ana sayfa / editorial / içindekiler / h@vuz'dakiler (biyografi)
 iletişim-erişim/  yapıt gönderme yerleği /  ilkelerimiz / arşiv

 
*Hayatla Aramızdaki...

   


Hikâye anlatıcısı... O, hayatının fitilinin, hikâyesinin tatlı alevinde 
yanıp yok olmasına izin verendir.”

W. Benjamin

 

               Hayatla benim aramızdakidir karnımda ellediğiniz!

            Ah, ne kadar geç kalmışsınız mı dediniz? Haklısınız... Hayır hayır duyduğumdan değil elbet... Gözlerinizden okuduğumdur...

            Sizin geç kalınmış zaman dediğinizden, öyle sandığınızdan daha uzun bir zamandır ben zaten geç kalmıştım canım efendim. Ben hayata geç kalmışım zaten. Şu içinde olduğumuz hayata... Suçun büyüğü, beni hayata, hayatı da bana yanlış tanıtanlarda belki. Neymiş efendim, insan dürüst olmalıymış, onurlu olmalıymış, bir lokmasını eşiyle dostuyla, komşusuyla paylaşmalıymış filan...

            Havlucu Osman efendim, adım Havlucu Osman. Soyadımı da yazmak ister misiniz? Reçete değil elbet elinizdeki, ayrımındayım. Yine de bana yazıyorsunuz. Benimle benim hayatım arasından çıkagelmiş bu sertliğin, aykırılığın öyküsü...

            Sakın kırılmayınız, bir şey söylemeyiniz çocuklara, ben istemedim canım efendim karnımdakinin ellenmesini. Ben biliyordum ne olduğunu ya... Başkaları bilse ne olurdu, bilmese ne? Öyle zordu ki zaten beni ve benimle hayatım arasında olup biteni anlayabilmeleri.

Erken davransaymışım daha çok mu yaşardım diyorsunuz? Boş verin efendim bunları şimdi. Ha üç gün önce ha üç gün sonra... Bu kör olası sertliği doğuran hasretleri, ayrılıkları, aykırılıkları, yoklukları, yoksullukları, küskünlükleri yok edemedikten sonra insanlık...

            Bir yıldan çok oldu ben onunla yaşayalı, evimi, yemeğimi, zamanımı paylaşmaya başlayalı. Aslında belki de bin yıl olmuş gibi geliyor bana da bir yıldır böyle taş gibi çıktı ortaya benimle hayatım arasındaki ayrım...

              Nesini anlatayım ki ben bunun şimdi?

           Bursa şehrinin ben yaşlardaki, on yıl yirmi yıl öncesinden başlayarak birer ikişer toprağa girmişleri, o kuşağın tüm havlucuları, örmecileri, makinecileri bilirler benim adımı efendim. Siz bilmezsiniz elbet. Siz bugün, karnımdakini ellerken, beni dinlerken, bana bakarken, ellerinizi ve gözlerinizi bana ipucu vermemeleri için kendi içinizden uzak kılmaya çabalarken tanıştınız benimle.

            Makineci dedim de, nerde şimdiki teknik, şimdiki olanak beyim... Bursa’da topu topu iki üç torna ustası vardı. Tezgâhlarımızı onlara yaptırırdık. Altmışlı yıllar, yetmişlerin ortasına kadar öyleydi. İşimiz sıkışmış, yeni tezgâh ekmek su kadar gerek... Veriyorsunuz siparişi; bekliyorsunuz iki ay üç ay ki, tezgâh yapılsın. Ustanın da iyisi var kötüsü var elbet. Tam senin tezgâh bitmiş, alıp getireceksin, çıkıyor bir uyanık bir yerden, basıyor senin verdiğinden fazla parayı, alıp götürüyor... Kalıyorsun iki elin böğründe.

             Neler yaşadık biz beyim, neler var bu sertliğin içinde...

            Yeni başlamış örmecilik, dokumacılık, havluculuk... Malımız kapış kapış gidiyor bir yandan, bir yandan da patır patır bu işe giriyor insanlar. Ortalık karmakarışık... Tuttuk kooperatif kurduk; kimse kimseyi üzmesin, birlikte çalışalım, birlikte yiyelim dedik. Yüz kadar üyemiz var efendim. Kimisi üç beş tezgâhta çalışıyor, kimi koca işlikler kurmuş ki, fabrika oldu olacak... Herkes kendi payına göre ortak elbet. Üreticimiz artınca, pazar da sıkışır oldu. Yapılanların satılması, dağıtılması gerek.

