iki baş bir yastıkta/o göz
uykuyu neyler’
muharrem ertaş’ın sesinden
Bu
boşluğa nasıl daldım bilmiyorum. Gözümü
karartmış
olmalıyım. Hatırlıyorum, her şey ansızın olup bitti. O gün
göle, ördek ve
martılara bayat ekmek kırıntılarını vermek ve ormanda
yürümek için
gitmiştim. Hafif
kar yağmıştı. Dik
çatılı evler alacalanmıştı. Bazı çatılar
yosunlanmıştı. Sokaklar tenhaydı. Tek
tük yaşlı çiftler
görünüyordu.
Yürüyüşe çıkmışlardı. Bisiklet
yoluna giren
kızımı uyarıyordum. Bir süre kendisine ayrılmış olan yerden
yürüdükten sonra
tekrar oraya sapıyordu. Israrına anlam veremiyordum. Elinden tutup
çekiyordum.
Birkaç adım geriden geliyordun. Dönüp seni
de uyarıyordum. Gözlerine bakınca o
dayanılmaz, o acıyı görüyordum. Kendine saklıyordun.
Dursun o halde. orada, ona
yapışmış gibi, oradan hiç çekilmeyecekmiş gibi
duruyor, dursun. sende kalsın.
Ona bakınca senin bir yönünü
görebiliyorum. Göl donmuştu. ördekler buzun
üzerinde, yer yer kırıldığı minik aralıklarda dondurucu suya
dalıp yiyecek bir
şeyler arıyorlardı. bizi görünce koşuştular. ne kadar
ekmeğimiz varsa küçük
parçalara bölüp attık. Bu can telaşında
baktım gözlerindeki acı koyulaşmış, iyice
derinleşmişti. O gün böyle geçti;
konuşmadık. Çocuklar uyudu. Her zamanki gibi
işlerini bitirip, köşene çekildin. oraya yaklaşmama
bazen izin veriyordun ama
hep aramızda bir boşluk oluyordu. o boşluğa bakarak konuşuyordun.
Rukiye’nin
hikayesini o boşluğa bakarken, oradan okuyormuş gibi
anlattın. Düğünü nisanın
ilk pazarında oldu Rukiye’nin. Aslında çifte
düğün oluyordu. Ali Rukiye’yle
kardeşi Dilan da, Rukiye’nin ağbisi Cemil’le
evleniyordu. Berdel yapmıştı Ali.
İki gündür davullar çalıyor, kazanlarda
etli pilav pişiriliyor, silahlar
patlıyor, kalabalık artıyordu. O günün akşamı
kalabalık çekildi, davullar
sustu. Ali Rukiye’yle, Cemil de Dilan’la gerdek
odasına çekildi. İki yıl geçti
aradan. Dilan gürbüz bir erkek çocuğu
verdi Cemil’e. Rukiye’nin boynu
büküktü.
Bir gün ahıra gittiğinde ineklerden birinin dönmemiş
olduğunu gördü. Otlağa ona
bakmaya gittiğinde köylüsü Mesut’a
rastladı. Adam sorunca da durumu söyledi.
Mesut, Ali’nin amcasının oğluydu. Hava kararmak
üzere, sen dön, dedi Mesut, ben
bakarım. Rukiye döndü ama, orda birkaç
dakika Mesut’la konuşurken gören bir
köylüsünün de hışmını
çekti. Adam Ali’ye ertesi gün kahvede,
aklını bulandıran
şeyler söyledi. Söylenti kısa sürede
büyüdü, eski, gizli bir aşk hikayesine
dönüştü. Öykü bu ya, iki
yıldır hamile kalamayan Rukiye tam da bu sıra adetten
kesildi, midesi bulanmaya, başı dönmeye, canı olur olmaz
şeyler çekmeye
başladı. Dedikodular daha büyüdü.
Rukiye’nin Mesut’tan yüklendiğine kadar
vardı. Aile meclisi toplandı, Rukiye’nin
ölüm kararı çıktı. Ali’ye tebliğ
edildi. Ali Rukiye’ye kıyamayacak kadar çok
seviyordu. En küçük kardeşi
üstlendi görevi. Rukiye doğum yaptı, bir hafta
bebeğini emzirdi ve evde, loğusa
yatağında başına sıkılan iki kurşunla
öldürüldü. Kızı olmuştu
Rukiye’nin.
