Saatlerdir bozmamıştı dudaklarının sessizliğini. Sanki ağzını açsa ince bir duman çıkacak ve yaşlı bir kadın siluetine dönüşecekti. Uzandığı yerden kalktı. Pencere kenarına geçti. Dışarısı karanlık ve soğuktu. Cama vuran bir-iki damla, yağmurun habercisiydi. Sokak lambasının ışığı karşı kaldırımdaki ince gövdeli ağaca vuruyor, rüzgârın şiddetiyle sallanması, sessiz bir film izliyormuş hissi uyandırıyordu. Sanki az sonra kumral saçları rüzgârla birlikte savrulan resimdeki o kadın gelecekti görüntüye. Beyaz ipekli elbisesi, yağmurun ıslaklığıyla üzerine yapışmış, vücut hatları iyice belirginleşmiş, sokak lambasının altında durup ona bakacaktı. Koşarak inecekti aşağıya, sımsıkı sarılacaktı. “The End” Film bitti… Derin bir boşluk… Ekran karanlık… Yine o eski, tek düze yalnızlık.
Üzerine yağmurluğunu alıp dışarı çıktı. Pencereden gördüğü ağacın altına geçip yukarı baktı. Gökyüzünde kırmızıya çalan garip bir renk vardı. Şimdi kadın penceredeydi... Her zaman ev-iş arasında gidip geldiği geniş caddenin kaldırımındaki su birikintilerine basarak yürümeye başladı. Caddeyi kesen dar sokaklardan birine girdi. Sanki daha önceden bildiği bir yere gidiyormuş gibiydi. Ahşap evler, aradaki sokağa aldırmadan kucaklaşmak için birbirlerine doğru eğilmişlerdi. Yıllardır karşılıklı bakışarak çürüyüp gitmişler… Bazılarının cumbaları yıkılmış, sadece demirden elleri kalmıştı karşıya uzanan. İki kanatlı, büyük, tahta kapı dikkatini çekti. Üzerindeki oymalar çok ince bir işçiliğin eseriydi. Birkaç basamağı
çıkıp kapının üzerindeki yontuları inceledi; karanfil desenlerinin
ortasında uzun saçlı bir kadın
hüzünle bakıyordu sokağa doğru, kulağındaki büyük gümüş rengi halkaya dokundu, kapı aralandı. İçeriden gelen ney sesiyle adeta büyülendi. Kapı, geniş bir sofaya açılıyordu, tam karşıda tahta sedirde yaşlı bir adam oturuyor, önündeki rahlede duran kitaptan bilinmedik dilde dualar okuyordu. Aklından bir an önce bu garip yerden kaçmak geçti… Yapamadı.
Olduğu yerde çakılıp kalmış, gözleriyle
odayı geziyordu; duvarlar tahta raflarla kaplıydı. Raflarda kalın
kitaplar, içinde renkli tozların ve otların olduğu cam kavanozlar, kadın
ve erkek biçiminde küçük tahtadan ve taştan heykeller vardı. Odanın
ortasındaki teneke sobadan gelen çıtırtılar… Bir köşede fokurdayan
semaver… Yaşlı adamın büyülü mırıltısı… Gramofon iğnesinin çizdiği ney
sesi… Dışarıda gittikçe hızlanan yağmurun sesine karışıyor eşsiz bir
senfoniye dönüşüyordu. Sessizce oturup olan biteni bulunduğu yerden
izleyen yalnızca kitaplar ve kavanozlardı. Orada öylece saatler geçti
sanki. Yaşlı adam sustu, başını kaldırıp gelen yabancıya baktı.
- Hoş geldin.
- Kapı aralanınca ney sesi beni içeriye çekti, bırakıp çıkamadım, dedi yabancı.
- Buraya gelişin tesadüf değil. Ney sesi seni içeriye buyur ederken anlatacağın çok şey olduğunu ve kimseyle paylaşamadığını fısıldadı bana.
- Nasıl? Anlamadım.