            En iyi alıcımız Romanya o zaman... Kilosu dokuz buçuk dolara mal veriyoruz. Kooperatifin başkanı benim. Sık sık içeri dışarı gidip geliyor, pazarı çoğaltmaya çalışıyoruz. Aman kimsenin hakkı kimseye geçmesin diye de kılı kırk yarıyoruz.

          Bir gün bir dostum uğradı yanıma. Bir haber almış; Bursa’dan birisi Sovyet Rusya’ya kilosu on dört dolardan havlu veriyor diye... Dediği adı duymuşum da öyle çok tanınmış biri değil. Tüccardan... Üreticiliği yok. Adını vereyim de aramızda kalsın efendim, adı sonradan çok büyük iş adamı oldu buralarda. Duyurmayınız efendim, ne gerek var bu saatten sonra tatsızlığa?

           Adamla konuşmadan, yaptığı işin içine girmeden dedim kendi kendime, gider alıcılarla konuşurum... Nasıl olsa kooperatifin başkanıyım.

            Atladım, doğru Ankara’ya... Adımız, yerimiz var o zamanlar. Ankara Ticaret Odası Başkanı’nı, yöneticilerinden bir kısmını da aldım yanıma, vardık bu Sovyetler’in büyükelçiliğine. Önceden de telefonla durumu bildirmiş, konuyu, konuşulacakları söylemişiz.

            Saygı göstererek küçük bir toplantı salonuna buyur ettiler bizi. Yanımızda ticaret odası yöneticileri, kendi çevirmenimiz... Onlar da birkaç kişiler. İriyarı, sarışın bir bayan oturuyor tam karşımda. Alım işinde onun yetkili olduğunu söylüyorlar. Yeniden yeniden sordum, evet, tam yetkilidir dediler. Açtım konuyu. Böyle böyle, biz Bursa’da yüz üreticiyi temsil eden bir kooperatifiz dedim. Havlu üretip satıyoruz. Siz on dört dolardan havlu alıyormuşsunuz. Biz size on dolardan verelim. Malın iyisini verelim dedim. Hem de biz kooperatifiz, hani sizin ülkenizdeki sistem böyle bir yerle alışveriş yaparsa daha çok yakışır filan dedim. Yanımdaki oda yöneticilerinin garipseyen bakışları altında, yanımıza sonradan katılmış bazı tanımadığım insanların siyasi polis olabilme olasılıklarıyla kendimi tehlikeye atarak, bir de adamların sistemlerini övdüm mü orada... Mutlaka inandırmak, işi bağlamak istiyorum. Elimde de havlu örnekleri ki, özene bezene seçip getirmişim. Şimdi nerede öyle güzel havlular...

        Kadın aldı elimden havluları, evire çevire bakıyor. Bakışlarından da beğendiği anlaşılıyor. Tamam dediler, gülümsediler, art arda elimizi sıkıp teşekkür ettiler.

              Hoşnut çıktık oradan. Döndüm Bursa’ya, sonucu bekliyoruz artık.

             Bir hafta kadar geçti aradan. Bu dediğim tüccardan kişi, hani Rusya’ya mal veren, telefon etti bana. Kibar mı kibar... Zahmet olmazsa görüşebilir miymişiz... Otomobil gönderebilirmiş beni aldırmak için. Minnet altında kalmayı sevmem. Üşenmedim, kalktım, minibüse bindim, gittim. Geniş, güzel bir yer tutmuş, kapıda sekreterler, yerde halılar...

             Adımı duyunca dışarı kadar çıktı, önden buyur edip odasına aldı... Masası, halısı, gösterişi yenide. Sözü uzatmayalım... Osman bey dedi bana, benden ne istiyorsan onu söyle. Uzandı yanındaki sehpanın üstüne, aldı oradan bir paket, açtı masanın üstüne. Benim Ankara’da yetkili şişman bayana, Sovyet Rusya’ya örnek olsun diye verdiğim havlular... Şaşırdım kaldım. Nasıl gelmiş Bursa’ya kadar bu havlular? Bir de gülümseyerek, elimizi sıkarak uğurlamışlardı Ankara’dan...

             Evet Osman bey dedi adam, ister açıktan kilo başına bir dolar vereyim sana, ister, sen kendi işliğinde bana mal yap, senden on dolara alayım. Karıştırma başkasını...

