan çiçeklerle..."
dedi.
Sevgi, okşandığında
bile örselenebilen nazlı bir çiçeğe benziyordu. Çok hassas, duyarlı, çok kırılgan
bir duyguydu. Özen istiyor, bakım istiyor, zaman istiyor, emek istiyordu. O
ancak bilinçli bir bahçıvanın bahçesinde tomurcuklanıp açılıyor, çarpıcı
renkleri ve güzelliğiyle ancak orda gülümsüyordu.
İnsanın
içsel evreninde sevgi çiçeklerinin yetişebileceği
tropikal iklim yoktu artık,
kendi doğal dengesini bozmuş, vahşi dikenlerin ve yaban otlarının
köklenip
boylandığı çorak alanlara dönüşmüştü. Ekilen
tohum çürüyüp kalıyordu toprağın altında,
en güzel sözler bile döllenip çoğalmıyordu
çölleşmiş yüreklerde. Bunları düşünerek,
parkı dolanıp çıktı, birkaç paket çikolata
aldıktan sonra tekrar eve döndü. Çalışırken
masasından çikolatayı hiç eksik etmiyor, aklına
geldikçe kırıp ağzına bir parça
atıyordu. Son birkaç yıldır sigaradan kalan boşluğu böyle
dolduruyordu.
Apartmanın
genel kapısından girip, merdivenle posta kutularının bulunduğu ikinci kata çıktı. Posta kutusunu açtı ve bir
mektup... Dikdörtgen şeklinde pencereli bir zarf değildi, devlet kurumlarından
ya da özel kuruluşlardan gelen ıvır zıvır şeylere benzemiyordu. Kare şeklinde
beyaz bir zarftı, adresler elle yazılmıştı. Daha ilk anda güzel duygularla okşandığını,
yüreğine sıcacık duygular aktığını hissetti. Gönderenin adresine baktı, "Rengül
Sepetçi" yazıyordu.
Posta
kutusunu aceleyle kapatıp, üçüncü kattaki dairesine çıktı. Mutfaktan bir kahve
aldıktan sonra kendini yine balkona attı. Güneş giderek yükselmeye ve ortalık
iyice ısınmaya başlamıştı. Balkonun köşe koltuğuna uzandı ve giderek artan bir
merakla mektuba baktı.
Tatillerde
bazen tanışıp dostluk kurdukları, adres alıp verdikleri istisna insanlar oluyordu, "acaba
onlardan biri mi?" diye düşündü. Zarfı açtı ve mektubu okumaya başladı. "Merhaba
Selim Amca" diye başlıyordu. "Belki beni hatırlamayacaksınız, ama
kendimi size hatırlatmaya çalışacağım, inşallah beni hatırlarsınız..." diyordu.
Giderek
artan bir merak ve heyacanla mektubu okumaya devam etti. "Ben, Bodrum /
Çamlık Köyünden Rengül Sepetçi..." diyordu.
Soluk
fotoğraf kareleri teker teker belleğinden geçmeye başladı. Mektup okumayı bırakmış,
Rengül’ü hatırlamaya çalışıyordu. İçinde bir yerlerde sanki bir Rengül vardı,
ama... Vardı, biliyordu, zihninin herhangi bir yerinde, çok derinlerde bir
Rengül vardı...
Hayat
sonunda öyle bir labirente dönüştürülmüştü ki, oraya giren orda mutlaka
kayboluyordu. Girdiği o karanlık labirentlerde hem kendini, hem de Rengül’ü
kaybetmişti. Ama içinde bir yerlerde, yüreğinin oralarda, sanki çok derinlerde
bir ses... Rengül’ün sesi, "Selim Amca, ben kaybolmadım, burdayım işte!"
diyordu. İşitiyordu onun sesini, "beni hatırladınız mı?" diyordu.