- Anlamaya çalışma. Sadece anlat. İçini görebiliyorum. Canını yakan ve yaşamın boyunca unutamadığın o sırrı, anlat bana.
Adam uzun bir süre düşündü. Nasıl anlatabilirdi ki? Nerden başlayacaktı? Hem kimdi bu yaşlı adam, büyücü falan mıydı? İçinde sakladığı o sırrı nasıl görebilmişti? Aklındaki onlarca soruyla boğuşurken yaşlı adam düşüncelerini okumuş gibi gözleriyle sedirin yanındaki kaba minderleri işaret ederek:
-Buraya oturabilirsin.
Adam mindere yerleşti kısa bir sessizlikten sonra, derin derin nefes aldı.
- Yıllardır vicdan azabı çekiyorum. Bir insanın hayatına son vermek bir bakıma kendi hayatını da sonlandırıyor. O geceden sonra dünyaya sığamadım. Nereye gittiysem, ne yaptıysam onun hayali bırakmadı peşimi. Artık kurtulmak istiyorum. Beni bu vicdan azabından kurtaracak gücün var mı? Başıma gelenleri hiç yaşamamış olmayı istiyorum. Yılları geri sarmak, her şeyi unutmak istiyorum.
- Bir söz vardır der ki: “Geçmişi hatırlamayanlar, onu bir kez daha yaşamak zorunda kalırlar.” Her şeyi unutup geri dönmek gerçek çözüm olabilir mi senin için? Ya da yaşadığın her neyse onunla hayatına devam etmeyi öğrenmek mi doğru olan?
Yaşlı adamın sözleri ürküttü yabancıyı. Onu iç dünyasına döndürdü. Nereden başlayacağını bilemiyordu. En iyisi her şeyin başladığı o apartman dairesine dönmekti.
- Yıllar önceydi, tayinim başka bir şehre
çıkmış, apar topar bir apartman dairesine taşınmıştım. Benim için evi
kiralayan arkadaşım ev sahibesinin çok yaşlı bir kadın olduğunu, üst
katımda oturduğunu, geçimini bu kira ile sağladığını söylemişti. Evde
kaldığım daha ilk gece, üst kattan gelen takırtılar ve inlemelerden
uyuyamamıştım. Ertesi sabah erkenden kalkıp yukarı çıkmayı düşündüm ama
yaşlı kadını rahatsız edebileceğim aklıma gelince vazgeçtim. O geceyi
izleyen diğer geceler de üst kattan gelen garip sesler devam etti. Bir
akşam ev kirasını da vermeyi bahane ederek yukarı çıktım. Çekinerek
bastım zile. Tahta zemine vuran baston sesi gittikçe yakınlaştı, kapı
aralandı. “Kim o?” diye sordu titreyen bir ses. Kiracısı olduğumu, para
vermeye geldiğimi söylediğimde kapı iyice açıldı. Gözlerinde acı ve
merak dolu bakışlarıyla o karşımdaydı. Saçları uzun, gür gümüşi renkte omuzlarına dökülüyordu. İnce geceliğinin altından belli olan sırtındaki kamburla omuzları iyice çökmüştü.Bir süre kapıda öylece kaldım.İçeriye girmemi söyledi ve arkasını dönüp yaşlı
vücudunu bastonuna yükleyerek yürüdü, onu takip ettim. Dar koridordan geçerken duvarlardaki siyah beyaz fotoğraflara takıldım. Bir sahnede, püsküllü etekleriyle, ponponlu ayakkabıları, başındaki tüylü saç bandıyla, dans eden bir kadın vardı hepsinde. Koridordan geniş aydınlık salona geçtik. Yatağını cam kenarına taşıtmıştı. Ayak ucunda duran koltuğu bastonuyla işaret ederek oturmamı söyledi. Kendisi de yatağına uzandı. Nefes nefese kalmıştı. Onu yorduğum için özür diledim. Yüzündeki derin çizgiler