-YAHUT DOĞUNUN DERİN UYKUSU-
-Kurgu, metinlerarasılık ve dil açısından bir inceleme-
Italo Calvino, kuramsal bir yapıtında, en başından beri yazarlık
uğraşını belirleyenin, ‘mekân ve zamanda birbirinden uzak
noktaları yakalayıp birleştiren zihinsel devrelerin yıldırım hızındaki
güzergâhını izlemek olduğunu’ dile getirir.
Serüvene ve masala duyduğu eğilimi ortaya koyan yazar, imgeleri ve
imgelerin kendiliğinden ortaya çıkardığı hareketleri hedef
aldığını belirterek, ‘imgeler akışının söze
dönüştürülmediği sürece bir yazınsal
sonuçtan söz edilemeyeceğini’ anlatır. Sonra devam
eder: “Başarı,
sözel anlatımın tam yerini bulmuş olmasında yatar, bazen bu
anlatım şimşek gibi çakan bir esin anının sonucu olarak
çıkar ortaya, ancak çoğunlukla doğru
sözcüğü, hiçbir sözcüğün bir
başkasının yerine geçemeyeceği cümleyi, sesler ile
kavramların en etkili ve en yoğun anlamı iletecek biçimde bir
araya getirilişini bulma yolundaki sabırlı bir arayışı gerektirir.
Düzyazı yazmanın şiir yazmaktan farklı olmaması gerektiği
kanısındayım; her iki durumda da söz konusu olan gerekli, eşsiz,
yoğun, kısa, akılda kalacak bir anlatım arayışıdır.” (*)
Hasan Ali Toptaş’ın yeni kitabı Uykuların Doğusu’nu
okurken, Calvino’nun yukarıdaki satırlarını anımsadım. Hasan Ali
Toptaş, şiirle dolu, yoğun, damıtılmış roman dilini, yeni yapıtının
derinliklerine, onun özündeki sonsuzluğa sindirmeyi
başarıyor. Romanı okurken aynı anda şiir tadı alınması bu başarıdan
kaynaklanıyor. Esin ile aklı buluşturan kitabın sayfaları arasında,
giderek derinleşen duygu ve imgeler okyanusuna açılıyor okur.
Roman, her şeyden önce adıyla okurun çağrışımlarını harekete geçirmekte. Uykuların Doğusu;
aslında Doğu’nun uykularını dile getiren bir imge. Esrarlı,
gizemli, dumanlı, sisli, bulanık, örtük, rüya ve masalla
dolu bir Doğu kavramı… Hasan Ali Toptaş, çağrışımlar
yaratarak Doğu toplumlarının derin uykusuna göndermeler yapmakta.
Roman, adına uygun bir dünyayı somutlaştırıyor. Olaylar, ister
modern, ister geçmiş zamanlarda gerçekleşsin,
Doğu’nun büyülü, gizemli atmosferinde yaşam
buluyor. Binbir Gece Masalları’nın Şehrazat’ının anlattığı,
birbiri içinde geçen hikâyelere benzeyen kurgusal
yapılanma, bu romanın ana eksenini oluşturuyor. Kurguda farklı
tekniklere, inceliklere ve buluşlara açılan roman; şiir, efsane,
masal, destan… gibi farklı türlerin de kapısını aralıyor.
Masal söylemi, aynı zamanda romandaki anlatıcının söylemini
oluşturmakta. Anlatıcı, “miş’li geçmiş”le
konuşarak (anlatarak) masalların sisli gerçekliği içine
çekiyor okuru. Bir yandan da “derken efendime
söyleyeyim.”, “sonra efendime söyleyeyim.”
şeklindeki sürekli yinelemelerle, bir “hikâye
anlatıcısı” olduğu, bir “meddah” gibi konuşarak
karşısındaki belirsiz kişiye bu hikâyeleri aktardığı izlenimini
yaratıyor. Yinelemeler; anlatılanları, yaşamı ve zamanı yavaşlatma
işlevini de görmekte. Arasözlerin yanı sıra “ve, ki,
de” gibi bağlaçlar, anlatıda yansıyan yaşamı
yavaşlatırken, virgüllerle uzatılan tümceler bu yavaşlatmaya
önemli katkıda bulunuyor. İç içe geçip
sarmallanan, birbiri içinde devam eden masalsı hikâyeler
karşısında bir sele kapılır gibi oluyor, sürükleniyoruz.
