ana sayfa / editörden / içindekiler / iletişim / arşiv / havuz hakkında

 
Gözlerinden Okudum

Biraz daha dinlenseniz, demiştim ama dinlemedi beni. Hafif bir sarsıntıda bile yüzünü buruşturuyor belli belirsiz. "Gideceğim", diye tutturdu. İlkyaz, baharı sürüp, yeşiliyle, moruyla, börtü böceğiyle geliverdi birden. İki yanı ağaçlı bir yolda gidiyoruz. Güneş tepeye tırmanıyor. Sonuna kadar açmış teybi şoför: "Yar saçların lüle lüle, yar benziyor beyaz güle." Yirmi bir kişiyiz koskoca otobüste. Çoğu kadın. İki de çift var. Biz ortalara bir yere oturduk.

Nerden aklıma geldi bilmem. Can havliyle sarıldım huzurevine. Yaşlılar, yaşadıkları hayat, hastalıkları, buraya hangi nedenle geldikleri, çaresizlikleri, ölümü nasıl bekledikleri, bir dizi acıklı hikaye kurdum kafamda; elbette örtüşecekti onlarınkiyle. Hepsine birer birer yapıştıracaktım. Al sana halkın ilgisini çekecek bir şeyler...bak, seç beğen al", diyecektim. Vedat'a. "Gözü yaşlı" başlıklar koy üstüne. Altına da birkaç fotoğraf, Avrupa'daki, Amerika'daki yaşlıların durumu, sosyal güvenceleri, yaş ortalamaları, bir-iki istatistik bilgi, tamam işte. Haber yapamadım ama, bildik bir dünya sandığım huzurevinin tiryakisi oldum sonunda.

Bağıra bağıra eşlik ediyor şarkıya Sanver Sadi: "O gül benim hayatımdır, ölürüm de vermem ele..." Arada bir şarkısını kesip, zayıf, kuru eliyle bir yerleri gösteriyor: "Buraları ormanlıktı daha önce. O meşhur müteahhit aldı ucuza, iki katlı evler yapıp sattı. Villa değil, iki katlı ev. Sonradan onların adı villa oldu. Villaların bahçeleri çok geniş olur. Komşunu göremezsin. Atla dolaşırsın arazini. Uçsuz bucaksız...Sen İtalya'ya gittin mi?" Yanıtımı beklemiyor : "Villa Borges'i gördün mü...?" Elleriyle tempo tutup, şarkıya eşlik ediyor öndekiler. "Otobüs altımızdan kayıp gidecekmiş gibi geliyor bana" diyor Sanver Sadi, huzursuz. Müzik yükseliyor, anlattıklarını duyamıyorum. Duyamadım deyince kızıyor bana; bağrışıp duruyoruz.

Sanver Sadi'yi huzurevinde tanıdım. Briç masasının başındaydı. Yüzüme bakar bakmaz, "Hangi gazeteden geliyorsunuz?" diye sordu. Demek gazeteciye benziyordum. Güldüm. "Fark etmez", dedi. "Briç bilir misin?" Bilmediğimi öğrenince dudağını büktü. "Gençler hiçbir şey bilmiyor."

Baba-kız ya da anne-oğul gibi diyebileceğim ilişkinin nasıl gelişip bugüne taşındığını bilemiyorum. Kendiliğinden oldu her şey. Dışarı çıkamadığını bahane edip bir sürü şey ısmarladı bana. Ropdöşambr, ille de kahverengi deri terlikler, yün fanila ve don. Gidemediğim günler için kızdı bayağı. Gücendi, öfkelendi, küstü...

Prostat ameliyatı geçirdi bir ay önce. Fıtık ameliyatı oldum dedi herkese. Ötekiler öğrendiler işin aslını ve kıs kıs güldüler.

Burası, zavallı yaşlıların ölümü bekledikleri bir istasyon değil, beş yıldızlı bir otel sanki.  İki kişilik, tek kişilik banyolu odalar, doktorlar, hemşireler,oyun salonu, kadınların elişi yaptıkları atölyeler, biçki dikiş kursu, çiçek kursu, on beşte bir tiyatrolar, sinemalar, restoranlar, kocaman bir bahçe...gel keyfim gel.

Şoför, müziğin temposuna uyup basıyor gaza. Belli etmek istemese de çok gergin Sanver Sadi,  Bir aydır ilk kez çıkıyor dışarı. Camdan yansıyan güneş yüzünü renklendirdi biraz, bakışını canlandırdı. İlk tanıştığımız gün:  "Hep böyle ihtiyar değildim. Gençliğimde çok can yaktım. Bakma şimdi...yakışıklıydım eskiden," dedi.Yine yakışıklısınız, deyince de güldü: "Öyle mi buluyorsun beni? Nerdee, geçti artık..." Turp gibisiniz maşallah, gençleri cebinizden çıkartırsınız, dedim.

