Gülbiye’
nin savrulan saçlarından
gelen sabun kokusu yaşama sevincimi artırıyor.
Soğuk rüzgar yakıyor yanaklarını.
Dudaklarında ürkek tebessüm.
Desenli divitin elbisesinin üzerine, kendi
ördüğü pembe yeleği giymiş. Vücudu
küçülüvermiş. Kamburunu
çıkartarak duruyor öylece. Yaramazlık yapınca, yazı
tahtası önünde bekletilen suçlu
çocuklara benziyor.
Geldiğini duyar duymaz elime bir
fincan alarak, koşup gittim. Soran olursa, bir pişirimlik kahve
isteyeceğim.
Annem, Gülbiye ile asla konuşmayacaksın, diye tembihlediydi.
Gecenin karanlığında getirmişler.
Böyle diyorlar. Bütün
mahalle biliyor.
Bir gören olmamış ama biliyorlar işte. Duvar diplerinde,
koltuğunun altına
örgüsünü kıstırıp sakız
çiğneyen; kaşları bir tel, ayak topukları nasırdan
parçalanmış, tırnak uçları kınalı kadınlar
söylüyorlar.
“Dün gece uykumun bir yerinde,
tor tor bir araba sesi. Hayırdır
inşallah, dedim, bu saatte... İçime de doğdu,
Gülbiye gelmiş olmasın? O’ymuş
meğer!”
“Bak sen şu orospuya,
mahallemizin namusuyla oynadı.”
“Evlerden ırak, daha on beşinde.
Elimizde büyüdü. Asıl suç
adamda.”
“Kime güvenmeli, ne etmeli bilmem
ki? Bizim de kocalarımız var. Allah korusun, tövbe
tövbe.”
“Halide de kocasına sahip
çıkaydı. Akşama kadar o kapı senin, bu kapı benim. Bir tas
sıcak çorba koymadı
adamın önüne ne olacak!”
Her öfke dolu sözde, biraz daha
hırsla atıyorlar örgülerinin ilmeklerini. Ne kadar
evcimen olduklarını
gösterecekler. Elleri yara bere içinde
çocuklar geliyor arada bir, eteklerinden
çekiştiriyorlar annelerini. Kan sızıyor kiminin yarasından.
Annelerinin şiddet
içeren bakışlarından, korkuyla uzaklaşıyor
çocuklar. Gülbiye Ablanın başına
gelen anlayamadıkları felaketin, içlerinde yaratığı gizli
korku ve tehdidin
farkında olmadan oyunlarına dönüyorlar.
Gülbiye’nin annesi çıktı kapıdan.
Bir iki kadın usulca evlerine yürüdüler.
Kapı komşusu Meryem, “Nasılsın?” dedi,
”Gülbiye gelmiş ha, hadi gözün
aydın!”
Demek ki bir tek Meryem dostmuş.
Gerçekten dost mu, yoksa ağzından lâf almak
için mi soruyor? Kestiremedi
Gülbiye’nin annesi.
“Sağol Meryem. Geldi,
Allahıma şükür.”
Ufak tefek çelimsiz birisiydi
Gülbiye’nin annesi. Öyle tetikti ki,
ayaklarını kaldırmaya bile fırsat
vermeden, sürüyerek
yürürdü. “R”leri
bastırarak, kıvrak kıvrak konuşurdu.
Karayağız, zeytin bakışları vardı. Gülümsediğinde
yanaklarında ufak çukurlar
oluşurdu. Bembeyaz tülbendi çenesinin altından
sarar, yanaklarında birleştirir,
tuttururdu.
Bütün mahallenin dikişçisi
Gülbiye’nin annesi. Yıllardır bir başına
büyüttü, kızını.
Kışın, Balıkçı Rüstem’lere her
hafta balık kasalarını kırmaya giderdi Gülbiye. Ertesi
gün ellerindeki
çatlakları sıcak su içinde tutar, zeytin yağıyla
ovardı. Susuz toprak gibi
çatlardı elleri.
Bir gün birlikte gitmiştik.
Evdeki keseri bir poşete koyup,
sıkıca giyinerek sabah erkenden çıkmıştım evden.
Gülbiye çoktan hazırlanmış,
elinde tuttuğu keserle beni
bekliyordu.
O da kalın giyinmiş, ancak benimkiler kadar eski değildi.
Saçını da çok düzgün
taramıştı. Bu işi biraz abarttığımı düşünerek
utandım. Pek üstünde durmadım
yine de.
Çok heyecanlıydım, hemen iki
sokak ötedeki Balıkçı Rüstem’in
evine doğru koşar adım gittik.
