“BOŞLUK”
Bakışlarımın Biçimini
Alıyor
Işıklar,
sesler, eşyalar; bugün ne kadar da yabancı geliyor bana.
Televizyonun
karşısındaki kanepeye kendimi öylece bırakıveriyorum. Evin
içine girmekte olan
güneşin halının üzerine
düşürdüğü eşyaların
gölgesine bakıyorum. Ses yok.
Hareket, gölgelerden
ibaret.
Televizyonu bile açmıyorum. Televizyonun ekranından yansıyan
yüzüm haricinde,
beni tedirgin eden hiçbir şey yok ortada. O yüz,
ekrandan baktıkça hayatı ne
kadar basit yaşadığımı, ne kadar hafife aldığımı, gözlerimin
umudunu yitirmiş,
sönük ve duygusuz olduğunu hissettiriyor bana. Yok
olmuşluğun çığlığının
dudaklarımın ucunda -düştü düşecek-
durduğunu çaresizce fark ediyorum. Saçlarım
rüzgâra tutulmuş gibi darmadağın. Ve ben
hâlâ bakmaya devam ediyorum.
Büyük bir ayna gibi
beni ve hissettiklerimi
yansıtan televizyonu sonunda büyük bir
güç sarf edip açtığımda, artık
güneş
ışınları kendi gölgesine çekilmiş, karanlık ondan
boşalan yeri çarçabuk
almıştı. Televizyonun açılmasıyla, beyaz bir ışık parladı.
Ortalık bir an
aydınlandı. Televizyondaki
görüntünün netleşmesiyle odaya bir
canlılık geldi.
Artık
ekran yansıma yapmıyordu ya da yaptığı yansıma benim
yüzüm değildi. Ekrana
baktıkça, bakmadan bile görebileceğim,
algılayabileceğim, acı duyabileceğim bir
sürü görüntüyle
karşılaştım. Haberler, kanalları dolaşırken ben de haberleri
dolaşıyordum. Tekrarlardan ibaret olan -yarı magazin yarı film-
sahneler, ben
kanal değiştirdikçe peşimden gelmeye devam ediyordu. Beynim
gözlerimle
arasındaki bağlarını yavaşça
çözdü. “Görmeden de
oluyormuş” dedim.
Adıyaman’ın Hasancık
köyünde
yaşayan Ali Rıza Gündoğmamış adındaki vatandaş yaptığı
resimlerle herkesi hayrete
düşürdü. İngiliz bilim dergisi New Scientist
doğuştan kör ressam Gündoğmamış’a
üç sayfa ayırdı. Dergi
Gündoğmamış’ın beyninin nasıl çalıştığını
araştırdı. Ali
Rıza Gündoğmamış doğuştan kör. Hiç okula
gitmemiş. Körler alfabesini bile otuz
yaşından sonra öğrenmiş.
Gündoğmamış’a
“Görmeden görmek” başlığıyla
üç sayfa ayıran dergi; “Resimleri soyut
da değil.
Canlı, parlak, gerçek kelebekler, yüzler,
göller, balıklar, dağlar çiziyor.
Bunu nasıl başarıyor, hem de bugüne kadar onlardan birini bile
gerçekten görmeden?”diye
yazmış…
Sesler
kulağımda çınlarken gözlerimi açmadan,
kanepenin yanındaki sehpanın üstündeki
sigarama uzanıyorum. Bir şey bu dokunuşa engel oluyor. Ya da ben bir
şeyin
olduğu yerde durmasına engel oluyorum. Evet, o bir şey sehpanın
üstünde duran
mavi cam vazo. Büyük bir
gürültüyle yere düşüyor,
paramparça oluyor. Sesini
duyabiliyorum. Gözlerimi açmak ve bakmak istiyorum
ama beynim buna engel
oluyor.