Düşünüyor,
hatırlamaya çalışıyordu. "Siz yaklaşık yedi-sekiz yıl önce
Bodrum’a tatile
geldiğinizde, Çamlık Köyüne acentalar aracılığıyla
köy turuna çıkmıştınız. O
gün ablamla tartışmıştık. Kitabını bana vermek istemiyordu. Bunun
üzerine siz
bana Berlin’ den ‹Küçük Prens›
adlı çok güzel bir kitap göndermiştiniz. Teşekkür
etmekte biraz geç kaldığımın farkındayım, ama beni
hatırlamayacağınızı düşünerek
hep erteledim. Sonunda fikrimi değiştirerek yazmaya karar verdim..."
diyordu.
Sonunda
hatırladı, ama iki eliyle başına vura vura... "Ah benim kafam!" diye
diye... Dizlerine vura vura hatırladı. Yaşanan güzellikler, yapılan kötülükler
ne çabuk unutuluyordu? Unuttuğu için kızıyordu kendine, "o çocuk seni
unutmamış da sen nasıl unuttun, nasıl kıydın?" diyor, adeta suçluyor, yargılıyordu
kendini.
-"Ayrıntıları
çok çabuk unutuyoruz" dedi, "o ayrıntıyla birlikte hayatımızı da
unutuyoruz. Kaybolup gidiyoruz. Öyle kayboluyoruz ki, bir daha kendimizi yıllarca
bulamıyoruz. Niçin yaşadığımızı unutuyoruz. Hatta bazen yaşadığımızı bile
unutuyoruz. Çok unutuyoruz" dedi.
"Atlayıp
geçtiğimiz o küçük ayrıntılarla sonunda kocaman boşluklar açılıyor hayatımızda.
Servetimizle, kariyerimizle, şöhretimizle dolmayan, okuduğumuz ve yazdığımız
kitaplarla dolmayan boşluklar açılıyor. Hiçbir şeyle dolmayan uzayın karadelikleri
açılıyor sanki" dedi.
Rengül’ü
zihninin derin boyutlarından çıkarıp, kolay ulaşabileceği bir yere, gönlünün
tahtına koydu. "Biz o kitabı kendisine Berlin’den değil, Bodrum’dan
göndermiştik" dedi.
Mutfağa
gidip yeni bir kahve aldıktan sonra gelip tekrar yerine oturdu, ayrıntıları hatırlamaya
çalışıyordu. Köye, ormanlarla kaplı dik yamaçlarda yarım saat süren bir minibüs
yolculuğundan sonra varmışlardı. Ormanların içinde kaybolup gitmiş küçücük bir
köydü. Yabancı turistlerden oluşan dokuz kişilik bir köy turuna, Filiz’le
birlikte katılmışlardı.
Halı ve
kilim sergisini gezdikten sonra, konuk oldukları evin avlusunda, yedi-sekiz yaşlarında
ağlayan bir kız çocuğu görmüştü. Yaklaşıp ona niçin ağladığını sorduğunda,
ablasının kitabı vermediğini söylemişti. Dirsekleri dizlerinde, elleri yanaklarındaydı.
Bir taşın üzerine oturmuş, yağmur gibi yağıyordu. Tüm dünyayı kirlerinden ve
günahlarından arındırmaya yetecek kadar gözyaşı döküyordu. "Ağlamanın ve
hüznün güzelliğini seyretmiştim ben onun gözlerinde" dedi.
Ağlamanın
ve hüznün güzelliğini ilk kez onun gözlerinde görüyordu. Mavi sularıyla Ege
ondan daha güzel değildi. Kızılçam ormanları ondan daha güzel değil. Çiçeklerin
hiçbir türü, renklerin hiçbir tonu, denize inen ayın şavkı ve ufukları pembeye
boyayan günbatımı... Ve okuduğu hiçbir roman ve okuduğu hiçbir şiir, ondan daha
güzel değildi.
Rengül’ü
hatırlamaya başlayınca, onunla ilgili tasarımları da çıkıyordu ortaya.