Dışarı bakıyor, "Bak, burada denize girerdik biz eskiden, Altınkum derler buraya. Güneşin batışı da doğuşu da muhteşem olur. Gençliğimde çok gelip gittim. Şimdi bir boka yaramaz. Deniz kirlenmiş. Bütün denizler kirlendi.

Hoop, rampadan iniyoruz, koluma yapışıyor; elleri titriyor, -acımayla şefkat arası bir duygu çöküyor yüreğime- pantolonunun içinde sidik torbası var. Daha bir süre kalacak. Fark edilmesinden korkuyor. "Kimseye söyleme" dedi. Anlaştık. Koluma yapışan bu el, bir zamanlar simsiyah saçlı bir kadını çekip almış kocasının koynundan. Bitirimlerle barbut atmış, Paris'te bir fahişeyi operaya götürmüş, New York'ta bulaşıkçılık yapmış, marketlerden yiyecek çalmış, İtalya'da belsoğukluğuna yakalanmış, Caruso'yu dinlemiş, en iyi arkadaşının parasını çalmış, İsrail'de hapse düşmüş, Hayfa limanında dok işçisi olmuş, kumarda hile yapmış, aşık olmuş, aşık olmuş, aşık olmuş...

Yavaşlıyoruz; eli çözülüyor, kolumun üzerinde gevşekçe duruyor. Kışlık ceketinin içinde kaybolmuş bedeni. Her zamanki gibi ipek fuları boynunda. Kalıbı bozulmamış arna rengi solmuş fötr şapkası kulaklarını kapatıyor neredeyse. Burnunun içinden beyazlı siyahlı kıllar fışkırıyor. Sanki bütün organlarından gelen ağır bir koku, hücrelerinden sızıp, kolonya kokusuyla karışarak etrafa yayılıyor. Çarpık çurpuk kesilmiş tırnaklarında  altmış yıllık nikotin sarısı.Yol kenarında, tezgâhlarının arkasında müşteri bekleyen, kiraz, bahçe domatesi, karalahana, günlük yumurta satan şişman ve ifadesiz kadınlara bakıyormuş gibi yapıyor. Oysa, gözü ön sıralarda oturan, şarkıya el çırparak eşlik eden kadınlarda. Sanver Sadi'nin gözü oynaşta!

Virajsız bir yoldan aşağı doğru iniyor araba, denizi kaybediyoruz, yeniden görüyoruz, evler sıklaşıyor, sahile iniyoruz. Otobüs bir restoranın önüne yanaşıyor. Yaşlarına denk düşmeyen bir acelecilikle toparlanıp iniyor huzurevi sakinleri. Sanver Sadi'yi elinden tutuyorum, yavaş yavaş indiriyorum aşağı. Koluna giriyorum. Memnun. Omuzlarını dikleştirdi, adımlarını sağlam basıyor yere. Hızlanıyor.

Şef garson ve diğerleri kapıda karşılıyor bizleri, hoş geldiniz...buyrun, buyrun,,. Adlarıyla hitap ediyorlar bazılarına, Üzerine ordövr tabakları ve salatalar konulmuş uzun masalara yerleşiyor konuklar. Sanver Sadi elimi bırakıp, çabucak, otobüste ön koltuklardan birinde oturan Rüveyde Hanım'ın karşısındaki sandalyeye yapıştı, bana da kadının iki ötesini işaret etti. Balıklar söylendi, rakılar, kolalar, midye tava, barbunya pilaki, beyaz peynir. Duble kalamar istedi Sanver Sadi, duble rakı. Cebinden de bir paket filtreli sigara çıkarıp masanın üzerine koydu. Ama olmaz ki, yasak...İçmemesi gerek. Bana bakmıyor bile. Paketi açarken titriyor elleri. Bir an göz göze geliyoruz, gözünü kaçırıyor, Rüveyde Hanım'a uzatıyor, ayağa kalkıp yakıyor sigarasını. Bir tane de kendi. Dumanı iyice içine çekip üflüyor. Birbirlerini duyabilmek için bağırarak konuşuyor herkes. Tek tuk sözcükler çalınıyor kulağıma: Birdenbire geldi yaz... Beyaz peyniri çok güzel...Yağlı...Yeşillik seviyorum ben...Roka...Ekmek çok taze... Yatağan'da yemiştik geçen yıl...Bu yaz nereye gidilecek,..Tiyatro var mı?