Balıkçı Rüstem, ağzına giren pala
bıyıkları, kanlanmış gözleriyle güldü
Gülbiye’yi görünce. Sararmış uzun
dişlerinin bir kısmı göründü. Arkası
açık Anadol’la işe çıkmak
üzereydi. Beni
Gülbiye’nin yanında görünce, biraz
bozuldu. Yine de, Gülbiye’nin yanağından bir
makas alarak, “Nasılsın?” dedi. Benim
yüzüme bile bakmadı.
Yüzü kızardı Gülbiye’nin. O evde
Hayriye ile tüm yaptıklarını anlatırdı da,
Rüstem’in yakınlığından hiç
bahsetmezdi.
Hayriye, saçı başı dağınık,
geceliğinin üzerine geçirdiği, kocasının eski
ceketiyle, yalınayak kapıda
belirdi az sonra. Kalın sesiyle, her şeye küfredermiş gibi
homurdandı. Ne
dediğini anlayamadım.
Biz, bir an önce işimize başlamak
istedik. Alçak kapı sövesine çarpmamak
için başımızı eğip, briketten yapılmış
iki merdiveni inerek girdik bahçeye.
Hemen önümüzde, balık kasalarının
gelişi güzel atılmış yığınıyla karşılaştık. Duvar dibine
yapılmış bir korunağın
altındaydı kasalar. Küçük
bahçenin tam ortasında duran ceviz ağacı,
yapraklarını dökmüş olmasına rağmen, her şeye
hükmedercesine duruyordu.
Alçak bir set üzerinde bahçeye
açılan iki kapı vardı. Birisinin aralık tahtaları bordo ve
maviyle acemice
boyanmıştı. Diğerinde, boydan boya eski bir kilim, soğuktan korunmak
için
asılmış, kapı kolunun olduğu yer, kir ve yağdan parlıyordu.
Balıkçı Rüstem’in
kamyonetinin büyük
gürültüyle
uzaklaştığını duyunca Gülbiye ile göz göze
geldik. Yine al bastı yüzünü.
Aceleyle kasaların olduğu yere doğru gitti. Ben de poşetimden
çıkardığım
keserle, onu takip ettim.
Hayriye, tam kapanmayan bahçe
kapısını hızla çarparak girdi içeri. Yine bir
şeyler homurdandı,
anlaşılmadı. Yanımızdan
geçti. Bizimle
hiç ilgilenmeden, kirli kilimi kaldırarak açtığı
kapıdan, tozlu ayaklarıyla girdi
içeri.
Gülbiye’den hep duyardım. Ona da
Hayriye anlatırmış. Her akşam balık yerlermiş. Balık yemekten bıkkınlık
gelmiş
Hayriye’ye. Gizliden ayırdığı balıklardan verirmiş
Gülbiye’ye, Gülbiye de evde
pişen yemekten bir kap götürürmüş.
Babama, “Sen de balıkçı olsaydın
ya,” demiştim. “Biz de her akşam balık
yerdik!” Babam yüzüme ters ters
bakmıştı. “İyi, seni balıkçıya veririz, o
zaman!”
Hayriye’nin bugünkü tersliğini
görünce, Gülbiye’yle konuştukları
aklıma geldi. Bu kadınla normal olarak insan
nasıl konuşup anlaşabilirdi ki?
Kasaları, yığından birer
birer çekerek, çivilerinden
ayırıp, sobaya
girecek büyüklükte
parçalıyor; çıkan yamuk çivileri de
ufak, tahta bir kutuya koyuyorduk.
Gülbiye’nin eli alışkın
olduğundan, aldığı kasayı birkaç darbede
çivilerinden ayırıyor, zaten incecik
olan tahtalar birer tak-tuk’la
bölünüveriyordu. Tahtaları
parçalama işini
bitirince çivileri düzeltecektik.
Çivileri benim doğrultabileceğimi söyledi
Gülbiye. Buna aklım yattı. Birkaç çividen
sonra sıkıldım.
“Ben de tahta kıracağım,” dedim.
Kasanın yanlarını önce çökertip
çivileri keserle kanırtarak çıkarıyor, kutuya
atıyordum.
Balık pisliğiydi üstümüz başımız.
Bir de avucuma kıymık
batınca, akşam annemin söylediklerini
anımsadım.
“Kızım, hadi Gülbiye’nin babası
yok, haftada bir gün yakacaklarını olsun Balıkçı
Rüstem’in pis balık
kasalarından karşılıyorlar. Bir gün sabahtan akşama kadar
pislik içinde
çalışmasının karşılığı, bir geceliğine, iliklerine kadar
ısınmak. Yanan sobada
kaynayan suyla hem kendilerini hem de çamaşırlarını
yıkarlar.”
İşin burasını bilmiyordum. Hiç
düşünmemiştim de. Gülbiye, ne karşılığında
oraya gidiyor, hiç sormamıştım. O da
söylememişti.
