Almanya’nın Darmstadt Şehir Belediyesi tarafından verilen,
“Friedenspreis des Deutschen Buchhandels, Ricarda-Huch-Preis 2005”
ödülüne layık görülen Yazar Orhan Pamuk, 3 Ocak 2005 günü konuklara
uzunca bir konuşma yaptı.
Güne oldukça büyük bir ilgi gösteren gazetciler, Orhan Pamuk’la
yaptıkları söyleşilere geniş yer verirlerken, aşağıdaki metni
yayımlamamışlardır. Bu nedenle, aradan uzun bir süre de geçmiş olsa,
Yazar Orhan Pamuk’un bu betimlemesine ilk dergimizde yer vermeyi uygun
gördük.
İçeri
Girilmez: Bir *Alegori
"Sokaklarda dalgın dalgın gezinen bu adam bir buluşma öncesi biraz
vakti olan biridir belki, belki de acelesi olmadığı için otobüsten bir
durak önce inmiş biridir ya da hiç bilmediği bir mahallede şöyle bir
gezinen bir meraklı... Sokaklarda gezinirken, tuhafiyecilerin,
eczanelerin vitrinlerine, dolu kahvehanelere, duvarlara asılmış gazete
ve dergilere bakarak yürürken dalgın ama gene de meraklı yolcu bir
kapının üzerindeki bir levhayı gelişigüzel okur: “İçeri girilmez.” Yazı
onu ilgilendirmez, kendisine seslenmediğini düşünür. Çünkü üzerindeki
yazı da olmasa hiç ilgilenmeyeceği, dikkat etmeyeceği bir kapıdır bu.
Kendi halinde, kendi dünyasında yürüyordur: İçeriye girmeye de hiç
niyeti yoktur.
Gene de, yazı ona amaçsız gezintisinde bir sınır olduğunu
hatırlatmıştır. İlk anda bu kapıyla ilgili hiçbir tasarısı olmadığı için
kendisine seslenmese de, şimdi, kendi tasarımlarının sınırını da ukalaca
hatırlatarak, kapı, şen gezginin hayal dünyasına müdahale eder. Belki
unutulacak bir şey ama niye yazmışlar onu oraya? Üstelik bir kapısı
olduğuna göre girilecek bir yerdir burası. Yazı, o zaman içeriye
bazılarının girebileceğini bazılarının da giremeyeceğini hatırlatır.
“İçeri girilmez!” sözü de doğru değildir demek ki. Herhalde, bu
mantıkla; şu anlama gelir: Her içeriye girmek isteyen giremez! Bazı
ayrıcalıklıların içeri girebileceği anlamına geldiği gibi, bu
ayrıcalıkları olmayıp da içeri girmek isteyenleri durdurur. Aynı anda
da, içeri girmek gibi bir niyeti olmayan ile, girmek isteyip de
giremeyeni bir kader ortaklığına iter. Dalgın yürüyüşçü bir adımlık
zamanda içgüdüsel olarak yürüttüğü bu mantıktan sonra, ister istemez
kendisini, içeriye girmek isteyip de alınmayan kişilerle aynı bağı
paylaşmaya iten ötekilerin kim olduğunu merak eder. Kim girebiliyordur
bu kapıdan içeri? Onları bu kapıdan içeriye sokan şey nedir? Bu
ayrıcalıklı kişileri öyle yapan nedir? Dalgın yolcu, bir an içeriye
girmenin, bir ayrıcalık bile olmadığını düşünebilir. Belki de içeride
kendi sefaletinin görülmesini istemeyen özelliksiz kişiler vardır. Ama
insanların çoğunun kendi evlerini, işte tam bu amaçla bir kapı, kapıyı
da bir kilitle donattıklarını hatırlayınca artık dalgınlığından çıkmaya
başlayan yolcu, kapının bazı ayrıcalıklar üzerine örtüldüğünü anlar.
Üstelik, bu ayrıcalıklı kişiler, birer kilit alıp sorunu çözmek ve
kapısı kilitli, cebi anahtarlı birer sıradan vatandaş ayaklarına yatmak
yerine kapının üzerine, “içeri girilmez” yazmışlardır. Bütün bunları,
dalgın yolcu şöyle iki adım atarken düşünebiliyorsa, kapının üzerine bu
levhayı koyanlar da düşünmüş olmalıdırlar. Aralarında, “içeri girilmez
levhası koyacağımıza birer anahtar alalım hepimiz!” diyenler çıkmıştır
belki, ama levha koyalım diyenler ağır basmıştır. Neden? Sorunu
anahtarlarla çözemeyecek kadar kalabalık olduklarından. Öyleyse eğer,
“içeri girilmez” sözüne uymayan, bu sözün kendisine olmadığını bilen
büyük bir kalabalık vardır demektir bu; anahtar dağıtılamayacak bir
kalabalık. En mantıklı sonuç budur: Bir gün içeridekiler kendi
aralarında oturup, bu kalabalıktan içeri kimi alalım, kimi almayalım
diye tartışmışlardır da. “Dışarıdan çok kalabalık geliyor içeriye”,
demişlerdir.