“Anlatıcının anlatma anı” diyebileceğimiz romanın
öyküleme zamanında ‘farklı bir pencereden’
bakıyoruz yaşama. Demir parmaklıklı pencereden bakan, rutubet kokuları
içinde yaşayan anlatıcı, muhtemelen hapiste… veya kendi
iç hapishanesinde. Belirsizlikte kalan bu durumu, okurun kendi
imgeleminde biçimlendirip anlamlandırması gerekiyor. İlk sayfada
anlatıcı, bir öyküye başlamak üzere masanın başına
geçiyor. Romanın sonunda, anlatıcının kendi dayısının
öyküsünü yazmaya karar vererek masa başına
geçtiğini okuyoruz. Romanın bitmeyen son tümcesi, romanın
eksik bırakılmış ilk tümcesiyle birleştirilerek okunduğunda bu
sonuca ulaşılıyor. Ana kurgunun çemberlenerek döngüsel
nitelik kazanması karşısında imkânsızlık duygusu yaşıyor insan.
Bu noktada, ünlü bir filozofun “Bu da dahil
bütün genellemeler yanlıştır.” sözünü
ilk okuduğumda yaşadığım paradoksal düşünce-duygu karmaşası
yeniden oluştu zihnimde. Uykuların Doğusu, kurgu oyunlarıyla, farklı ve
özgün dil yapısıyla,
fantastik-gerçeküstücü öğeleriyle okuru sık
sık hayrete düşüren, özgün bir roman.
Anlatıcı, romanın öyküleme zamanında sık sık Haydar’la
söyleşiyor. Haydar’ın uçuşan, hafiflemiş varlığı,
onun nasıl biri olduğu konusunda okuru roman boyunca
düşündürüyor. Haydar’ın, anlatıcıya eşlik
eden imgesel bir varlık, sanal görüntü, ses, esin perisi
vb... olduğu düşünülürken, romanın sonlarına doğru
anlatıcının parçalanmış kişiliğinin öteki yarısı olduğu
alımlanabiliyor. Belki en doğru yorumla, anlatıcının zihninin yarattığı
bir sanrıdır Haydar. Bu noktada Leyla Erbil’in
öykülerinde sık sık karşımıza çıkan, anlatıcının
sanrısı durumundaki öykü kişilerini anımsadım. Anlatıcının
adının, dayısının söylemiyle “Hasanım Ali” olması
ilginç. Romanda birkaç yerde, yazarın kendi varlığı
olmasa da gölgesi, anlatıcının üzerine düşmüş
görünüyor. Kitaptaki bir tümce, romanın
gerçek yazarıyla romanın anlatıcısının birbirine
dönüştüğü bir geçiş noktasını imliyor:
“Sonra,
tuttum, büyük bir hevesle yıllar önce yazdığım Bin
Hüzünlü Haz adlı hikâyemin içinde
yokluğuyla var olan Alaaddin’e benzettim.” (s.132) Bu noktada kurgusal gerçeklikle yaşam gerçekliği buluşuyor ve birbiri içine sızıyor.
Anlatıcı, dayısının hikâyesini anlatmak üzere yola
çıkıyor ama hikâyenin başına buyruk ve anlatıcıdan
bağımsız olduğu görülüyor; sanki kendi kendini
yazdırıyor. Anlatıcının masallarındaki o sisli, bulanık
gerçekliğe; o gerçeküstücü dünyaya
girildiğinde, birçok toplumsal olaya, 12 Eylül gibi
toplumsal kırılma noktalarına göndermeler yapıldığı, metnin
bilinçli bir şekilde yaşanan gerçekliğe temas ettirildiği
ayrımsanabiliyor. Radyodan bildiriler okuyan susturulmuş adam, ortaya
çıkan ışık adamlar, sonra onların bir bir yok edilmesi…
Toplumun yeniden karanlığa gömülmesi…
Roman, okuru “anlatı ormanları”nda oldukça zorlu bir gezintiye çıkarıyor.