Üşümüştüm. Ellerim kasaları zor
tutuyordu. Çiviler ise, parmaklarımın süngerleşmiş,
hissetmeyen uçlarından
kayarak yere düşüyordu. Elimin içindeki
kıymık, gittikçe dibe batıyordu. Canım
yandıkça pişmanlığım artmıştı.
Gülbiye ha bire çalışıyor, her
kasa parçalanışında nefesini,
içindeki
hıncı dışarı atıyormuşçasına verip, yeniden derin nefes
alıyordu.
“Gülbiye, çok
üşüdüm. Şu kıymık
da gittikçe acıtıyor. Ne yapsak acaba?” dedim.
“Biraz sabret. Az sonra Hayriye
Abla bize birer bardak ıhlamur getirir.
Bir iğne ister, çıkartırız kıymığı. Benim elime de
çok batıyordu. Şimdi alıştım
artık,”diyerek önündeki işe
döndü, “ Ne kadar çabuk
bitirirsek bu işi, o kadar
iyi.”
Ortada elimi yıkayabileceğim su
bile göremiyordum. Geceleri kuru ayaz olduğundan,
bahçedeki çeşme donmasın,
diye çuval ve eski giysilerle sarılmıştı.
Gülbiye de istemeden yavaşlamaya
başlamıştı. Yorulmuştu anlaşılan.
“Sen her hafta bu kadar kasayı
tek başına mı parçalıyorsun?” dedim.
Dağılan saçlarını elinin tersiyle
toplayarak başını kaldırıp baktı. Şaşırdı ne diyeceğini,
“Yok, her hafta böyle
değil, bu gün biraz fazla.” Sanırım utandı.
Çünkü bu hafta birlikte gelmek
için
ısrar etmişti. Annemi bile o kandırdı denebilir.
Bana anlatırken, burada
yaşadıklarını bir oyun gibi gösteriyordu. Belki de
böyle düşünerek
rahatlıyordu. Hayriye’yi bile ne kadar sevimli anlatmıştı.
Suratsızın tekiymiş
işte. Yüzümüze bile bakmadan gitti, vurdu
kafayı yattı.
Tam bunları düşünürken, kirli
kilimin ardındaki kapı, gıcırtıyla açıldı. Hayriye, elinde
çay tepsisiyle
göründü. Saçlarını arkaya
toplamış, sabahtan vücuduna hantallık veren
şişmanlığı, onu sevimli bile yapmıştı. Kalın, siyah bir etek
üzerine tiftikten
el örgüsü bir kazak giymiş, sabahki halinden
eser kalmamıştı.
Gülbiye,
“Hayriye Abla, gelirken biraz da ılık su
getirebilir
misin?” diye seslendi.
Uysal bir çocuk gibi sözünü
dinledi Gülbiye’nin. Tekrar içeriye
girdi. Az sonra naylon bir ibrik içinde
ağzından dumanlar çıkan su vardı bir elinde.
Hayriye Abla su döktü, bahçedeki
çeşmenin başında duran sabunla yıkadım elimi. Kıymık batan
yer morarmıştı.
Hemen içeriye koştu Hayriye Abla.
Temiz bir havluyla kolonya, pamuk, bir de ucunda iplik sallanan dikiş
iğnesi
getirdi. Elimi ellerine alarak kucağına koydu. Avcumu
açtırdı. Feryatlarıma
aldırmadan kıymığı çıkardı. Ağrı
kesiliverdi. Kolonyalı
pamukla sildi sonra.
“Kızlar, siz ıhlamurlarınızı içe
durun da, benim içerde biraz işim var.Şuradan, kırdığınız
odunlardan alayım da
sobayı tutuşturuvereyim, ısınalım hep birlikte.”
Demek ki içerisi de soğuk.
Hayriye sıcacık odasında keyif çatıyor sanıyorum. Bir kasayı
alsa, elleriyle
bile kırıp, sobaya atıverir. Çok mu zor? Yapmıyor işte.
Balıkçı Rüstem’in
karısı o. Şu an patron. Sorgulayamam ki!
Kocası ağır işler yapmasına izin
vermiyordur, ne bileyim ben. Gülbiye, birkaç yıldan
bu yana geliyor kışları.
Balıkçı Rüstem’in Hayriye’yle
evlendiğinden beri.
İbrikteki artan suyla Gülbiye de
yıkadı ellerini. Ihlamurlarımızı içmiştik ki,
“Hadi gelin artık, odanın soğuğu
kırıldı, dışarıdan iyidir ne de olsa,” diyerek, daha da
sevecenleşen sesiyle
bizi içeriye davet etti.
Bu kez kirli, kalın kilimden
süzülerek biz geçtik, Hayriye Abla da
bahçedeki tuvalete...
Radyoda dinleyici istekleriyle
çalınan türküler vardı.