Çocuğu aile, köyden çocuksuz, zengin bir
çifte verdi. Kız büyüdü, okul
çağına
geldi. Aklı ermeğe başladığında,
öyküsünü öğrendi. Bir
gün Ali’ye giderek,
‘annemin masum olduğundan eminim’ dedi.
Ali’nin acısı onu öylesine kıstırmıştı
ki, kızının ve eşinin ateşinden geriye sadece külleri
kalmıştı. Kız ısrarlıydı.
Neyse uzatmayalım, Ankara’ya hastaneye geldiler. Denea testi
yapıldı. Kızın
Ali’den olduğu anlaşıldı. Oniki yıl sonra
Rukiye’nin masum olduğu anlaşıldı.
Ali o günün gecesi kendini astı. Rukiye’nin
öyküsünü sana anlattığım gece,
Niyazi-i Mısri’den bir nefes okumuştum. Yetmez mi dert derman
sana dizesinden
çok etkilenmiş, diline dolamıştın, yineleyip duruyordun.
Canım en çok ne zaman
yandı biliyor musun? Hani, o gece, ormanda
yürüdükten sonra eve dönüp
epeyi bi
zaman sessiz, böyle cansız, taş gibi oturduktan sonra, bana,
için için
ağlayarak, ‘hıı!’ demiştin, ‘ondan hep
kaçtım, inanmamak için çok direndim
ama
şimdi itirafın zamanı geldi, evet, doğru söylüyorsun,
acılardan daha büyük bir
yer yoktur.’ Gırtlağıma bir şey oturdu o an,
düğüm düğüm oldu, içimde
bir yer o
kadar acıdı ki bunu ne ben anlatabilirim, ne sen anlayabilirsin. Bu hep
böyle
olmadı mı, aramızdaki o boşluk sinsice, hissettirmeksizin
büyüyüp derinleşmedi
mi? Şimdi gibi hatırlıyorum, üniversitede, o öğrenci
lokalindeki salona
girdiğimde seni gördüğüm anı, o an kalbimi
dağa kaldırır gibi bana olanları.
Keşke bu kadar güzel olmasaydın. Gözlerin mavi mi
yeşil mi ne bileyim işte, o
kadar iri, canlı, büyüleyici olmasaydı. Onları
görmeseydim. Seni hiç
tanımasaydım. Seni görmeseydim. Ayaklarım kırılaydı, oraya
gelmeseydim. Sen o
gün planlarını erteleyip yoldan dönmeseydin, o salona
gelip beni bir saat
beklemeseydin. Evine gitseydin. Ertesi gün erken uyanman
gerekiyordu.
Uyusaydın. Turnalar rüyana girseydi. Perdeleri
çekseydin. Ben de gelmeseydim.
Seni görmeseydim. Seni tanımasaydım. Orda o hal bana
olmasaydı. Olacaktı demek
ki, olan olacaktı, kaçınılmazdı. Yazgı mıdır,
tesadüf mü, oyun mu, kurgu mu ne
ise o, oldu işte. Olması gerekiyordu. Perişanlığıma, yorgunluğa,
uykusuzluğa rağmen
geldim ben. Sana sanki söz vermiştim. Seni ezelden tanıyordum
da o gün o
saatte, bütün engellere rağmen verdiğim
sözü tutarak geldim. Senin de sözün
vardı, gelmen gerekiyordu. O gün bir arkadaşının nişanı vardı,
oraya gitmen
gerekiyordu ama hazırlanmak üzere eve giderken yoldan
döndün. Bir el, bir ses
yolundan çevirdi, oraya çekti. Ben kapıdan
girince gözlerine baktım ilk. Yani
girince ilk gördüğüm şey onlardı. Sonrasını
hatırlıyorum ama her şey hep bir
sisin gerisindeymiş gibi. Merhabalaştım herkesle tokalaştım gidip bana
ayrılan
yere oturdum. Bu hep böyle olur. Herkes için bir
yer vardır mutlaka. Oradan
kaçılamaz. Bunu bildiğim için böyle
söylemiyorum. Yaşlandıkça şeylerin nasıl
olduğunun değil olduğunun gizemli oluşunu anlıyorum. Her şey bana
çok gizemli
geliyor. Sis dediğim bu sanırım. Ona sis veya gizem ne dersem diyeyim
anlatmanın kolay olmadığını biliyorum. Bu acizliği şimdi de yaşıyorum.
Orda
olan oldu. Sana ve bana bir şey oldu. O şey konuşma boyunca,
birbirimize
bakmamızı engelledi. Sanki gözlerin hep benim
üzerimdeydi, sanırım sen de böyle
hissediyordun. Hep sana bakıyormuşum sanıyordun. Oysa birbirimize
bakamıyorduk.