Uykuların Doğusu,
karmaşık, çok öğeli, çok türün yer aldığı
bir orman. Okurken yolunuzu kaybettiğiniz duygusunu yaşayabiliyorsunuz.
Sürekli şaşırarak, deneyip yanılarak yol alıyorsunuz anlatı
katmanları arasında. Okur olmanın, yazmak kadar zorlu bir serüveni
gerektirdiğini görüyorsunuz bir kez daha. “Yanlış
okumalara mı açıldım? Yanlış anlamalar içinde
miyim?” gibi sorularla kendinizi sorgulayarak katmanları
aralamaya, “anlatı ormanı”nın gizemini çözmeye
çalışıyorsunuz.
Romanın başka bir boyutu metinlerarası nitelik taşımasıdır.
‘İnsanın, yaşadıklarının ve okuduklarının toplamı olduğu’
düşüncesini dile getiren bir yazardır Hasan Ali Toptaş.
Gerçekten de yazdıklarımız, yaşadıklarımız kadar
okuduklarımızdan da yansımalar taşır. Romanın bir sayfasında
metinlerarası ilişkilere gönderme yapılarak “İnsan,
birkaç hikâyeyi bir arada görünce ister istemez
kafasında bu hikâyelerden oluşan başka bir hikâye yaratıyor.” (s.157) düşüncesine yer verilmekte. Bu açıdan bakıldığında birtakım işaretler taşıyor
Uykuların Doğusu.
Bir okur olarak bu işaretler yoluyla açıldığım metinlerin
başında Bilge Karasu’nun masalları geldi. Özellikle Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki
masallar... Karanlık, kara bir su gibi yaşamı, zamanı, insan
gerçeğini kaplayan masallardır bu kitaptakiler. Uykuların Doğusu’nda da karanlık bir sel felaketi anlatılır. “Caddeleri karanlık masalların karanlık köşelerinden çıkıp gelmişe benzeyen
korkunç bir sel kaplamış sözgelimi ve bu sel yere göğe
sığmayan o ak köpüklü gürültüsüyle
birlikte kendisine yönelen bakışları da sürükleyerek
tıpkı açlıktan ne yapacağını bilemeyen çok ağızlı bir
yaratık gibi kapı önlerinde kükremiş durmuş.” (s.9) Bu romanın içinde,
Göçmüş Kediler Bahçesi’ndeki
bazı masallarda öne çıkan su, yağmur unsurlarıyla
karşılaşmak, etkileyici. Selin, nesneleri sürükleyip
yutmasındaki korkunçluğunu ve insanın bu durum karşısındaki
umarsızlığını, okurun yüreğini üşüten, ürperten bir
dille anlatıyor Hasan Ali Toptaş. Göçmüş Kediler
Bahçesi’nin kurgusal açıdan ilginç
yönlerinden biri de birbiri içinde devam eden metinlere yer
verilmesidir. Uykuların Doğusu’nda da bu tekniğe önem
verildiği görülüyor. Yarıda kalıp kesilen bir metin
parçasına birkaç satır veya paragrafın sonrasında devam
edebiliyoruz. Arada ayrı bir anlatı metni yer alıyor. Her iki
düzlemdeki metinleri ayrı ayrı takip etmek ve anlamlandırmak
mümkün oluyor. Daha sonraki bir noktada metinler kesişiyor ya
da birbirine dönüşüyor. Bilge Karasu’daki masal
atmosferi oldukça vahşi, rahatsız edici ve yırtıcı iken, Hasan
Ali Toptaş’ın Uykuların Doğusu’nda büyülü, gizemli,
sisli, örtük bir masal dünyası, yavaşlığı, sessizliği ve
yumuşaklığı ile yer alıyor. Arada arkaik sözcükler
kullanarak, okuru eski metinlere yönlendiren ses ve
söylemlerle yazma stiliyle Uykuların Doğusu’nda da karşılaşılıyor. “İbikler bu çarpmanın da etkisiyle güneşin altında yaldır yaldır yanıyormuş o sırada.” (s. 108) “Gelimli gidimli dünya.”