Bilinçaltında o vardı zaten, ama bugüne kadar uyarılmadığı için uykudaydı.
Fakat şimdi bir mektupla uyarılmış ve onunla ilgili tüm bilgiler suyun yüzüne çıkmıştı.
Bodrum’a
döndüklerinde ilk işleri ona bir kitap aramak olmuştu. Saatlerce süren bir arayıştan
sonra nihayet "Küçük Prens" adlı kitabı göndermeye karar vermişlerdi.
Göndermeden önce kitabın ilk sayfasına şu notu düşmüştü: "Sevgili Rengül,
sen dağların hüzünlü ceylanısın. Üşüyen bir kardelensin. Çölde bir zambaksın.
Okunmamış bir kitapsın. Sen dünyanın en güzel kitabısın. Sakın bir daha ağlama.
Seni hiç unutmayacağız..."
Sonra
kitabı götürüp o köy turunu organize eden turizm acentasına vermişler ve bu
emaneti halıcının o küçük kızına ulaştırmalarını rica etmişlerdi. Onlar da bunu
seve seve yapacaklarını söyleyerek kitabı almışlardı. Bütün parçaları bir araya
getirdiğinde, Rengül’le ilgili portre belleğinde tamamlanmış oluyordu.
Bütün bu
soluk fotoğraf karelerini belleğinden geçirdikten sonra mektubu okumaya devam
etti. "Bana gönderdiğiniz ‹Küçük Prens› kitabını tam üç kez okudum. Kitap
geldiğinde çok mutlu olmuştum. Kitabınızı hâlâ saklıyorum, hatta içindeki kitap
ayracını bile..." diyordu.
Belki de
şimdi ağlamanın tam zamanıydı. Çünkü elleri titremeye başlamştı. Tıpkı oyuncağı
elinden alınmış bir çocuk gibi büzülüp giden dudakları titremeye başlamış, yüreği
titremeye başlamıştı.
Elleri,
dudakları, yüreği titremeye başlamıştı. Fitilini ateşleyecek küçük bir kıvılcım
bekliyordu sanki, fakat Rengül’ün mektubu bir kıvılcım gibi yüreğine çoktan düşmüştü
bile. Öyle duygulanıyor, öyle derinden etkileniyordu ki, ağlamanın belki de tam
zamanıydı, çünkü gırtlağına bir hıçkırık gelip düğümlenmişti.
Ağlamak
ayıp değildi, biliyordu, ağlasa kurtulacaktı belki, ama duygularına karşı neden
direndiğini kendisi de bilmiyordu. "Şu anda on altı yaşındayım. Muğla’nın
bir ilçesi olan Milas’da Sağlık Meslek Lisesinde okuyorum. Bu sene ‹takdir›le
lise üçe geçtim. İki yıl sonra ambulans hemşiresi olarak mezun olacağım..."
diyordu.
Sonunda
duygularına engel olamadı, mektubu masaya bıraktı ve ağlamaya... evet ağlamaya
başladı. Hem de doya doya, tadını çıkara çıkara...
Bir sabah
uyandığında, yıllar önce çöl sıcağına bıraktığı bir tohumun yeşerdiğini görmüştü
sanki, bunu düşünüp ağladı. Kendi yakın çevresiyle yaşadığı kötü deneyimler
yüzünden, sevmenin yanlış olduğunu, vermenin yanlış olduğunu düşünürken, apansız
gelen Rengül’ün mektubuyla yanıldığını görüp ağladı. Unuttuğunu düşünüp ağladı...
Böyle bir
güzelliği nasıl unuttuğunu düşünüp ağladı, hüzünlenip ağladı, duygulanıp ağladı.
Süreka’yı tam kaybettiğini düşünürken, onu yeniden bulduğunu düşünüp ağladı. Ağlaması
için çok neden vardı aslında... Fakat işte Rengül’ün mektubu da yarasına
tuz-biber oldu, o koskoca adam elinde mektupla balkonda hüngür hüngür ağladı.