             Bozuldum elbet ben. Bana önerdiği şeye bakın efendim... Ben üç kuruşa arkadaşlarını, dostlarını, hayatını satacak adam mıyım?

             Duymamış olayım dedim beyefendi... Ayıptır bana söylediğiniz. Ben o kadar çiy adama benziyor muyum?...

            “Senin araban da yoktur” dedi. “Şimdi şöyle güzel bir arabayla gezsen Bursa’da daha hoş olmaz mı?” diye sordu bana.

         Kapının önünde yesyeni bir Ford araba var, kalkıp onu gösterdi bana. Hemen anahtarını vereyim, sonra ayrıntısını görüşürüz gibi şeyler söylüyor...

            Adamın beni ne için çağırttığı çıktı böylece ortaya. Kibarca geri çevirdim önerisini. Bu kör olası hayatta bir gün olsun kimseye kabalık edemedim ki zaten. Belki de onun için böyle ummadık sert rüzgârlar yedim hep, böyle sertlikler büyüttüm içimde.

            Neyse... İzin isteyip kalkıp gittim oradan ama içimden de diyorum ki bu işin ardını bırakmayacağım...

         Bu adam malı kime yaptırıyor, kimden alıp da dışarı satıyor da bizim çok çok üstümüzde para kazanıyor diye kovuşturmaya başladım. Adamlarım çok. Herkes de beni sever, sayar o günler.

          Bakmayın canım efendim, bugün Altıparmak denen bu beton karmaşası semtin daracık bir sokağında, bir apartman bozmasının üçüncü katına sıkıştığıma, karnımdaki sertlikte bu yüzü eprimiş yatağın üstünde sizin kaçak gözlerinize kendime acındırmadan konuşmaya çalıştığıma...

           Hemen öğrendim. Adama malı veren bizim kooperatif yönetiminden bir arkadaş meğer... Haber saldım yönetime, onu da çağırdım. Bir tek toplantı, bir tek sözüm yetti. O gün attık onu yönetimden de kooperatiften de... Arkadaşlara ihanet ne demek efendim?

              Kös kös çıkıp gitti bizimki. Arkasından baktık pencereden... Bana anahtarı sunulan Ford otomobilin aynısına binip gazladı...

         Ya benim canım efendim... Elinizde anısı kalmış karnımdaki sertliğin içindekileri anlatmakla bitiremem ben. Kaçırmayın benden gözlerinizi lütfen. Acımanıza hiç gerek yok. İçinizden geçeni okuyorum sanki. Ben size hayatla benim aramda çıkmış sertliğin hikâyesini anlatırken, siz, yaşadığımız çağda gerçeğin kalmadığını, parçalandığını söyleyenlerin gelip benim karnımdaki gerçeği ellemelerini istiyorsunuz. Hayatın içindekileri... Alın size gerçek demeliyim diyorsunuz. Boş verin; gerçeğin metafiziğe gücü yetmez olur kimi zaman. Siz de üzmeyin kendinizi.

              Hayatla bizim aramızdakidir efendim gerçek dediğimiz. Başka nedir ki?

     Az sonra çıkıp gideceksiniz buradan. Apartman dış kapısına kadar da söylemeyeceksiniz yanınızdaki damadıma, içinde bana da yer verdiğiniz kendi gerçeğinizi... Sokağa çıkınca bir an için duracaksınız. Meraklarını gidermelisiniz elbet. Karnımdakinin herhangi bir girişim aşamasını çoktan aşmış bir tümör, umarsız bir hastalık, kalan günlerimin de sayılı olduğunu söyleyeceksiniz. Sonra çevirip başınızı bizim evin balkonuna doğru bakacaksınız. Ben size el sallıyor olacağım aradan. Kaburgalarımın sayılmasına engel olamayan beyaz fanilam, hayatımla benim aramdaki ayrılığı bir kez daha anlatan, son kez göreceğiniz mermere dönmüş yüzümle...

               Güle güle gidiniz efendim, güle güle; artık sizinle sizin hayatınız arasındayım ben...

 

* Bir hekimin bir arkadaşının yakınını muayene ettikten sonra yazdığı bu öyküyü bitirmesinin hemen arkasından çalan bir telefonla, tüm hayatı mücadeleyle geçmiş bir insan olan babasında oldukça ilerlemiş bir akciğer kanseri saptandığını öğrenmiştir.

                                                                      

   
 

Alper Akçam/ Temmuz 2003/ Mudanya