(s. 162) Dede Korkut Hikâyeleri’nin Oğuzca söylemi ve
sesi duyuluyor bu örneklerde. Başka bir örnekte Yunus Emre
şiirinden bir imgenin masal metnine özümsetildiği
görülüyor: “Bu rüyalardan birinde babaannemi
saçları çözülmüş pembe bir bulut gibi çığlık çığlığa sel sularına dalıp çıkarken görmüş sözgelimi.”
(s.137) Anlatıcının insanlara küstüğü, eve kapandığı
dönemde okuduklarının çoğu Doğu’ya özgü
metinler ve kitaplardır. “İlkin, mucitlerin hayatlarını,
ciltlenmiş cönkleri, meselleri ve nefes kesici cenk
hikâyelerini okudum sözgelimi. Sonra onları bırakıp
menkıbeleri, onları bitirip hatıratları, onlardan geçip
mektupları ve sırtları yaldızlı tefsirleri okudum.” (s. 151)
Aynı sayfada açık bir gönderme yer alıyor. Anlatıcı,
söz ettiği kitapları bitirdikten sonra Evliya Çelebi
Seyahatnâmesi’ni açıp okuyor.
Seyahatnâme’nin içindeki bir hikâyenin
kahramanı olan Horoz Dede, anlatıcının imgeleminde
günümüze taşınıyor, gerçeğe
dönüşüyor; ete kemiğe bürünüyor. “
Kalkın ey gafiller!” diye seslenen Horoz Dede, geçmişte
olduğu gibi günümüzde de insanları uykudan uyandırmaya
çalışıyor. Uykuların Doğusu’ndaki başka bir sayfada ise
Borges’in “Alçaklığın Evrensel Tarihi” kitabı
anılıyor. Borges’in yapıtlarının kendisine esin verdiğini dile
getiren Hasan Ali Toptaş, anlatıcı- kahramanı aracılığıyla ona bir
yazar selamı gönderiyor.
Anlatıcı, eski öykülere sığınıp huzur bulmaya
çalışıyor. O, şimdiki zamanı tam olarak yaşayamayan biridir. Bu
durum, roman metnine farklı bir nitelik kazandırmaktadır. Metinlerdeki
anakronik zamanlar, okura çarpıcı geliyor. Öyküleme
zamanı, sık sık birbirine dönüşen farklı zamanlardan
oluşuyor. Anlatı, katmanlara ayrılıyor bu zaman atlamaları nedeniyle.
Bir bölümde, anlatıcı ile kahramanlardan biri olan
“Badem bıyıklı adam” birlikte bir olayı anlatıyorlar. Her
ikisinin anlattıkları, zaman açısından birbirini tamamlıyor.
“Badem bıyıklı adam” konuşuyorken, aynı anda onun
geleceğini, yazgısını anlatıcının dilinden okuyor, görüyoruz.
Birbiri içinde devam eden öykülerde olay sürerken
bir taraftan da olayın epey sonraki aşamalarını okuyoruz. En sonunda,
masalların içinden geçip roman zamanına
dönüyor; anlatıcının Haydar’la ilgili anlatımlarını
okumaya devam ediyoruz.
Zaman kavramıyla başarılı bir illüzyonist gibi oynuyor; okuru
irkiltiyor Hasan Ali Toptaş. O da bu şekilde okuru uyandırmaya
çalışıyor sanırım. Uykuların Doğusu gerçekten “Kalkın ey
gafiller!” diyen bir roman. Okur, masal anlatılarının
büyüsüne kapılıp gidiyor; kurgusal bağları
şekillendirmeyi daha sonraya bırakıyor; erteliyor, neredeyse unutuyor.