gülümserken iyice derinleşip elmacık kemikleri belirginleşti. Onca yaşına rağmen yüzü hâlâ çok güzeldi. Yıllardır kapıcısının karısından başkasının gelmemesinden, yalnızlığının onu nasıl sarıp sarmaladığından söz etti. Benden önceki kiracılar parayı kapıcı ile yollarlar bir süre sonra da taşınıp gidermiş. Sırtındaki kamburun ağrısı geceleri iyice çoğalır, ne yana dönse uyuyamaz, en sonunda kalkar iyice yorulana kadar dolaşır; yorgunluktan ağrıyı hissetmemeye başlayınca uyurmuş ancak. Çok güzel konuşmasına rağmen garip bir aksanı vardı. Dediğine göre Rum asıllıymış. Adı Eleni’ymiş. Yatağının başucundaki sararmış fotoğrafa dikkatle baktığımı görünce konuyu değiştirdi. “O benim aynam, yıllardır ona bakarak tarıyorum saçlarımı, gözlerime sürme çekerken ona bakıyorum, dudaklarını boyuyorum bazen.” Söyledikleri beni öylesine etkilemişti ki. Yaşlı kadına karşı garip bir yakınlık duymaya başlamıştım. Masada bir çerçevenin içine sıkışan fettan gülümsemeli kadın beni de o çerçevenin içine çekmişti sanki. Gözlerimi ayıramıyordum fotoğraftan.
Adam konuşmaya başladığından beri gözleri duvarda bir yere odaklanmış, anlattıklarını oradan izliyor gibiydi. Loşluğun içeriyi yıllanmış bir toz bulutu gibi örttüğü, mobilyalardan
gelen incecik küf ve nem kokusunun tütsü kokusuna karıştığı bu sıcak ve huzur dolu odada iyice gevşemiş, korkusuzca bütün içini döküyordu. Yaşlı adamsa gözlerini kapatmış, sessizce dinliyordu yabancıyı.
- O geceden sonra her akşam çıkmaya başladım yukarı. Masadaki fotoğrafa bakmak, Eleni’nin anlattıklarını dinlemek mutluluk veriyordu bana. Eleni de mutluydu. Bana da evinin yedek anahtarını vermişti. Geliş saatlerimi iple çektiğini söylüyor; kapıcının karısına kurabiyeler, kekler yaptırıyordu gündüzleri. Rüyalarımda onu görüyordum, kurduğum hayallerde hep o, fotoğraftaki kadın vardı. Eleni’ye onu anlatmasını istiyordum her akşam. O da berrak bir suyun arkasından bakar gibi başlıyordu anlatmaya. Bir süre sonra karşımdaki o yaşlı kadın gidiyor, sesi billurlaşıyordu. Anlatırken başını sola, kalbine doğru eğmesi hüzün veriyordu bana. Eskiden çok ünlü bir kantocuymuş Eleni. O sahneye çıktığında ıslıklar, naralar sağır edermiş kulakları. Onu izlerken kadınların gözlerinde kıskançlık, yıldızlar gibi ışıldar; sahnedeki Eleni’ yi seyretmektense kocalarının gözlerini seyretmeyi tercih ederler, arada bir de dürterlermiş yanlarındaki adamı. Çok gülermiş Eleni bunlara. Öyle, kıskanç bir kadın gördüğünde daha çok zıplar, kalçalarını sallaya sallaya geçermiş kadının önünden. Bir de Niko’su varmış, arkasında tambur çalan. Onu anlatmaya başladığında gözleri doluyor, sesi tekrar titremeye başlıyordu. Eleni şarkısını bitirir bitirmez çiçek, buket, küçük zarflara konulan kokulu mektuplar yağarmış sahneye. Niko da çok kıskanırmış Eleni’ yi. Kaç kez bu yüzden ayrılmışlar. Eleni sanatının zirvesindeyken ölmüş Niko. Eleni’nin bir