Zor
olsa
da gözlerimi açtığımda etraf sis
perdesiyle örtülü. Şimdi bembeyaz bir
bulutun içinde yüzüyorum. Karanlık değil
burası. Ama göremiyorum. Oysa kör olsaydım karanlığa
batmaz mıydım? Karanlığın
yuttuğu şekillerin arasında, var olmakla olmamak arasında gezmez
miydim? Hiç
kör olmadım ki, nereden bileyim!
Birden
paniğe kapılıp; süt gibi duru, beyaz ortamdan sıyrılmak ve
görmek istiyorum.
Gözlerimi birkaç kere açıp kapatırken,
her seferinde; “Tamam, şimdi göreceğim”
diye içimden geçiriyorum ama nafile,
göremiyorum.
İnsan
bu
gerçekle nasıl yaşar acaba? Şimdi nesnelerin şekillerini,
duruşlarını, renklerini,
ışıklarını unutmamak için hafızama yerleştirmeliyim. Ya
ömrümün sonuna kadar
kör kalırsam?
Çiçeklerin
rengini unutursam! Kırmızı, pembe, beyaz, sarı… Yaprakları
yeşil. Evler, gökdelenler,
arabalar, bisikletler, köprüler? Yiyecekler; peynir,
zeytin, ekmek, domates…
Beyaz peyniri çok severim. Bu kadar çabuk unutur
mu insan?
Yiyeceklerin
tadını alabilecek miyim acaba?
Gıda skandalı! Şimdi de yediğimiz
domates ve salatalık hormonlu çıktı.
Üreticiden
tüketiciye giderken uzayan salatalıklar,
büyüyen domatesler…
Gıda skandalı! Az sonra…Beyaz peyniri açıktan
almayın! Rakı öldürüyor.
Şanslıysanız sadece kör oluyorsunuz…
Saçmalama,
sadece görmüyorsun. Duyabilirsin, tadabilirsin,
dokunabilirsin. Dokunarak
hissedebilirsin. Bakmana
gerek yok… Sevgilime dokunabilirim. Onu
öpüp okşayabilirim. Sevişebilirim de…
Ama yüzünün güzelliğini,
dudaklarını, yeşil gözlerini, burnunun kıvrımını,
bukle bukle saçlarını göremedikten sonra nasıl haz
alırım? Nasıl doyuma ulaşırım?
Tat almadan sadece doymak için yemek gibi. Yazık bana! Hem
de çok yazık.
Her
şey,
beynimin dehlizlerinde yollarını kaybetmiş, anlamsızca dolaşıyor. Bir
şeyleri
unutmamak ve bazı şeyleri hatırlamak için savaş veriyorum.
Düşüncelerime hâkim
olmaya çalışırken biraz önce kırılan vazoyu unutup
ayağa kalkıyorum; yürümek,
beni aydınlığa, şekillere çıkaracak yere doğru gitmek
istiyorum.
Acı…
Mısır’ın Şarm El Şeyh
beldesinde
düzenlenen bombalı saldırıda yaralanan ve Gülhane
Askeri Tıp Akademisi’nde
tedavi gören Burcu Yorulmaz dün akşam saatlerinde
hayatını kaybetti. 26
yaşındaki Yorulmaz için, bugün Ataköy 5.
Kısım Camii’nde cenaze töreni
düzenlendi. Anne Nebile Kur gözyaşları
içinde, tabutun başına gelerek kızıyla
son kez vedalaştı…
Acı,
sol
ayağıma giriyor. Kırılan vazonun bir parçası şimdi ayağımda.
Canım çok yanıyor.
Eskiden olsa bu kadar canım yanar mıydı? Cam ayağımın içinde
ilerledikçe
ilerliyor sanki. Olduğum yere çömelip camı
çıkarmak istiyorum, hafızam etrafın
cam kırıkları ile dolu olduğunu hatırlatıyor. Usulca ayağımı kaldırıp
yavaşça
karşıya atıyorum. Temiz bir boşluk…
Şimdi kısa bir ara veriyoruz.