Bu durumda tam bir Doğulu gibi davranıyor. Anlatının içindeki
büyüye kaptırıyor kendini, akıp gidiyor satırların
içinde. Arada bir; özellikle zamansal kırılmalarda durup
anlatının kurgusunu, katmanlar arasındaki mantıksal ilgileri
görmeye çalışıyor; aklı devreye giriyor. Bu noktada okur,
Doğulu zihniyeti bırakıp Batı’nın rasyonalist bakışıyla
anlamlandırmaya çalışıyor romanı. Bu zamansal geçiş
noktaları, aynı zamanda okurun büyüden gerçeğe
döndürüldüğü, uykudan uyandırıldığı noktalar
oluyor. Metinlerin içinde arada bir ortaya çıkan mızıka,
parlak varlığıyla, “sessiz” sesiyle bu uyandırma işlemine
yardım ediyor.
Romandaki gerçeküstücü-fantastik unsurlar
rüya ve onun mekânı olan “uyku”dan gelmektedir.
Beni okur olarak etkileyen birkaç sahneye değinmek istiyorum.
Bunlardan biri, yetenekli ve yaratıcı insanlara kapılarını kapatan
toplumsal üstyapı kurumlarını, devleti, memur zihniyetini
sergileyen “radyoevine tayin edilen uzun boylu adam”ın
öyküsü. Yaratıp üretmesi için fırsat
verilmeyen, budanan bir adamın yaşadıklarına tanık oluyoruz bu
öyküde. Üstlerine ricacı olduğu için arkasında
kuyruğunun oluşması, onu gizleyememesi, Kafkaesk bir sahne. Onursuzluğa
mahkum edilen bir insanın dramıdır anlatılan. Romanda dile getirilen
sel felaketinde, kentin korkunç durumu öylesine canlı
betimlemelerle anlatılıyor ki insanı ürpertiyor. Sele kapılıp
giden varlıklar arasında, ellerinde sımsıkı tuttukları şemsiyelerle
akıp giden ölü insanların anlatıldığı satırlar çok
çarpıcı. Bir de anlatıcının dayısının, bozulan ruh haliyle
birlikte ellerine, ayaklarına, bedeninde belirli yerlere sürekli
bakması; buralarda birikip yoğunlaşan karamsarlık nedeniyle
organlarının kararıp kangren olması, çürümesi ve
bunların kesilmesi… Dayının yavaş yavaş ölüme gitmesi,
kangren metaforuyla anlatılıyor. Dayı, giderek, çocukların top
gibi oynadıkları bir silindire dönüşüyor. Budanan bir
adam o da. “Kahveci olmaya mahkum edilmiş bir
öykücü” olan Dayı, romanda canlı, sevimli, farklı
bir karakter oluşuyla okuru etkiliyor. Bir gün, ne yazık ki Dayı,
belli bir noktaya bakışları takılıp kalan, ruh hali
bütünüyle bozulmuş bir insana dönüşüyor.
“Gözlerini aklına bağlayan ip kopuyor”; anlatıcının
sorularını yanıtsız bırakıyor; hiç konuşmuyor. Sonra
“…giderek kalınlaşan bir sessizliğin içine
çekiliyor ve orada bir çeşit sessizlik çekirdeği
olarak kalıyor.” (s. 219) “Yedinci katın doğusunda”
yatıyor hastanede. Sonrasıysa o korkunç kangren,
budanmalar…ve ölüm… Dayıdaki bu ruhsal-
bedensel çürümenin, metaforik anlamının dışında,
işkence gibi ağır baskı ve şiddet sonrası travmadan kaynaklanabileceği
de düşünülebilir. O zaman ”yedinci katın
doğusu” farklı bir mekâna dönüşür
alımlamalarımızda.
Roman kişileri, başta anlatıcı olmak üzere, Cebrail Dede,
anlatıcının babası ve dayısı, gerçeklikle sorunu olan,
parçalanmış karakterler. Anlatıcı, Haydar’la ilişkisini
anlatırken kendi psikolojisini ele veriyor: “ Bakarken cama yansıyan yüzümün
görüntüsü gitti, bir an için Haydar’ın
yüzüne karıştı tabiî. Karışınca da, ben kendime
dışarıdan bakıyormuş gibi oldum.” (s.130) Sanrısal varlığıyla
Haydar, anlatıcının şimdiki zamanını kuşatmış gibidir. Anlatıcı,
parçalara bölünen kişiliğini (varlığını) öteki
kişilere aktarıyor. Anlattıkları, “badem bıyıklı adam”da
olduğu gibi, zaman zaman öteki kişilerin anlattıklarının
içine giriyor. Cebrail Dede, sel felaketindeki korkularını
bütün yaşamına taşıyan, sarı sarı titreyen, sarı
yüzlü, sarı sesli, sel suyu gibi sarı, bulanık bakışlı bir
adamdır. Kendi bunalımını oğluna da yansıtmış ve aktarmıştır.