hayranı gazino çıkışı bıçaklamış onu. Ondan sonra da kimse girmemiş hayatına. Saltanatlı günler çabuk bitmiş. Uzun süre terzilik yapmış. Sahne kostümleri dikmiş yıllarca, sırtındaki kambur da o yüzden olmuş. Yüksek tansiyon ve şeker hastalığına da o dönemlerde yakalanmış. Aylardır akşamlarım Eleni’yle geçiyordu. Yaşlılığından duyduğu acı hüzün beni çok üzüyordu. Beğenilmeye alışkın bir kadın, orta yaşı geçtiğinde hele bir de yalnızsa, ilgiye olan gereksinimi her geçen gün artar, öyle ki sürekli büyüyüp şiddetli ve kuru bir susuzluğa dönüşür. Eleni de öyleydi. Nasıl olur da o kadar güzel bir kadını yıllar böyle çökertir? Bedeni seksen yaşında ama ruhu yirmilerinde takılıp kalmış bu kadın, bazı geceler gözyaşları içinde yalvarıyordu bana. “Ölümü dört duvar içinde yaşamak sırtımdaki kamburdan daha çok acı veriyor bana. Yaşamak bu kamburdan daha ağır bir yük oldu artık. Yıllar var ki aynalara bakamıyorum. Kendimi hep sahnedeki halimle düşünebiliyorum. Ne olur yardım et bana. Sıyır at şu yaşlı bedeni ruhumdan. Ben çok denedim ama yapamadım.” Ölmeyi o kadar çok istiyordu ki. Ölememenin acısıyla yaşamaya çalışıyor, gömüldüğü yalnızlığından ve ağrılarından bu sayede kurtulabileceğine inanıyordu. Bazı geceler dakikalarca “Yardım et bana!” diye inliyordu. “Beni Niko’ma kavuştur ne olur!”
Semaver, anlatılanlardan etkilenmiş gibi fokurdamayı kesmiş, gramofon suskun, sobadaki kül sessizdi, yağmur yavaşlayıp yaramaz bir çocuğun uslu gözyaşları gibi sessizce akmaya başlamış, etrafı şölensi bir hüzün kaplamıştı. Yaşlı adam oturduğu yerden kalkıp sobaya birkaç odun attı. Raflardan birine uzanıp bir kavanoz aldı, iki çay bardağına sıcak su koyup kavanozdaki kırmızı tozdan birer kaşık attı. Bir bardak yabancının önüne koydu ve tekrar oturdu yerine.
- Nedir bu?
- Güzel bir çay. Seni dinliyorum, hadi devam et anlatmaya.
- Sanki zamanın akışı değişmişti. Gündüz işyerinde, dosyaların ve yazıların arasında
geçmeyen zaman, akşam Eleni’ yle koşup gidiyordu. İçimde fırtınalar kopuyor, nedensiz heyecanlara kapılıyordum. Masanın üzerindeki fotoğrafı düşünerek, hayaller kurarak geçiyordu günler. Dünyadaki onca insanın içinde onun orada olduğunu bilmek dahi heyecan veriyordu bana. O fotoğrafa âşık olmuştum ama fotoğraftaki kadının acılar içinde kıvranan seksen yaşındaki haliyle birlikteydim her akşam. Bazen Eleni’nin söyledikleri aklıma takılıyordu. Ölüm onun için kavuşacağı sevgili demekti. Onu mutlu etmek istiyorsam… Sık sık düşünüyordum bunu. Bir insanın hayatına son vermek nasıl bir şeydi? Bir insana acı çektirmeden hayatına son vermenin yolu var mıydı? Aklımdaki bu düşüncelerden kurtulamıyordum. Eleni’yi mutlu etmeli, kendimi de bu umutsuz tutkudan kurtarmalıydım. Onu sonsuz uykusuna uğurlayacak ve Niko’suna kavuşturacak küçücük beyaz bir yol bulmuştum. Bir gece yine uykumdan Eleni’nin inlemeleriyle uyandım. Komodinin çekmecesinden onun için