Reklamlardan sonra Ali Rıza Beyin canlı yayında yaptığı resmi hep
birlikte
izleyeceğiz…
Göremiyorum
ama hissediyorum; ayağımın altında cam kırığı yok. Tek ayağım havada
dengede
durmaya çalışarak, bir adım daha atıyorum. Biraz sağ, biraz
ileri derken evet,
şimdi boşluktayım. Hem de boşluğun tam ortasında.
Sağ
ayağım daha şanslıymış. Cam kırıklarına değmeden temiz zemine ulaştı.
Zor bir
ilerlemeden sonra -alt tarafı iki adım- derin bir nefes alıyorum.
Yere
oturup el yordamıyla sol ayağımı kesen o acımasız parçanın
yerini bulmaya
çalışırken, ağdalı, ıslak, insanı rahatsız eden sıvıyla
karşılaşıyorum.
Kan… Ve
camın keskinliği derimin
altından, parmak uçlarıma dokunuyor. Usulca işaret ve baş
parmağımın tırnağıyla
camı yerinden çıkartıyorum. Kan parmak uçlarıma
bulaşıyor. “Rengi kırmızıydı”,
diye geçiriyorum içimden. Ama nasıl emin
olabilirim ki kırmızı olduğuna?
Renk renk nevresim takımları,
yorganlar, çarşaflar, havlular YATAŞ’ ta. Hem de
on iki ay taksitle. Bak bu
yeşil nevresim tam sevdiğin gibi!
Çamaşırlarınız ACE ile
bembeyaz
olur, mis gibi kokar …
Ben hangi rengi seviyorum? Mavi,
yeşil, yoksa
beyaz mı? Fark etmez ki artık, göremiyorum nasıl olsa. Ya
renkler ne
hissettirirler? Kan; kırmızı, elimi yakar mı? Mavi soğuk mu olur?
Beyazın temizliği
hatırlatan bir kokusu var mıdır?
Ali Rıza Bey resmini bitirdi.
İnanılacak gibi değil ama renkler, şekiller hepsi çok canlı.
Yayındaki herkes
hayret içinde… Kendisine renkleri soruyoruz:
Söylemesine gerek yok, bu resmi
yapan bir insanın renkleri tanımamasına imkân yok
zaten…
Elimde
kanlı cam parçası hâlâ
duruyor… Suçlu cam parçası... Ya
arkadaşlarının yanına,
yere atacaktım onu, ki bu düşmanı affedip savaş alanına geri
göndermek ve
yeniden seni öldürmesi için ona bir şans
vermek olurdu ya da esir alacaktım.
Hemen aklıma, cebime koymak geldi.
Muhabirimiz, Irak’taki
esirlere
işkence eden Amerikan askeri, Er John Ivyean’la özel
olarak görüştü;” Başımızda
daha rütbeli komutanlar vardı. Hepsi, saraylarda
gününü gün ediyordu. Biz
verilen emirleri yerine getirdik…”John Ivyean
dün duruşmasında beraat etti.
Görevine geri iade edildi.
Ayağımı
elliyorum, hâlâ kanıyor. Yapacak bir şey yok.
Buraya hapsoldum. Yerde bekleşen
cam kırıkları, sakin ve sessiz beni tekrar ne zaman yaralayacaklarının
planını
yapıyorlar. Onların esiriyim artık.
Onlar olmasa da görmeyen
gözlerle nereye gidebilirim ki? Benim olan tüm
eşyaların yabancısıyım artık. Hepsi elbirliğiyle benden intikam almaya
çalışır
gibi, sis bulutunun içinde saklanıyor, benim yapacağım bir
hareketi
bekliyorlar. Kalkmayacağım yerimden!
Şimdi kısa bir
reklam arası…
Çok
korkuyorum.
Sanki karanlığı yutup, süt denizinin içinde gitgide
daha da derine batıyorum.
Yalnızım…
En iyi arkadaşınız
“ Volkswagen”.
Eskiye
dönmeyi kim ister…
Herhangi
bir ses duymak için kulak kabartıyorum belki biri bana
seslenip yalnız
olmadığımı söyler ümidiyle. Hiç ses yok.