“Bazılarını
almayalım içeri! Hangilerini almayacağız?” Böylece bacak bacak üstüne
atıp, kahvelerini yudumlayarak içeri kimi alıp kimi almayacaklarını
tartışmaya başlamışlardır. İçerideki bazıları da mutlaka huzursuz
olmuştur bu tartışmadan. Belki onlar da bu tartışmanın sonunda dışarı
atılacaklardır. Kapının önündeki yaya da bu tür gerilimli durumlara
tanık olduğu için kapının üzerine “içeri girilmez” levhasını çakanların
aralarında nasıl tartıştıklarını hemen gözlerinin önüne getirebilir.
Tartışma, önce, malını mülkünü, zevklerini ve ayrıcalıklarını korumak
isteyenlerin telaşıyla başlar, bu telaş sıkıcı bir şey olduğu için hemen
başka bir dille ifade edilir. “Malımız, mülkümüz, zevklerimiz,
alışkanlıklarımız nedir bizim?” diyeceklerine “kimiz biz?” derler. Bu
çok yalın soru bir anda tüylerini ürpertir. Kim olduklarını bilemiyormuş
gibi yapmanın ne kadar zevkli olduğunu hemen keşfetmişlerdir. Aralarında
huzursuz olan, dışarıdaki kalabalıktan da üç beş kişinin içeri
girmesinde bir sakınca görmeyenler de vardır. Onların da desteğiyle
tartışma bir bilmeceye, bir “kimlik sorunu”na çevrilir. Bu en zevkli
şeydir. Hepsi kendilerini dışarıdakilerden ayıran değerli şeyleri sayıp
dökmenin üstü örtülü ve ukalaca bir yolunu bulmanın zevkini hisseder. Bu
o kadar çekici bir süreçtir ki, kapıya “içeri girilmez” levhasını neden
daha önce asmadıklarına şaşarlar. Bir anda, dışarısı, kendilerini tarif
eden değerli şeylere karşı saldırgan bir alana dönüşmüştür. Kendileri,
şimdi, neyseler, dışarıdakiler de o değildir artık. Hatta denilebilir
ki, kapının dışındaki başka dünya yüzünden kendileri olabilmişlerdir.
Kapının önünden bir şey düşünmeden geçen pek çok salak bunun farkında
değildir. Bazıları, bu salaklara teşekkür borçlu hisseder kendini.
“Onların bir kısmını içeri almak, kötü olmaz,” diye düşünür; “hem
böylelikle bizim nasıl biz olabileceğimizi de görüp belki onlar da bizim
gibi olarak bize güç verirler.” Bazıları ise dışarıdaki salakların
içerdekilerin ayrıcalıklı durumundan haberdar etmek için levhanın
vazgeçilmez bir işaret olduğunu bu ara kavrarlar. Üstelik bu levha,
tıpkı şimdi bu durumu açıklığıyla gören yolcunun yaptığı gibi,
dışarıdakilere de bir dışarıda olma bilinci vermiştir. Bunun için
insanın bazıları gibi içeri girmek istemesi gerekmez. Kapının üzerindeki
levhayı görüvermesi yeterlidir. Kapının önünde gereğinden fazla
durakladığını hissetmeye başlayan yolcu böylece bu levhayla dünyanın bir
anlamda ikiye ayrılmış olduğunu da görür. İçeri girebilenler ve
giremeyenler. Pek çok kişi, dünyayı bu tür sudan ayrımlarla ikiye
böldüğü için belki bunu önemsemeyecektir, ama özene bezene bu durumu
kapısının üzerine levha asarak pek az kişi yapar. Aynı anda, artık
dalgınlıktan iyice çıkmış olan yürüyüşçü, bütün o kimlik lakırdılarının
da aslında utangaç bir övünme ve şişinme olduğuna karar verir. İçinde
derinden derine bir öfke yükselmektedir. Kimdir, ya da kim olur bu
kapının arkasındakiler? İçeri girmek için ilk defa içinde bir istek
duyar. Ama bu kendini beğenmiş adamların oyununa gelmeyecektir. İki-üç
saniyede kendi aklından geçenleri onların fazlasıyla öngördüklerinin
farkındadır çünkü. Aynı anda, kapının da kolayca açılabileceği geçer
aklından. Belki iterek, bir omuz vurarak iki-üç kişiyle birlikte
yüklenerek onu açabilirler. Zaten öyle olmasaydı levhayı koymazlardı.
Demek ki, içeri girebilmek için dışarıdaki kardeşlerinin bir-ikisinden
yardım alması yeterlidir. Bu levha yüzünden zaten o insanlarla ortak bir
yazgıyı paylaştığını daha önceden anlamamış mıydı? İşte şimdi, kapının
önündeki yaya, önünde açılan yeni dünyayı görmeye başlamıştır.