İnsan,
yüreğinin hazinesinde ne varsa başkalarına onu veriyordu. Yakın çevresinden
üstüne volkanik küller gibi zehir püskürtülürken ve canhıraş çığlıklarla o
zehirli küllerden kaçıp kurtulmaya çalışırken... bir sabah bir mektubun kanat
sesleriyle uyandı. Yorgun bir kuş gibi gelip kondu penceresine. "Kitabınızı
hâlâ saklıyorum, hatta içindeki kitap ayracını bile..." diyordu.
Kendini
kuşatan ve içine alan karanlığın hiç bitmeyeceğini sanırken, yeryüzünü ve
gökyüzünü altın ışıklarıyla aydınlatan bir güneşin apansız doğduğunu düşündü...
Açık denizlerde giderken, ağzında zeytin dalıyla uçan beyaz bir güvercin gördüğünü
düşünüp ağladı. Zeytin dalıyla uçan beyaz bir güvercin...
Yakınlarda
bir yerde sığınabileceği bir ada vardı demek? Efkârlandığında, kederlendiğinde,
hüzünlendiğinde, başını yaslayıp ağlayabileceği biri... Denizin öfkeli ve hırçın
dalgalarından kaçıp sığınabileceği bir ada... ıssız ve sesiz bir ada vardı
demek? Gagasında zeytin dalıyla beyaz bir güvercin gibi gelip kondu
penceresine. Bir sabah onun kanat sesleriyle uyandı. "Biliyor musunuz
Selim Amca, ben aslında istemediğim bir okula gittim. İnsanlara zarar vermekten
ve onları incitmekten çok korkuyorum. Ama onlara yardımcı olmayı da istiyorum.
Zor bir durumdayım anlayacağınız. Çünkü bizim meslekte hata yapmak yok. Küçük
bir hatayla bir insanın hayatını mahvedebilirsiniz..." diyordu.
Zihninde sağa
sola akışan düşünceler bir kargaşa yaratmaya başlamış, okuduklarını anlamakta
zorlanıyordu. Rengül’ün artık ne dediği hiç önemli değildi. Çünkü o zaten bu
mektubu göndermekle çok şeyler söylemişti. "Hâlâ turizm işiyle uğraşıyoruz.
Yaz tatillerinde babama yardım ediyorum. Yine turistler geliyor. Halı ve kilim
almak isteyen alıyor. Ama gelecek yaz babama yardım edemeyeceğim, çünkü
hastanede bir ay staj yapmam gerekiyor. Hayatımın yolunu en iyi ve en doğru bir
şekilde çizmeye çalışıyorum..." diyordu.
Özlemlerini,
hayallerini, rüyalarını, umutlarını halılara nakışlayıp turistlere satacak
diye... Gözyaşlarını hep gizleyerek ağlayacak, ufukların ardını hiç göremeyecek
diye çok üzülmüştü. Dağların ardında bir kır çiçeği gibi solup gidecek, ezilip
gidecek sanmıştı. Islak bakışları günlerce çıkmamıştı aklından. Ama o, hiç
beklenmedik bir anda güzel haberlerle gelip kondu dalına. Bir rahmet damlası
gibi düştü toprağına. "Kitabı her elime aldığımda sizi hatırlıyorum. Benim
için çok özel bir kitap. Ve düşünüyorum, acaba beni hatırlıyorlar mı? Bu
mektubun size ulaşmasını ne kadar çok istediğimi bilemezsiniz. Doğruyu söylemek
gerekirse ulaşamayacağını düşünüyorum, ama hiç değilse size mektup yazıyor
olmanın mutluluğunu yaşamış olacağım. Bu mektubu size tüm yüreğim ve ruhumla yolluyorum.
Sizden bir şey isteyebilir miyim? Eğer bu mektup size ulaşırsa..."
diyordu.