Anlatıcının babası (Cebrail’in oğlu) derin sessizlikler
içinde yaşamaktadır. Çevresine varlığıyla sessizlik
yayar. Cebrail Dede, nerede olduğunu bilemediği düşsel bir masal
kuşunun yakıcı özlemiyle, bütün ruhunu bu kuşun ardına
düşürmüştür. “İnsan denen yaratığın akıl
almaz labirentler, ürkütücü dehlizler zifiri
karanlık kuyular ve birbirine açılan meçhul genişliklerle
dolu ruhunda, hayatını masala dönüştürmek gibi bir
eğilim varmış çünkü.” (s.171) Hayatını
masala dönüştürmek! Anlatıyı, romanı, romanda yansıyan
yaşamı masala dönüştürmek… Hasan Ali
Toptaş’ın başardığı da bu…
Romanda anlatıcının dayısının özel bir önemi var.
Hikâyeler anlatmayı seven, sürekli hikâyeler kuran
Dayı, yazınla ilgili çok önemli sözleriyle âdeta
romanın gerçek yazarının düşüncelerine aracılık
ediyor: “…hikâye
anlatırken kelimeleri ha bire kusmayacaksın Hasanım Ali,
birçoğunu yutacak ve kâğıdın üzerine de yuttuğun
kelimelerin boşluğunu bırakacaksın, derdi. Sonra bana dönerek,
bazı hikâyeler kendilerini bir çeşit hikâyeler
topluluğu olarak gösterirler, onları tutup herhangi bir yöne
doğru yürümeye zorlama, nemelâzım, takıl peşlerine git,
derdi. Sonra, zaten gerçeklerin birazı gerçek değildir
Hasanım Ali, bu nedenle söyleyeceğin yalanlardan bazılarını
tamamlama, bırak kubbeleri eksik olsun, derdi.” (s. 214) Dayının sözleriyle dile getirilen yazınsal yaratıcılık nitelikleri, romana da damgasını vurmuştur bence.
Romanda derin izler bırakan iki kavramdan da söz etmek gerektiği
kanısındayım. Bunlardan biri, zaman; diğeri de hız. Zaman kavramı,
yazar tarafından, roman boyunca anlatıların içindeki etkileyici
somutlaştırmalar, benzetmeler ve metaforlar yardımıyla yaşamla
buluşturuluyor. İlk sayfada, duvarların rengini alan zaman, hafif hafif
titreşiyor. Masanın üzerindeki kâğıtların şeklini alıp canlı
bir varlıkmış gibi kımıldanıyor. (s.7) Romanda anlatılan mekanlarda,
özellikle eski eşyaların bulunduğu ortamlarda zaman daha farklı
akıyor sanki. Eski eşya satanlar da “ zamanın ücra noktalarında oturuyor.” (s.87) Bir anlatı katmanında öyküler şöyle deviniyor: “İşte
böyle kaybolup gidince de zamanın derinliklerinde titrek bir el
feneri gibi gezinip duran çeşitli hikâyelerin
içinde bulurmuş kendini.” (s.87) Sel felâketi sırasında zamanın ağır akışının betimi olağanüstü: “
Zaman dediğimiz şey de, tıpkı oradan oraya savrulan bir duman
kütlesi gibi, işte bu seslerle sessizlikler arasına sıkışıp
kalıyormuş o sırada. Sıkışıp kaldığı için bir türlü
geçmek bilmiyormuş tabiî ve geçmek bilmediği
için de ağırlığı gittikçe artıyormuş. Kendi sınırlarının
dışına taşarak, daha sonra, otobüsün tepesinde bekleyen
insanların çevresinde de yankılanıyormuş bu ağırlık.