Kendisiyle bir yazgı paylaşan bütün insanları o da bulup onlarla bir
kimlik irdeleme çalışmasına girebilir. Bu noktada onun da kim olduğu, ne
olduğu önem kazanacaktır. İçerdekilerin kendini beğenmişliklerine karşı
o da kendi kimlik kurumunu geliştirmelidir. Böylece kendi özellikleri,
zevkleri, malı mülkü, ilişkileri yolcu için üzerinde teker teker
düşünülüp sahiplenilecek, gururlanılacak, korunacak şeylere dönüşmeye
başlar. Bu özelliklere sahip olmayanlara, kendi gibi olmayanlara, kendi
kimlik coşkusu içinde hafif hafif kızmaya başlamıştır bile. Aynı anda
kapıya levhayı asanların bu durumu öngördüklerini sezer. Ama bu onların
oyunu diye elbette kendi kimliğinden vazgeçecek değildir o. Bu oyuna
karşı onun da atacağı yaratıcı bir adım vardır. Bu adımın ne olduğunu
bulmadan önce gene de amacının ne olduğunu düşünmesi yerinde olacaktır.
“Amacım içeri girmek midir?” diye düşünür, az önce sokaklarda dalgın
dalgın gezinen adam, “yoksa içeri giremeyen diğerleriyle paylaştığım
kimliği ortaya çıkarmak mıdır amacım?” Ama bu tür soğukkanlı ve
çözümleyici düşüncelerle meşgul olabilecek gibi hissetmez kendini.
Şimdi, her şeyden çok, içinde yükselmekte olan öfkeyi bir an önce dışa
vurmak gelir içinden. Bunu yapınca rahatlayacaktır, hatta levhayı
unutacaktır, ama bunu nasıl yapacağını bilmediği için de ayrıca
sinirlenmektedir. Şimdi dışarıda kalmış olduğunu hissetmenin gittikçe
büyüyen acısı da yüreğindeki öfkeyi alevlemektedir. Kendisine acı veren
şey, dışarıda kalmış olanlarla aynı cinsten, aynı kumaştan, aynı ruhtan
olduğunu hissetmesidir belki de. Burada küçültücü bir şey vardır, ve
kafası, ruhu bu gerçeği kabul etmek istemez. Az önce mutlulukla, dalgın
dalgın yürürken hissetmediği bir gurur sorununun içine düşmekte olduğunu
çok iyi bilmektedir şimdi, kapının önünde levhaya bakmakta olan adam.
Kendi kırılganlığına ve alınganlığına gülüp geçmek gelir içinden. Bunu
yapabilecek kadar mizah duygusu elbette onda vardır: ama bu küçük ve
gereksiz aşağılanmayı, ya da kendisi hakkında huzursuzluk verici bu
yasağı da yerinde bulmadığını göstermelidir. Bu “İçeri Girilmez”
levhasını buraya asan kişiler, kendi güvenliklerini, özelliklerini ve
bir başka olduklarına ilişkin inançlarını korumak için başkalarına
verdikleri aşağılayıcı huzursuzluğun farkında mıdırlar acaba? Kapının
önünden geçmekte olan adam bir an levhayı asanların, aslında
niyetlerinin de bu olduğunu, kendi gibilerine bu çeşitten bir
huzursuzluk vermek için bu “İçeri Girilmez” sözünün kapıya asıldığını
düşünür. Üstelik amaçlarına ulaşmışlardır: çünkü içinde gittikçe
yükselen bir huzursuzluk vardır. Sonra, mantığı bir an duruma hakim
olur. Evet, kapının üstüne bu levhayı asanlar, belki başlangıçta bu
huzursuzluğu düşünmemiş, yalnızca kendilerini korumak, dışarıdaki
kalabalıktan kendilerini ayırmak istemişlerdir… Ama bunun pek çok kalbi
kıracağını, pek çok kişide bir huzursuzluk yaratacağını da tahmin etmiş
olmalılardır… O zaman, davranışlarında başkalarının huzursuzluğuna,
hatta mutsuzluğuna aldırış etmeyen kişilerin kalpsizliği ve çıkarcılığı
vardır. “Her şeyden önce, hep kendilerini düşünen bu insanları
sevmiyorum,” diye düşünür levhadan hala etkilenmekte olan adam. Onun
levhadan değil, kendinden, zaten ruhunda gizlenen şeylerden
etkilendiğini düşünebiliriz. Bizim düşündüğümüz gibi, o da düşünebilir
bunu, hatta şu an bunu düşünmektedir de… Ama içindeki huzursuzluğun
nedeni olarak kendi yetersizliğini, eksikliğini işaret ettiği için
kolayca kabul edilebilecek bir düşünce de değildir bu. Kapının önünde
şimdi dikilmekte olan adam “İçeri Girilmez” levhasına kafayı bu kadar
takıp orada kalmasının aşağılayıcı yanının da levhayı asanlar tarafından
öngörüldüğünü de düşünmekte ve bu da içindeki öfkeyi daha da
arttırmaktadır. Ama gene de bu öfkesinin bütünüyle haklı olmadığını da
düşünebilecek kadar aklı başındadır.''
*Bir görüntü, bir yaşantı veya bir davranışın daha iyi kavranmasını
sağlamak için göz öünde canlandırıp dile getirme |