Ordövr tabaklan boşalınca, Garsonlar bir acele balık servisi yapıyorlar. Havaya kaldırılan bardaklar tokuşturuluyor, birer yudum alıyor rakı içenler, başlar tabaklara eğiliyor. Sanver Sadi büyükçe bir parça balığı Rüveyde Hanım'ın tabağına koyuyor, bardağına da rakısından biraz. Çin cin.... Gülüyor Rüveyde, güldükçe kızarıyor, kızardıkça içiyor, siyah saçlarını sık sık elleriyle düzeltiyor, genç bir kız gibi kahkahalar atıyor. Cilveli. Orta yaşı henüz aşmış olmalı. Gözlerinin ışıltısı sönmemiş. Huzurevinin belki de en genç, en güzel kadınına öteki masalardan kadehler kalkıyor, Sanver Amca, beni göstererek bir şeyler söylüyor Rüveyde'ye, Duyamıyorum. Fıkralar anlatılıyor. Biraz daha yükseltiyor seslerini konuklar. Bir şamatadır gidiyor. Sanver Sadi, üçüncü kez tuvaletten döndüğünde teypteki şarkı susturuluyor ve "Hadi Sanver Bey", diyor birisi, "senin şarkılardan söyle." Nazlanmıyor; boğazını temizliyor birkaç kez, Rüveyde'nin gözlerine bakarak usul usu! başlıyor:

"Gönlümün şarkısını gözlerinde okurum.

Sevgimin neşesini sözlerinde bulurum."

Bollaşmış takma dişleri bazı kelimeleri söylerken ihanet etse de, Sanver Amca, tek bir yanlış nota okumadan bitiriyor şarkıyı. Parmaklarını enstrüman gibi kullanıyor masanın üzerinde. Bir şarkıdan diğerine geçiyor hemen. Alçak sesle katılanlar oluyor. Şarkı bittiğinde, bravo sesleri yükseliyor; bis...bis...diye bağırıyorlar.  Sanver Sadi, "Benden bu kadar" diyor soluk soluğa. "Kadehini Rüveyde'ye uzatıyor...

Son istasyonun yolcuları eğleniyor. Hem de gençlerden daha çok. Ben de şaşkınlıkla izliyorum.

Sanver Sadi, bedeninden habis bir tümör çıkarıldığını bilmiyor. Hiç kimse bilmeyecek. Doktorla karar verdik. Narkozun etkisi geçip kendine geldiğinde, "İyi miyim?" diye sordu. Zımba gibisiniz, dedim. Merak edilecek bir şey yok. Gülmeye çalıştı, yutkundu, derin bir soluk aldı. Bembeyaz yüzünde çukura kaçmış, fersiz gözlerini kapattı, elimi hafifçe sıktı, daldı. O gece yanında kaldım.

Sanver Sadi'nin hiç yakını yok. Hiç evlenmemiş. Sorbonne'da ekonomi okuduğunu, ama ekonomi yapamadığını söyledi bir gün. Ailesinden hiç söz etmedi. Anımsayabildiği sevgililerini anlattı büyük bir keyifle. Geçmişini yağmalamak istemediğim için fazla bir şey sormadım.

Garson bir tek rakı daha getirince dayanamadım; yanına gitmek için doğrulduğumda, eliyle işaret edip durdurdu beni. Yaşamın kıyısındaydı Sanver Amca. Dışarıda biraz daha oynamak isteyen bir çocuğun yalvaran gözleriyle bakıyordu. Oturdum yerime.

Ben de onun yakını olmayı benimsemiştim. Önceleri kullanılıyorum düşüncesine kapılsam da, asla edinemeyeceğim tecrübelerle dolu renkli yaşamı, maceracı ruhu ve hayat bilgisiyle çabucak çekim alanı içine aldı beni. Belki de erkenden kaybettiğim babam, hiç göremediğim dedemdi o benim. On beş günde bir restoranlarda yemek yiyebilen, sinema ve tiyatroya gidebilen, çoğu ayrıcalıklı bir maaşla emekli olmuş bu paralı yaşlılar hangi yollardan geçip gelmişlerdi buraya? Gençlikleri nasıl geçmişti? Gerçekten kendi seçimleri miydi huzurevi? Her gün kavgasını yaptıkları politika sahiden ilgilendiriyor muydu onları? Anlattıkları doğru muydu? Mutlu muydular söyledikleri gibi?