Gövdelerinde de yankılanıyormuş hatta, takırdayan dişlerinde,
nefes alıp verişlerinde, bakışlarında ve ruhlarında da yankılanıyormuş.” (s.113-114) Zamanın genişliği üzerine bir cümle: “
Zamanlar
hem senin hem de benim aklımın alamayacağı kadar genişmiş tabii o
zamanlar ve öfkeden çılgına dönen babaannemin
haykırışları işte gidip bu zamanların genişliğini dolanıyor, dolanırken
ne bulursa içine alıyor, alınca da evle birlikte dedemin
beyninde her şeyi birbirine katan korkunç bir
gürültüyle güm güm patlıyormuş.” (s183)
Hız ve yavaşlıkla ilgili şöyle bir örnek verilebilir: “ Oluşturacağımız
rüzgâr onun gövdesindeki eksikliği örtecekmiş
gibi, hatırlıyorum, oldukça hızlı hareket ediyorduk o sırada.
Evet, oldukça hızlı hareket ediyor, bir yandan da bu hızı
dayımın gözüne batmasın diye elimizden geldiğince saklamaya
çalışıyorduk.” (s.222 ve devamı)
Hasan
Ali Toptaş’ın roman ve öykülerinde en önemli
öğelerden biri de sessizliktir. Bu romanında da insanların ortak
özelliklerinden biri oluyor sessizlik. Kişilerden çevreye
yayılan sessizlik, sanki onların ruhlarından yankılanmaktadır. Bu
sessizlik bazen nesneleri kuşatır; bazen nesnelerin içinden
geçer, bazen de anlatılanların soluk aldığı atmosferde
yankılanır, yaşamı ses olarak dönüştürür. Bunda
dilin önemli payı var elbette. Titreşimin, gölgenin,
boşluğun, sessizliğin somutlaşmasını anlatabilen bir dildir, Hasan Ali
Toptaş’ınki. Bu dilin iç yapısında, benzetmelerin,
kişileştirme ve metaforların büyük önemi var. Somutluk
kazanan soyut kavram ve varlıklar yazarın dili aracılığıyla yaşamı
dönüştüren süreçlerin içinde yer
alıyorlar. Anlam, nesnelerin içine girip gizleniyor, oradan
insan ruhuna bakıyor sanki. Bu yolla algı kapılarımızı genişletiyor
Hasan Ali Toptaş; onun anlattıkları sayesinde nesneler bambaşka bir
gerçeklik kazanıyorlar. Dünyayı, nesnelerden bakarak
anlatan bir dil şamanının anlattıklarıdır okuduklarımız. Böylesine
farklı bir biçem, başka dillere çevrilebilir mi? Bir şiir
metni başka bir dile ne kadar çevrilebilirse, o kadar. Seslere
de iyi kulak veriyor Hasan Ali Toptaş. Roman yüksek sesle
okunduğunda dile takılan hiçbir pürüzün ve kulağa
aykırı hiçbir sesin olmadığı dikkati çekiyor. Dilin
seslerini, sihirli bir flütün melodileri gibi
yüreğimizden geçiriyor yazar. Romandaki metaforlar yaşama
farklı bakmamızda önemli rol üstleniyorlar. Ruhsuz,
düşsüz, düz bir anlatımdan kaçınan yazar, dolaylı
anlatımlar, imgeler ve ses yoluyla dili güzelleştiren bir yapıt
sunuyor. Böylelikle, yaşamı da güzelleştiriyor.
Uykuların Doğusu son yıllarda yayımlanan en farklı,
en sıradışı romanlardan biri. Masala dönüştürülen
gerçeklerin yeni bir bakışla anlatımı... Ve biz insanlar
için sessiz, gürültüsüz bir “uyanın!” çağrısı.
(*)İtalo Calvino “Amerika Dersleri” Gelecek Bin Yıl
İçin Altı Öneri, Çev: Kemal Atakay, Can Yayınları,
İstanbul, 2000, s.74-75.
|