Gülbiye alışkanlıkla, karşıdaki
sedirin üzerine geçip oturdu. Sobaya da yakındı
burası, “Gel,” dedi, bana da,
“Otur, bak burası sıcacık.”
Hemen yanına oturdum. Ellerimizi
ovuşturarak ısıttık.
Hayriye Abla içeri bir torba
tahta kırıntısıyla girdi. Onları da
sobaya atınca yan odadan, bir
tepsi getirdi.
Acıkmış olduğumu hissettim.
Bir
tabak dolusu balık, iki kuru soğan ve bir ekmek öyle
güzel
göründü ki, Hayriye Abla’nın
koltuğunun altındaki sofra bezini bir sekişte
kalkarak aldığım gibi yere serdim.
Hayriye Abla, gelin geldiği köyün
şivesiyle o kadar doğal konuşuyordu ki, ne konuştuğu aklımda pek
kalmadı ama
çok güldüğümüzü
hatırlıyorum.
Karnımızı doyurduktan sonra,
Gülbiye, “Hayriye Abla, biz şu tahtaları kırıverelim
de işimizi bitirelim,”
dedi.
İkimiz dışarı çıktık.
Gülbiye kırıyor, ben çivi
düzeltiyordum. Tam son kasaya geldiğimizde,
Gülbiye’nin elindeki keser,
sapından çıkıp fırladı. Benim elimdekiyle devam etti. O
kasanın çivilerini de
göstermeden cebine koydu Gülbiye. Fısıltıyla,
“Bunları da çöpe atıveririz,”
dedi.
Gülbiye’de artan bir telaş
gördüm. Eve gitmek için acele ediyordu.
Hayriye Abla da birkaç kez
içeriye girdi
çıktı, onun da sinirlendiğini
fark ettim.
Kapıdan çıkacakken, Balıkçı
Rüstem’in arabasının sesini duyduk. Hayriye
içeriden çıkmadı. Rüstem, arabadan
inmeden gitmiş olacaktık ki kapı da karşılaştık.
“Ne
o gidiyor musunuz?” dedi. Gülbiye başını salladı.
“Hani odun
almadın mı bu gün?”
Yutkunan
Gülbiye’nin başını ellerinin arasına alarak
alçak kapıdan içeriye
soktu.
Ben
bekledim.
Gülbiye elinde bir torba odunla
çıktığında yanakları kıpkırmızıydı. Hızlı adımlarla
evlerimize gittik.
Birkaç ay önce Gülbiye benden
uzaklaşmaya başladı. Nedenini anlayamadım. Balıkçı
Rüstem’le ilgili olduğu hiç
aklıma gelmemişti. Geçen yıl kasa kırdığımız
günü hep unutmak istemiştim.
Mahalledeki kadınların
konuşmaları arasında, Gülbiye’nin bu işte ne gibi
bir suçu olduğunu düşündüm.
Hayriye kocasına neden öyle ters davranmıştı? Aslında ne kadar
iyi, hatırnaz
birisiydi. Kocasının Gülbiye’ye karşı olan
davranışının farkında mıydı?
Kahve fincanı elimde, çaldığım
kapıyı Gülbiye açtı. Fincanı bir tarafa bırakarak
sarıldım boynuna. Konuşmadan
bakıştık bir süre. Karnını yokladım, elimle.
“Üzülme artık,” dedim.
Balıkçı
Rüstem’in çocuğunu aldırmıştı. Evleri
soğuktu. Ortada buz gibi duran demir
yığını soba, iyice soğutmuştu odayı.
Annemin kızacağına aldırmadan,
“Hadi, bize gidelim,”dedim. Gelmek istemedi.
Ellerinden tutup zorla çektim.
Mahalledeki dedikoducu kadınların
arasında annem de vardı. O bizi görmedi.
Annem, “Aman komşular,
Gülbiye’nin annesi iyi kadındır ama, baksanız ya
olanlara, kızına sahip
çıkamadı. Bizim de kocalarımız var. Ne kızmış bu
böyle. Benim de kızın
arkadaşıydı. Allah’tan son zamanda kesilmişti bizim evden
ayağı,” dediğini
duydum. Gülbiye de duydu mu bilmiyorum.
Kasa
kırdığımız günün akşamı Gülbiye, keserini
sağlamlaştırmak
için babama gelmişti.
Babam, Gülbiye’nin
ardından iç
geçirerek bakmıştı.
Babamın bakışlarındaki tuhaflığa
anlam verememiştim.
Çamaşır için babamın ceplerini
boşaltırken, Gülbiye’ye yazılmış bir not buldum.
Yaktım okur okumaz.
*2004
yılı Beşparmak Dergisi, Samim Kocagöz Öykü
Yarışmasında ödül.
|