Tangonun ilk notaları serin bir rüzgâr gibi esti... San ver Sadi yerinden kalkıp ceketinin önünü ilikledi, dimdik yürüdü, Rüveyde'nin önünde eğildi, elinden tutup masaların çevrelediği boş alana çekti. Herkes sustu. Bedenleri müziğin ritmine uyarak yavaşça birbirine yaklaştı, uzaklaştı. Müzik hızlandı, onlar da. Bacaklar birbirine kenetlendi, ayrıldı. Döndüler, yaklaştılar, uzaklaştılar, yeniden döndüler. Rüveyde gözlerini kapattı, Sanver Amca'nın kollarına bıraktı kendini tümden.  Bacakları yeniden dolandı birbirine. Rüveyde'nin şişman ama biçimli bedeni ihtiyar kurdun sağ kolu üzerinden arkaya doğru eğildi, toparlandı, bir eliyle döndürdü kadını. Şef garson ve ötekiler masaların arkasına sıralanmış, bu eşsiz sahneyi izliyorlar. Çıt çıkmıyor restoranda.Öyle güze! idare ediyor ki dansı Sanver Sadi. Yüzünde şimdiye dek hiçbir yaşlıda görmediğim bir ifade var. O, Douglas Fairbanks; bir aktör, Fred Astair; usta bir dansçı, kadınların gönlünü çelen esaslı bir çapkın, o bir dev. Beyaz saçları uçuşuyor döndükçe, Rüveyde kollarında eriyor...

Öyle mutlu ki ikisi de.

Müzik bitti. Sanver Sadi, beline sarıldı Rüveyde'nin, masaya getirdi, sandalyesini çekip oturttu, eğilip selamladı ve dimdik yürüyüp oturdu yerine. Dansın büyüsü bir süre daha devam etti; ses çıkmadı kimseden. Göğsü körük gibi inip kalkan Sanver Amca, sahneye en son çıkıp programı kapatan ünlü bir yıldızın bakışıyla, mağrur, süzdü herkesi. Bir alkış koptu.

Otobüse bindiğimizde nefesi hâlâ düzelmemişti. Nabzını saymaya çalıştım, "İyiyim" dedi. İyiydi gerçekten. Nerdeyse on yaş gençleşmişti...Ya sidik torbası patlasaydı? Besbelli unutmuştu onu. Başını arkaya dayayıp gözlerini kapadı. Koluna dokundum yavaşça:

-    Ne zamandan beri?
-    Duymadınız mı Sanver Amca?

Bal gibi de duymuştu ama yanıtlamak istemiyordu. Bense çatlıyordum merakımdan. Ona hiç sevmediği bir biçimde seslenmiş, amca demiştim. Kızmadı. Bıyık altından güldü. Doğrulup akları sararmış gri gözlerini dikti gözüme:

-    Geldiği günden beri.
-    Peki...Ya o? O da size ...
-    Gayet tabii.
-    Konuştunuz mu?
-    Hayır.
-    Peki, nasıl anladınız?
-    Gözlerinden okudum!

Sözünü bitirir bitirmez başını arkaya dayadı, uyudu.

Çocuğunun her yaramazlığını bağışlamaya hazır bir anne sevecenliği ile elini avuçlarımın içine aldım Sanver Amca'nın. Soluğu düzgün, nabzı da. Bir çocuk gibi uyuyor. Bu dünyada az zamanı kaldı, varsın hayal kursun; mutlu olacaksa, olmayacak bir hayalin peşinde koşsun. Biz aynı şeyleri yapmıyor muyduk. Düşsel zevklerimiz yok muydu. Arkadaşlarla lotodan kazandığımız parayla çalıştığımız gazeteyi satın alıp patronu da çay ocağına koymamış mıydık? Kaçımız bir haftada tükenecek bir ilişkiyi yıldırım aşkı sanıp yüceltmemiştik? Kaç kez kendimizi röportaj dalı birincisi ilan etmiştik!

Otobüs huzurevinin bahçesine girinceye dek uyandırmadım Sanver Amca'yi- Yolcuların hepsi inince usul usul dokundum omzuna.

-    Geldik Sanver Bey.

Tetiğine basılmış bir silah gibi fırladı.

-    Geldik mi?

Bastonunu kaptığı gibi beni ite kaka kapıya yürüdü, otobüsten indi. Çantamı, atkısını toparlayıp arkasından koştum.

-    Ne oluyorsunuz Allah aşkına nedir bu telaşınız? Hızlandı, kameriyeyi, bankları geçti, bahçe kapısından çıktı; ben de arkasından. Aynı anda kenarda bekleyen Rüveyde' yi gördüm. Yoldan geçen bir taksiyi durdurdu Sanver Amca. Kapısını açıp, kadının binmesini bekledi, bana dönüp:
-    Biz biraz dolaşacağız, dedi. Sen de evine gidip istirahatine bak!



Sırça Köşkün Masalcısı (*Kemalettin Tuğcu'nun Yaşamöyküsü)/ Nemika Tuğcu / Can Yayınları/ Haziran 2004/ ISBN 975070416-9/ 239 sayfa


 

 
 

Nemika Tuğcu