aldığım o uzun yolculuğa çıkmasına yardım edecek hapı ve yedek anahtarı aldım. Bir şey kontrolümü ele geçirmişti sanki. Hiç düşünmeden üst kata çıkıp kapıyı açtım. Acı büsbütün avucuna almıştı onu; vücudunun her çırpınışında biraz daha sıkıyordu parmaklarını. Yatağından doğrulmaya çalıştıkça yıkılıyordu. Onun çektiği acıyı ben de hissediyor, sırtımda dayanılmaz bir ağırlık ve ağrı duyumsuyordum. Mutfaktan bir bardak su aldım, hapını getirdiğimi, ağrılarının dineceğini söyledim. Gözlerimin içine bakıp gülümsedi… Aceleyle evinden çıkarken masanın üzerindeki resmi almayı unutmadım. Ertesi gün başka bir ev aradım ve taşındım oradan. O da yetmedi, tayinimi başka bir ile istedim. Çok geçmeden o şehirden de ayrıldım. Resim hep yanımdaydı. Her yerde onu arıyordum. Hayatıma hiç kimse giremiyordu. Eleni’nin ölmesi beni o hastalıklı tutkudan kurtaramamışı. Onu ne zaman düşünsem o son gülümsemesi geliyordu aklıma. İçimde devrilen koca gövdeli ağaçların altında kalıyordum. Ben, her şeyi unutmak istiyorum, bunu yapacak gücünüz var mı? Her şeyi unutup resimdeki kadını bulmak, onunla ölmek istiyorum.
Yaşlı adam, uzun bir süre sessiz kaldı. Bardağındaki son yudumu da içtikten sonra usulca fısıldadı:
- Vicdan azabından kurtulmak istiyorsun. Bunun içinde Eleni’yi unutmak gerektiğine inanıyorsun. Buradan çıkıp gittiğinde o kadını bulacaksın belki de; çünkü buna inanıyorsun. Ama istediğin bu olmamalıydı. Eleni’yi unutmak mı istiyorsun gerçekten?
- Evet. Onu hiç tanımamış olmayı istiyorum. Ve resimdeki kadın gibi bir kadın…
- Peki. Sen eve dönene kadar resimdeki kadının yüzü silinecek, o silikleştikçe sen unutmaya başlayacaksın. Ama konuşmamızın başında söylediğim gibi “geçmişini hatırlamayanlar onu bir kez daha yaşamak zorunda kalabilirler.”
- Hayır! Hayır!
Adam hızla oturduğu yerden kalktı. Neler yapıyordu böyle. Ne saçma bir inanca kapılmıştı. Bu yaşlı ve zavallı adam ona nasıl yardım edebilirdi ki? Büyük tahta kapıyı açarken yaşlı adamın son sözleri çalındı kulağına.
- Arkana bakarak yaşarsan olmadık yerlere çarpabilirsin. Her zaman önüne bak ama ardındakileri de unutma. Sen düşlerine inanıyorsun. Eleni’yi bir daha düşün.
Dışarıda yağmur dinmiş yerini keskin bir soğuğa bırakmıştı. Adam dişlerini sıkarak koşuyor bir yandan da o yaşlı büyücünün son sözleri çınlıyordu kulağında. Yanlış bir şey istemişti. Eleni’ yi hiç tanımamış olmayı istemiyordu. O çok özel bir kadındı. Yaşlı adam belki de doğru söylüyordu. Belki de doğaüstü güçleri vardı. Geri dönüp Eleni’ yi hiç öldürmemiş olmayı istemeliydi. Eleni yaşamının son anına kadar yaşamalıydı. Durdu. Geri döndü hızla
koşmaya başladı. Sokaklara baktı. Koştu… Koştu… Öyle bir sokak var mıydı?.. Öyle bir ev… Öyle bir adam… “Sen düşlerine inanıyorsun.” Eleni’ye verdiği hap… Sıradan bir ağrıkesici mi?.. Ya da yoktu öyle bir şey. Onu ağrılar içinde bırakıp kaçmış sonra düşlerinde onu… Yoksa… |