Sevgi,
hüzün, mutluluk... Zihni artık fırtınalı bir deniz gibi çalkanmaya, hırçın
dalgalarıyla gelip yüreğine vurmaya başlamıştı. "Eğer bu mektup size ulaşırsa,
bana cevap yazar mısınız? Eşinize ve size kucak dolusu selamlar" diyordu.
Mektubu
okuyup bitirmiş, fakat kendisi de bitmişti sanki. Kahvesinden bir yudum alıp
fincanı masaya bıraktı, köşe koltuğuna sırtüstü uzanıp ellerini başının altına
yastık yaptı. "Kaybolup gidiyoruz" dedi, Rengül’ü unuttuğu için kendine
hâlâ kızıyordu.
-"Bazen
şehrin kalabalıklarında, bazen kendi karmaşamızda... Ne istediğimizi ve aradığımızı
bilemeden ve sonunda elde edebileceğimiz şeylere aldırmadan... Sanki kaçan bir
şeyi kovalıyormuşçasına, etrafımıza bakmadan, tüm güzelliklere sırtımızı
dönerek çekip gidiyoruz. Fakat nereye gittiğimizi, niçin gittiğimizi, nasıl
gittiğimizi bilmiyoruz."
"Bazen
rakamlara teslim oluyoruz, bazen toz duman arasında neye teslim olduğumuzu bile
farkedemeden bilincimizi teslim alan güçlerin etrafında dönüyoruz. Alkol, uyuşturucu,
para, cinsellik... Bilincimizi teslim alan ve bilinçaltımızı programlayan... kişiliğimizi
şekillendiren ve doğal dengeyi bozan güçlere teslim oluyoruz."
"Kayboluyoruz.
Bazen öfkemizin girdabına kapılıp kayboluyoruz. Bazen ihtiraslarımız alıp bizi
uzaklara savuruyor, öyle yalnız, öyle çaresiz, öyle uzak, öyle yabancı kalıyoruz
ki kendimize, yaşlandığımızın bile farkına varamıyoruz. Bazen doymak bilmeyen
arzularımızın peşinde sürüklenip gidiyor, ne istediğimizi bile sorgulamadan
sadece istemenin esiri olarak ve istemenin doyumsuz cazibesine kapılarak çekip
gidiyoruz. Sarhoş gibi sendeleyerek, sallanarak ve tökezleyerek..."
"Kayboluyoruz...
Bazen okuduğumuz, bazen de yazdığımız bir kitabın içinde kaybolup gidiyoruz.
Paylaşmayı sevmiyor, sevmeyi sevmiyoruz."
"Çok
kolay yargılıyor, çok kolay suçluyor, çok kolay eleştiriyoruz. Fakat kendimizi
yeteri kadar tanımıyoruz, çünkü kendimizi sorgulayacak cesaretimiz yok.
Suçlanmaktan, reddedilmekten, dışlanmaktan çok korkuyoruz…"
Vehbi Bardacçı
Arıtan Yayınevi
Ocak 2008
216 sayfa
ISBN 975 6060 40 7
Toroslar’da küçük bir kız çocuğuyla kurulan ve daha sonra mektuplarla gelişen
büyük bir dostluğun hikâyesi. Özgün bir anlatım, akıcı, yalın, şiirsel bir dil
ve olağanüstü bir kurgulama.
Toroslar’ın vahşi doğasında yolculuk
yaparken, yıllar önce kurulan bu dostluğun bellekte kalan puslu görüntülerini
izleyeceksiniz. Nesnel ve öznel dünyaların içiçe geçerek farklı bir boyut
kazanması, sizi kendi içinizde bir yolculuğa çıkaracak.
Yakın çevresiyle
iletişim kuramayan ve yalnızlığı seçen bir yazarın gizemli dünyasında dolaşacak,
anlık ilişkilerin önemsiz olmadığını, hayatınızı bu küçük ayrıntılarla
dokuduğunuzu farkedeceksiniz. Masal tadında akıp giden ve sizi kendinizle
buluşturan bir eser.
|