İki üç saat böyle geçti. Ne
konuştuğumu hatırlamıyorum. Soruları, soranları,
itiraz edenleri, kaç
kişi vardı,
kimlerdi, isimleri, salondaki eşyaları, ne bileyim işte
hiçbir şeyi
hatırlamıyorum. Senin beyaz,
pürüzsüzdü tenin,
yüzün aydınlıktı, parlıyordu
ama ilk baktığımda, onda sadece büyük bir yara, bir
kesik, bir yaralı şey
gördüm. Onu çok hissettim. Nasıl diyeyim,
çok belirgin, böyle bağıran bişey
ama, başka gözün görmediği, sadece bana
görünen bir şey. Onu gördüm, seni
çok
ama çok sevdim, sana tutuldum, bağlandım sana,
içinden bir bağ çözerek bana
attın sanki, onunla beni yakaladın, tuzak gibi…ona
düştüğümü gördüm.
Onu gördüm
ama yapacak bir şey yoktu. Ben hep her şeyin belirsiz, anlaşılamaz,
anlatılamaz
bir yazgı olduğuna ilişkin inancımı yitirmemişimdir. Oraya girince,
bana
olanları, yüzündeki o derin yarayı, o acıyı, o
yalnızlığı, boşluğu görünce,
zaten yıkılmış, tuz buz olmuş kalbime söz
geçiremedim. Yapabileceğim bir şey
yoktu. Bunu biliyordum. Bunu kabullenmiştim. Ayrılırken yine sadece
seni
gördüm. Elini tuttum, ‘çok ama
çok mutlu oldum sizi tanıdığıma, teşekkür
ederim’ dedim. Bunu hatırlıyorum. Aynen böyle idi.
Çıktık. Çimlerden yürümeyi
tercih ettim. Soğuktu, hava buz kesmişti. Merdivenlerden indik,
kıvrılan bir
merdiven. Arabaya bindik. Arka camdan baktım. Yine sadece seni
gördüm.
Uzaklaştıkça
küçülüyordun ama
içimde o şey büyüyordu. İki gün
aynı şehirde
kaldık. Biliyordum orda olduğunu. Sana ilişkin birkaç
ayrıntı, bir haber, bilgi
işte…Onu alabilmek için canımı bile verebilirdim.
Uçak havalanırken gırtlağıma
yerleşen o düğüm o kadar
büyümüştü ki…O acizlik
de çok büyümüştü. O
kadar
çaresizdi ki...biliyordum o yara, yüzünde
belli belirsiz görünen, kendini ele
veren o acı o kadar derindi ki, o oldukça hiçbir
şey asla istediğimiz gibi
olmayacak. Ben ne zaman yüzüne baksam, hep o acının
gölgesini göreceğim.
Bu böyle midir
gerçekten?
Hiçbir şey anlamıyorum.
Neden bir şey olmamış gibi davranamıyor insan?
Yokmuş gibi öncesi. Önü sonu olmayan bir yer
yok mudur? Sadece o an içinde
yaşanan. Anlamıyorum. Hiçbir zaman anlamadım.
Anlayabileceğimi de sanmıyorum.
Çünkü her şey o andan itibaren daha
kötü, daha karmaşık bir hale geldi. Eskiden
kendimi aldatıyordum. Bildiğimi, anlayabildiğimi sanıyordum.
Yüzündeki o
gölgeyi gördükten sonra bu bitti. Birden
bitti. Biliyor musun, acılardan büyük
bir yer yoktur, doğru ama biz hep lezzeti ve keyfi, kedere tercih
etmek
isteriz. Yani yaşamda baskın olan lezzettir, acı değildir.
Bu aptalca hatta hastalıklı bir şey
biliyorum. Ama bundan
kurtulamıyorum. Bana hep aşkın derman olduğunu, ne kadar yaralanırsa
yaralansın, muhabbetin insanı iyileştirebileceğini söylerdin.
Hala söylüyorsun.
Buna tüm kalbimle inandım. Ama asla böyle
davranamadım. Bunu başaramadım.
Yüzündeki o yara benimle daha da
büyüdü. Sana derdinin dermanın kendisi
olduğunu söyleyip durdum. Bu da doğruydu ama, bunu
anlayabilecek halde
değildin.
Derdin derman oluşunu anlayabilecek
kıvamda olsaydın zaten
benden şifa ummazdın.
Onu bende aramazdın.
|