Tam ümidimi kesmişken, duvardaki
saatin tik taklarını duyuyorum. Bir şeyler, evet bir şeyler bana
sesleniyor.
Sanki biri yanımda olduğunu söylüyor. Tik tak tik
tak…
Eskiden zamanın yanımda olduğunu bu
kadar iyi
hissedemezdim. Saniyenin, yelkovanın, akrebin ilerleyişini duyamazdım.
Saniye,
arkasından biri kovalıyormuş gibi kaçıyor. Akrep isteksiz.
Yürüsem mi yürümesem
mi… Azıcık yürüyor, sonra duruyor. Sanki
bir şeyler bekliyor. Belki de
yelkovanı… Yelkovan, bilinçli ve temkinli
adımlarla yaklaşıyor. Zaman ilerliyor.
Hayatın tadı “Cocacola”!
Bir numaralı şişeyi arama görevi
sana verildi. Onu hayatın içinde arayacaksın!
Hayat bu kadar hızlı mı
ilerliyordu? Şimdi
kör olmama inat, olanca hızıyla ilerliyor. Çok şey
mi kaybettim acaba?
Acı
çekiyorum; hem de çok. Öyle cam kesiği
gibi değil. Hiçbir
şey yok. Korkuyorum…
Dünya kuraklığın
eşiğinde. Ormanlar yok oluyor. Mevsimler değişiyor. Su kaynakları
tükeniyor.
Bunlara çare bulunmazsa…
Ayağa
kalkıp kapıya gitmek ve dışarıya çıkıp yardım
çağırmak için güç toplamaya
çalışıyorum. Korkumu bir kenara bırakıp, ayağa kalkıyorum.
Ayaklarınızı yerden kesecek bir
kampanya! Kredi kartınızla yaptığınız her Yüz Yeni
Türk lirası alışverişinize
bir uçak bileti…
Yolu
bulabilmek için, cesaretimi toplayıp
yönümü tayin ediyorum. Tam
önümde olduğunu
düşündüğüm halıya doğru bir adım
atıyorum. Ayağımın altında halıyı hissedince
rahatlıyorum. Sağ ayağımla halıyı, sol ayağımla parkeyi hissederek
ilerliyorum.
Parke çok soğuk! Kahverenginin soğukluğu. Derin bir soluk
alıyorum ve yürümeye
devam ediyorum. Sağ ayağım halıda, sol ayağım parkede. Bir sert bir
yumuşak… Bir
sert bir
yumuşak… Bir sert ve yine
sert… Kapıya iki adım kaldı.
Kanepenize oturun derin bir nefes
alın. Dışarıdaki trafiği, kalabalığı, iş yerinizdeki stresi unutun.
Şimdi
“Türkülerin Dili” yarışması
başlıyor… Bu gece özel bölümle,
ekranda: Aşık
Veysel’i Anma Özel Programı.
Bu
yolun
bu kadar uzun olduğunu hiç düşünmemiştim.
Kapıdan salona, salondan mutfağa… Yol
bu kadar uzun ve yorucu değildi. Kapı
hâlâ
görünürde yok! Olsa da göremem
ki…
“Uzun
ince bir yoldayım. Yürüyorum gündüz
gece. Bilmiyorum ne
haldayım…”
Müziğin sesi
beynimi allak bullak ediyor. Kapıya ne kadar kaldığını
düşünürken, unuttuğum
birçok şey saklandıkları yerden birer birer
çıkmaya başlıyor. Gözlerimi açmak
istiyorum. Kirpiklerimin arasından, ışık, davetsizce göz
bebeklerime giriyor.
Haberler biteli çok olmuş. Derin bir nefes
alıyorum…
Hubert Reeves’in
“Boşluk Bakışımın
Biçimini Alıyor” adlı kitabı. TÜBITAK
yayınları,2.Basım.Paul Eluard’ın “Ne plus
partager (1926)” adlı
şiirindeki
“Boşluk Bakışlarımın Biçimini Taşıyor”
dizesinin serbest bir yorumu.
|